- 823 Okunma
- 1 Yorum
- 1 Beğeni
Zeytin:
Dedemin dar bir avludan girilen evindeyiz. Yaz tatillerinde burada olmak en büyük eğlencemiz. Annem ve babamın uğurlanma merasimine kadar ve bu merasimden sonra olmak üzere ikiye ayırabiliriz dedemle geçen anlar bütününü. Onlar varken daha uslu ve söz dinleyenleriz. Siyah ve kocaman arabamız karşı tepenin ardında gözden kaybolduğu andan sonra ise kendimiz gibiyiz artık.
Şu dar avlu ve sonrasını anlatarak başlamalı. İki katlı evin her yanı çiçeklerle bezeli bir kere. Avlu dar fakat, evin arkasında sıra sıra meyve ağaçlarının dizili olduğu bir geniş bahçe var. Bahçede şimdilerde kimsenin konaklamadığı, eskiden evin hizmetkarlarının yaşadığı bir başka ev daha var. Dedeme burasını sorduğumda, müştemilat demişti. Söylenişi pek bir hoşuma giden bu kelimeyi o gün akşama dek mırıldanıp durmuştum. Ayrıca traktör, triportör, klasik bir otomobil, bir kaç bisiklet ve bizim araba dahil misafir arabalarının park edildiği kapalı garaj. Garaj, ap ayrı bir dünya. İçinde tamir aletleri, tuhaf kokulu ilaç bidonları, variller, dedemin her şeye rağmen vazgeçemediği silah merakı yüzünden kilitli dolaplarda tutulan araç gereçler ki, onlara dokunmamız dedem tarafından şiddetle yasak edilmiş ve türlü diğer eşya.
Evin bir sürü odası, karanlık bir mahzeni, kocaman kilerleri, tavan arası. Her yer oyun alanımız. Kardeşim de ben de pek seviyoruz bu evi.
Aslında dedemin hiç çocuğu olmamış. Oldum bittim yalnız yaşarmış. Bir gün hani şu başına talih kuşu kondu denilen insanlardan biri haline dönüşmüş. Zengin bir adamın çok sevdiği tek kızını büyük bir yangından kurtarmış. Adam dedeme önce para pul teklif etmiş, dedem hiçbirini kabule yanaşmamış. Adam bakmış olmayacak, dedeme karşı minnettarlığını da gidermesi gerekli, dedemi şirketlerinden birinde yönetici olarak işe almış. Dedem psikolojik danışmanlık denen bir mesleği sürdürmekteymiş zaten ya, adamın ısrarı üzerine bırakıp ardında işini ve her şeyi, başlamış çalışmaya. Adamın kızı şirkete uğradıksıra dedemi görür, çalışkanlığına ve dürüstlüğüne hayranlık beslermiş. Etrafı zengin züppelerle dolu bu kız, evlenmek istemiş dedemle. Dedem işten istifa etmiş önce. Zengin eğlencesi değilim demiş üstelik. Sonra kız bir yandan babası bir yandan dedeme durumun düşündüğü gibi olmadığını anlatmak için seferber olmuşlar.
Aralarındaki bir miktar yaş farkına, dedemin tüm inadına ve ön yargılarına rağmen kız emeline ulaşmış, evlenmiş dedemle. Dedemin bu gün bile sakladığı ve içleri anı dolu çantaları, bazı eşyası hariç büyük bir eve sığdıracağı hiçbir şeyi yokmuş. Bu yüzden büyük bir evde yaşamaktansa, dedemin iki oda bir salon evine yerleşmeyi kabul etmiş anneannem. Zorluklarla dolu günler başlamış ardından. Anneannem bu küçük evde yaşamayı kabul etmiş etmesine ya, alışamıyormuş geçmiş yaşamına benzemeyen ve eksiltili bir cümle diye tanımladığı yeni yaşamına. Dedem de giderek bezgin ve küskün birine dönüşmüş.
Evliliklerinin altıncı ayında, anneannemin babası bir uçak kazasında yaşamını yitirmiş. Tüm serveti biricik kızına ve dolayısıyla da dedeme kalmış. Anneannem, dedemi işleri toparlamaya ve babasının yaşadığı büyük evde yaşamaya ikna etmiş. Ocağın tütmesi ve hatıralarına yakın olma isteği anneannemin, dedemin katı tutumunu yumuşatmış.
İşte bu evde kendilerine daha başka bir yaşam kurmuşlar. Çocukları çok seven dedemin baba olabilmesi doğal yollardan mümkün bulunmadığından, her türlü tedaviyi denemişler. Fakat ne yaptılarsa bu gerçekleşememiş. Sonunda, koruyucu aile olmaya karar vermişler. Çok geçmeden de koruyucu ailesi oldukları kız çocuğunu, yani annemi evlat edinmişler.
Ben ve ağabeyim Mustafa Kemal dünyaya gelmeden bir süre önce, anneannemiz amansız bir hastalığın pençesine düşmüş. Dedem tüm servetlerini ortaya dökmüş. Ancak anneannemin ölümüne mani olamamış. Onu hayal meyal anımsıyorum. Annem onu anlatırken hep ağlamaklı olur. Dedem de, anneannem de yumuşak huylu insanlar olduklarından, neredeyse tüm yaşamları boyunca iyi geçinmişler. Fakat onların da halledemediği bir sıkıntıları yok değilmiş. Dedem zeytin yemez. Hala öyledir. Hatta zeytin bulunan sofraya dahi oturmaz. Zeytinin adı geçse kıp kırmızı bir renk alır yüzü. Annemden dinlediğim kadarıyla dedem, anneannemle tanışmazdan evvel bir kadın sevmiş. Ama ne sevmek. O kadının gözleri için, en uzun boylu zeytin ağacının en üstteki dalındaki iki iri tane dermiş dedem. Bu iki iri zeytin tanesi uğruna ne çok şey yapmış, yaşamış. Hayat bu ya, nihayeti vuslat olmayan bir aşkmış onlarınkisi. Rengarenk anlamına gelen bir adı varmış kadının. Belki dedemin renkleri sevmeyişi de biraz bundanmış. Onları doğduğu andan beri hiç göremediğinden değil. Dedem doğuştan görme yetersizliği bulunan biri bu arada. Anneannemi o büyük yangından sağlimen kurtarabilmesini de bu sayede başarmış zaten. Kimse duman yüzünden göz gözü görmeyen o binaya giremiyormuş. Bina tam çökmek üzereyken dedem içeri girmiş. Yangın nedeniyle çöken tavanın altında kalan anneannemin sesini duymuş çünkü. Herkes duymuş bu sesi. Sadece o cesaret edip girmiş içeri. Sonradan öğreniyoruz ki, yalnızca cesareti değilmiş onu yangın yerine sürükleyen. Bir bakıma yaşamaktan vazgeçtiği günlere rastlarmış o yangın. Tabi bu vazgeçişin mimarı o en uzun zeytin ağacının en üst dalındaki iki zeytin tanesine benzettiği gözlerin sahibiymiş. Ancak anneannemin kurtuluşuyla neticelenen bir kahramanlık öyküsü doğurmuş duman ve ateş.
Dedemin anneannemin varlığına rağmen hiç yok sayamadığı o zeytin gözlerin taşıyanı kimdir, nerede yaşar, ne yapar bilmeyiz hala. Anneannem için çok zor olmuş ilk zamanlar bunu idrak etmesi. Yangından sağlimen kurtulmasını bile bu hayalet kadına borçlu olduğunu düşünmek hem onun içini yumuşatıyor, hem öfkesini giderek arttırıyormuş. Anneannem karmaşık duygularıyla boğuşurken, dedem benliğinde kök salan o zeytin gözler uğruna bu kez de elinden gelse tüm zeytin ağaçlarına düşmanlık beslemeyi kurar olmuş. Ne tuhaf. Aşkın ve öfkenin aynı toprakta bunca güçlü filizleniyorluğu. Evlilikleri boyunca dedemin sevgisini kazanmak için uğraşmış durmuş anneannem. Annemi evlat edindiklerinde anneannem artık bu durumla başa çıkmaya çalışmayı, zeytin gözlü hayalet kadınla savaşmayı bırakıp derinlikli duyguların kuşattığı bir rıza göstermiş. Çünkü dedem, annemi asıl adı yerine sevdiği o kadının adıyla çağırıyor, her konuşmalarında senin bir oğlun ve bir kızın olacak. Kızının adı Mihrimah, oğlunun adı Mustafa Kemal tamam mı diye tembihliyormuş. Hatta anneannem bile bu tembihi anneme tekrar ederken yakalıyormuş kendisini. Hiç evlatlık gibi hissetmedim kendimi der annem. Etraftaki herkes onun gerçekten dedemle anneannemin kızı olduğunu düşünür, yalnızca resmi işlemler sırasında ve çok gerekli hallerde bu durum dillendirilirmiş.
Şimdi bu kocaman evde ağabeyimle koşup oynuyoruz. Bu arada tıpkı dedemin tembihlediği gibi olmuş. Annem ağabeyime Mustafa Kemal, bana Mihrimah adını vermiş. Büyüdük sanki azıcık da. Anlamaya, anlamlara erişmeye çabalıyoruz. Sohbetlerimizde soruyoruz bazan birbirimize. Dedemin yıllara rağmen küllendirmediği aşkı mı, yoksa anneannemizin bunu bildiği halde dedeme karşı besleyip büyüttüğü müdür gerçek aşk? Sonra bırakıyoruz iki aşkı kıyas etmeyi, hayranlıkla gülümsüyor, oyunumuza kaldığımız yerden devam ediyoruz. Gitmeliyim. Dedem kahvaltıya çağırıyor. Zeytinsiz, renksiz, fakat gerçek aşkla kuşatılmış bir sofraya...
YORUMLAR
güzel bir hikaye, aktardığınız için teşekkürler
fakat bir sorum olacak, gecenin bu vaktinde okuduğumdan olsa gerek,
dedesinin sevdği kadının adı zeytin mi? o kısmı çözemedim :) zeytin vurgusu soru işareti kaldı bende.
bir de hikayeden beni koparan bir nokta var söylemeden geçemeyeceğim, anne annem derken bir iki kim anne kim anane karıştırdım ayrı yazılması ben de kopukluk yarattı
bu arada ben de renk körüyümdür :)
saygılarımla...