- 652 Okunma
- 1 Yorum
- 0 Beğeni
RAHATSIZ YAZILAR
RAHATSIZ YAZILAR
Suyolundan geçerken arabanın lastikleri sıcaktan yol almayı bırakıp ıslık çalmaya başladı. Serinliğin yalın izini çıkarmak içindi tüm gayreti. Bir parça serinlik… Klima çalıştığından dışarının sıcağını hissetmese de termometreden ortalığın yandığını görüyordu. Suyolu kavrulmuştu. Eski yol asfalttan buhar çıkarıyordu. Böylece yoluna devam etti bir sapağa kadar. Üstünde ‘Son’ yazan sapaktan ağızlarını hayretle açan donmuş insanların yanından kıvrıldı. Ya çocuklar… Öyle sararmış bir şekilde şarkı söylüyorlardı ki! Ellerindeki oyuncaktan bir parça kesip yere fırlatıyorlar sonra mosmor olmuş gözaltlarını devirip aç bir iştahla etrafı süzüyorlardı. Yine bir sapak… Giz. Naylonların içine gizlenmiş kalpli cisimler uçuştu. İçlerine özel bir hava zerk edilmişçesine birden şişmeye ve patlamaya hazır hale geldiler. Kalpler; oradan oraya savrularak dağıldıklarında, bir hava keseciği büzülerek kendi kabuğuna döndü. “Kapansam içimden gelen ahenge” yazan ünlü şairin mısralarındaydı aklı çünkü. Eskiden beri içinde olduğu eski yıprak mermer ortadan ikiye bölündü ve altından hercai menekşeler fışkırdı. Sonra beyaz gerberalar...
Yolun ortasında yalpalayarak giden karga büyük bir hamle yapmak üzereydi “ kap beni” dercesine duran cevize doğru. Bir hazine bulmuşçasına sevinçle ona bakıyordu. Kısa bir süre seyretti. Herhangi oyun olmadığını keşfedince hızla kaparak en yüksek dala uçtu. Bildiği bir daldı. Pavlov un oyunundan kurguladığı bu dala üzerinde rahat ettiği gerçeğinden hiç bir zaman uzaklaşmadan bıraktı cevizi. Ceviz yuvarlanıverdi. Sonra düştüğü yerden yine aynı yere. Tekrar, tekrar… Karga bıktı birden. Ve cevizi bir vuruşta kırdı. Gagasının acıdığına şahit oldu. Bu sert kabuk canını acıtmıştı. Ama bir hamlede de kırılgan yerinden parçalanmıştı ceviz. Şimdi kusursuzca içinden parçaları ayıklama zamanı… Kendinden emin yerken birden bembeyaz bir bulut olarak uçup gitti. Arkasından binlerce siyah tüy toplanarak gidişine isyan etti.
Sonra anatomist Vesalius… Siyah bir kalemle insan gövdesini çiziyordu içinden kopan parçaları yapıştırarak yerli yerine. Kâğıdın arka yüzüne siyah mürekkebin derin rengi çıktı. Görünüşü biçilmeye hazır bir kadavra. İnsan ürkerek bakardı o tarafa. Gözlerini kapattığında isli bulutlar geçti. Ve yüksek çok yüksek bir yerlerdeki bir kapıya ulaştı. Kapı; kendiliğinden ardına kadar açıldı. Sızan is kokulu gri ışıktan ağızlarını şaşkınlıktan kocaman açmış hayaletler fışkırdı. Ve bedenini delip geçerek ardındaki siyah boşlukta kayboldular. Ne ayağı yere basıyor ne de gövdesi bir yere tutunuyor, öylece süzülüyordu. Gündüz ve gece yerini bu boşluğa bırakmış, boşluk hepsini silip süpürmüştü. Yoklardı. Artık sadece süzüldüğü bu dipsizlik kalmıştı. Orda öylece sonsuzluğu seyretti. Korkuyor muydu? Evet, yüksekliğin nerede başlayıp nerede biteceğini bilmeden öylece durmak… Altındaki sonsuz boşluk güvensizlik yaratmış, midesini bulandırıyordu. Sonra uzakta yine bir sapak göründü. Havaya iliştirilmiş öylece sallanıp duruyordu. Görünen… Yüzer gibi atladı sapağın öbür tarafına. Görünenle görünmeyen arasında kalan bir yerde yavaş yavaş gözleri alıştı ışığa. Işık öyle canlıydı ki! Güneş ışınlarının bir parça daha öfkelisiydi, altın altın parlıyordu. Yine küçük bir atlayış! Bu defa bir ağacın dibine düştüğünde gördü ki yine bir karga var ötesinde. Göz göze geldiler, uzun uzun bakıştılar… Karganın siyah gözüne dolandı beyazlığı. Birden tostoparlak bakışlarının altında yin ve yang oldular. Kuzguni saçlı adam fırladı yerinden merdivenden aşağı kaymaya başladı. Çocukluğunu hatırladı besbelli. Yumuşak, sarımtırak toprağa inerken yüzünde: elinde şeker kamışı tutan bir çocuğun kemirgen, dingin sevinci vardı. Sevinci ulaşılmaz sinir yolaklarına ulaşıyor, hüzünleri tahrip ediyor, geriye kalan çocuksu düşleri ise yaşam oluklarına yerleşiyor, bünyesi için ihtiyacı olanları oluklardan karşılıyordu. Gittikçe büyüyen bir sesle durdu. İç açıcı bir ses değildi. Bir vınlama… Kulağından girip beyninin en uç noktalarını ziyaret edip, beyincikte soluklanıp, dönme dolap girdabına neden oldu. Girdap; helezonal burgularla beynini deliyor sonra küçük bir delikte kaybolup her şeye tek başına hâkim oluyordu. Başını elleri arasına alıp sıktı, sıktı… Sonsuz kere sonsuz içine geçti parmakları. Çıkartırken hafif beyaza çalıyordu elleri ama vınlama durmuştu. Sonrası yine vınlamalar. Dev yumurtadan çıkan küçük sinekler, milyonlarca varan sayılarıyla etrafında dönüp durdular ta ki ;gözlerinde siyah delik alıp sürükleyinceye kadar. Başka bir âleme, başka bir deliğe… Görünmeyen: Böyle yazıyordu yol ayrımındaki göstergeç… Bir an hiçbir şey göremedi. Sonra Zeus tapınaklarıyla bezeli bahçe taraçalarından gittikçe dikleşip sonsuzluğa doğru uzanan bir yerdeydi. Gülümsedi. Ucu bucağı gözükmeyen taraçalar üzerinde yükseliyordu. Ne ormanlar gördü. Çeşit çeşit kuşlar, göller, çiçekler… Ateş kırmızısı, tomurcuklu, mis kokulu çiçekler. Sonra bir çığlık duydu. Öyle bir çığlıktı ki! Bilmediği bilemeyeceği sonsuzluk içinde yankılandı. Hiç gitmediği göremeyeceği yerlerde gezindi. En dipteki sinir hücresine çarpıp dalga yayıldı. Çok bilinen bir tablo da çizilen o meşhur karakter gibi duymamak için kulağını kapattı. Ama o gezinmeye devam etti. Aklını susturamazdı ya! Ses ense kökünden hızla çekti gitti. Acı tüm gövdesini kaplamıştı. Ama çok kısa sürdü. Bu defa sessiz bir şarkının melodisiydi aklı. Şarkıya ritm tutup gelincikler gibi salınırken gövdesi titredi. Tıpkı annesinin severek yaptığı eski bir tatlıyı andırıyordu. Paluze. Titreyen yaşlı! Bu kadın mıydı o yurdun ahşap tahtalar çakılmış penceresinden çaresiz bakan? Yatağı limon kokulu… Kapısının dışı insan sıvısı kokuyordu. Bu defa ‘Son’yazan sapağa geri dönmüştü.
Mine Köker
18.11.2018