- 866 Okunma
- 2 Yorum
- 0 Beğeni
'kütikula'
Gerginliği yüzümden silip atmak istesem de, başaramamış, üstüne çevreme verdiğim olumsuzluklardan ötürüde defalarca özür diliyordum. Biri bir şey mi istedi ve ben o an yüksek bir ses tonuyla mı yanıt verdim; çok geçmeden ‘az önce sesimi yükselttiğim için senden özür diliyorum’ diyerek ortamı yumuşatmaya, en azından ikili ilişkilerimin daha da berbat hale gelmesinden çekinmeye başlamıştım. Bu bir süreçti, geçeceğini biliyor ve eskisinden daha iyi olacağıma dair umutlandığım da oluyordu. Fakat bu sefer diğer durgunluk anlarımdan daha kötü bir anafor içerisinde olduğumu yadsıyamadığımın farkındaydım. Sebebin ne olduğunun ne önemi olabilirdi ki? İnsanlar sadece seni o an nasıl olduğunla karşılıyor ve ona göre tepkilerini veriyorlardı. Böylece doğal bir eğilim dahi gösterdiklerine inanıyorlardı.
Özür dilemekten de yorulduğum zaman susuyordum. Zaten susma konusunda mahir olduğum söylenebilir ama neden sustuğum konusunda bazı önyargılarla karşılaşınca konuşmaktan kendimi geri çekemeyip, ‘aslında biliyorum ne demek istediklerini ama onlara istedikleri yanıtı vererek onları tatmin etmeyeceğim’ diye düşünüp, kendi kendime telkin ve teskin çalışmaları yapıyordum. İnsanlara yanıt vermek, bir durumu ya da meseleyi açıklamaktan ziyade susmanın çoğu zaman faydalı olacağını kim inkâr edebilir ki? Yine de toplum hayvanı olarak ilkelliğin gösterimine ara verip, ara ara gerçekliğin paydası olduğuna inanılan net bir şekilde doğruları söylemenin faydası olduğuna da katılabilirim. Bu açıksözlülükle süslenmiş bir paradokstan başka bir şey olamaz mı? Faydası ya da zararından ziyade yine de insanları sözlerle daha berbat hale getirmenin, hatalarını yüzlerine söyleyebilmenin iki tarafa da daha çok zarar verdiği söylenemez mi? Buna nasıl inandığımdan ve yapmam gerektiğinden çok fazlasını içimde tutarak, haklı veya haksız olmanın kritiğini kendimle yapabilme sınırına eriştiğimi düşünerek keyif alma peşindeydim. Eğer Emine konuşmaya beni zorlamasaydı, belki de ciddi anlamda keyif alabilirdim.
Üzerimde eskimiş bir gömlek ve üzerinde lacivert süveterim vardı. Bu süveteri aldığım ilk gün kanım ısınmıştı. Bugün bile üzerimde olduğunu hissederek haz alıyorum. Basit ve doğal haz kaynaklarımın olduğu konusunda tereddütsüz bir tartışmaya girmeye hazırım ama bu konuda da açıklama konusunda pek istekliği olmayacağımı öngörüyorum. Emine’nin ruh hali itibariyle benden aşağı kalır yanı olmasa da, yüzümü görünce endişelendiğini bilmek hoşuma gitmişti. Her gün onlarca insanın yüzüne bakıp, ‘ne bu yüzünün hali’ diyen çıkmadığı için Emine’ye en azından bu konuda bir şeyler anlatabileceğimin farkındaydım. Bunun için ondan gelecek bir mesaj gerekiyordu. Öyle de oldu. Akşamüzeri on saniyelik karşılaşmamız sonrası çok geçmeden telefonuma gelen mesajın kendisinden olduğunu tahmin ederek telefonu elime aldım.
‘Neydi o yüzünün hali, iyi misin sen?’ Hala iyileşmekten uzak, ara ara gerginliğimi kendisinden aldığım sağ kolumu okşamak için telefonu motosikletin üzerine bırakırken, marketin camekânından içeri bakıyordum. Kapanmasına daha çok olmasın karşın, yine de içimde geç kaldım endişesi taşıyordum. Kolumu okşamalarım hemen faydasını gösteriyordu. Kısa süreliğine bu rahatlamalar olmasa her gün iki tane kas gevşetici içip yaşamanın ne kadar berbat olacağını biliyordum. ‘Ya’ dedim, ‘bana inanmıyordum. Kendin görünce inandın değil mi? İyi değilim dediğim zaman bana inanmamıştın. Değilim ve sakınmıyorum da.’ Marketin içerisi ışıl ışıldı. Böyle bir yerde çalışıyor olma fikrine katlanamıyordum. Aslında ışıkla herhangi bir problemim yok. Florasan loşluğu yerine yüksek watt bir ampulü tercih ederdim ama niyeyse marketin ışık seviyesine takılı kalmıştım. Raflar arasında dolaşmama gerek yoktu. Ne alacağımı biliyordum. Dört tane soğan, et ve yufka işimi görecekti. Baharatların olduğu rafın önünden geçerken gözüme susam takılmıştı. Böreği her defasında çörekotuyla da yapsam, bu sefer susam kullanabilirdim. Susamın dört sıra sağında duran isot dolgun ambalajıyla göz mü kırpmıştı? Sanırım bana öyle gelmişti ve reverans karşılığında onu da kucağıma alarak kasaya doğru ilerlerken, lastikli çarşaf görünce duraksadım. Nicedir aklımdaydı ama her seferinde vazgeçiyordum. Beyaz bir lastikli çarşafa kim hayır diyebilir ki? Elinden geldiği kadarıyla hem yatağın hem de odanın havasını değiştirecek beyaz bir çarşafım olacaktı. Evet, bu sefer kararlıydım. İkinci reveransımı çarşaflara karşı yapmak üzereydim. Fakat beyaz lastikli çarşafların tek kişilik yataklar için olduğunu görünce yüzümü buruşturdum. Krem mi yoksa sararmış beyaz renkte mi olduğunu tam olarak çıkaramadığım çarşafla kasaya doğru yürürken ‘hiç, yoktan iyidir’ diyordum. Cebimden çıkardığım, içinde ekmek kırıntıları olduğunu o an fark ettiğim iki poşetin içerisine aldığım malzemeleri koyarken, son tutara kulak kesilmiştim. Çarşaf haricinde beş parça malzemenin tutarı can sıkabilirdi ama gece börek yemeye niyetlendiğim için umurumda değildi. Hem susam ve isot bir günde tükenmeyeceklerdi.
Eve varmadan önce Emine’ye ‘neyse, görüşürüz sonra’ diye mesaj atmıştım. Eve varınca ilk işim böreğin iç harcını pişirmek olacaktı. Emine bu planıma müsaade etmemişti. Mevzu benim ruh kırgınlığım, iç sıkıntılarım gibi gelse de o da muhabbet edecek biri arıyordu. O evindeyken benimle muhabbet etmesi yerine, film izlemesini, kitap okumasını ya da eşiyle ilgilenmesini tercih ederdim. İşte, arkadaşlar arasında gerçeği olduğu gibi söylememe anlarından biriyle yüzleşiyordum. Bir yandan kötü oluşumla ilgili olarak muhabbet etmesi hoşuma giderken, diğer yandan kendimi hasta hissediyor ve bu hastalığımın beni yalnızlaştığını kabul ederek, yalnız kalmayı problem haline getirmek, üzerinde konuşmak da istemiyordum. Kimseyle konuşmamayı tercih ediyordum, bu doğru ama bu demek değildi ki konuşmak isteyen karşısında susup, her şeyi daha kötümser ve yalnız bırakmak istiyorum. Böyle olmaması için elimden geleni ardına koymadan, hatta zorlansam bile bu yalnızlığa kimi zaman es verebilmem gerekiyordu. Yalnızlığın daha yalnız göründüğü mat ve soğuk anlardan, çocuk terinin tatlımsı kokusunu almayı özlediğimi bana anımsatan kısa muhabbetler konusunda hayır diyemezdim. Emine iki saat boyunca farklı meselelerden bahsetmiş olsa da, muhabbetin son konusu yine içinde saplanıp kaldığım hastalığımdan başka bir şey değildi. Ruh halimin bir hastalık olmadığını ama kimi zaman davranışlarıma nükseden etkilerinin hastalık belirtisi olacağını kavrıyordum. Hastalık ise iyileşme adına bir umuttan bahsedilebilirdi. Ancak bu hastalık değil de, durumun özü, belirtileriyle karakteristik yaşam döngüsü olduğunu ifade etmek, hatta bazen iddia etmek karamsarlığın çıkılmaz, kuytu taraflarına beni götürebilirdi.
Şaban efendi sabah telefon açtığında ‘ ya sana bir işim düştü’ diyordu. ‘Benim kıza defter, kalem filan alınacak da, sen anlarsın bana yardımcı olur musun?’ Yanımda para taşımadığım için ‘olur, geleyim yanına da bana net bir şey söyle, tam olarak ne alınacak, kaç sayfa filan, ona göre bakarız’ diyerek telefonu kapattım. Yanına gittiğimde kızının akşam kâğıda yazıp, kendisine verdiği alınacaklar listesini bana uzattı. ‘İşte bunlar, bakarsın fiyatlarına göre, uygun olanı alırsın. Sen daha iyi anlarsın’ dedi. Defter kitap alma konusunda son zamanlarda tek bildiğim şey aşırı pahalanmış olmalarıydı. ‘Para’ diyerek kısa ve net konuştum. Bunda utanılacak bir şey yoktu. Ben olmasam da o zaten listedekileri parayla almayacak mıydı? Gıcır gıcır maviliğin arka yüzünde Itri’nin resmi vardı. Ön yüzünde Atatürk gülümsüyordu.
Kırtasiyeden içeri girdiğimde abla kardeşin yine içeride olduğunu görünce rahatladım. Eğer abla kardeş burada olmasaydı, başka birine burayı devretmiş olsalardı, büyük ihtimalle kırtasiyeden ucuzundan bir tükenmez kalem alıp çıkabilirdim. Bu huyun yalnızca bende olduğunu düşündüğüm anlar olmuştur. Elbette çoğu insan değişikliği arzulamış olsalar da, hikâyelerinin olduğu, farkında olmadan onları inşa eden geçmişin değişmesi karşısında kısa bir şok geçirirler. Hatta çoğu bu değişikliği sindirmekte zorlandığından, muhabbetleri arasına ‘gördün mü hırdavatçı Recep dükkânını tamamen kapatmış, Nazlı Hanım kuaförünü devretmiş’ gibi kulağa gereksiz gelebilecek bilgileri sıklıkla yineleyebilirler. Ablanın karşısında üniformalı jandarma astsubay duruyordu. Kardeşi üst katın dar ve küçük merdivenlerinden inerken saçlarını siyaha boyadığını fark ettim. Abla bir yandan önündeki işiyle uğraşırken bana bakarak ‘yardımcı olayım’ dedi. ‘Dur’ dedim, ‘defterlere bakacağım, sana da fiyat sorarım.’ Gözleriyle tamam diyerek önündeki işe döndüğünde ben defterlere bakıyordum. Beşer adet 120 sayfa çizgili ve kareli defter almam gerekiyordu. Listede en azından böyle yazıyordu. Fiyatını sorduğum kareli defterin 12 lira olduğunu öğrenince, sadece defterlere 120 lira para vermem gerekecekti. Şaban Efendi’ye telefon açtım. Bir, iki, üç arama derken yanıt vermemesi beni sinirlendirmeye yetmişti. İçten içe kızına sinirleniyor, sanki ilkokul öğrencisi gibi defterini de babasına aldırıyor diye çemkiriyordum. Beş değil de dörder adet defter alsam da yüz lirayı geçecek bir alışveriş olacaktı. Üzerimde Şaban Efendi’nin verdiği yüz liradan başka nakit yoktu. Hem o telefona yanıt verdiği an ‘sen al, ben veririm sana üstünü’ dese bile üzerine para eklemek istemiyordum. İnat etmiştim. Sinirlendiğim için kırtasiyeden dışarı çıkmıştım. İnsanlar önümden gelip geçiyordu. Dudaklarından kan akıyormuş gibi ruj sürmüş, uzun boylu İranlı genç bir kadın sağına soluna dönüp duraksayarak, bir süre duraksadığı yöne bakarak yürüyordu. Ne yaptığını anlama çabası içerisinde değildim. Umursamıyordum da ama onu bir süre de olsa izlemek kafamı dağıtmıştı. Şaban Efendi nihayet geri döndüğünde ‘kusura bakma, sessize almışım telefonu’ dedikten benim açıklamamı dinleyip, sonra da ‘boşver, alma o defterlerden, şu kareli çizgili iç içe büyük defterler var ya, ondan iki tane al yeter’ dediği an rahatlamıştım. Defter olayı halledilmişti ama sırada en zor seçimlerden biri vardı. Kurumamış, yazan altı adet üç farklı renkten tükenmez kalem seçmem gerekiyordu. Eskiden kalemi denemek için boş kâğıt koydukları olurdu. Avucum ne güne duruyordu! Çocukken duvara kalemle yazmamış olsam da, boş yere kalemle karalama keyfini biliyordum. Çocukken duvarı karalamadığımı hatırlıyorum ama daha pis bir şey yapıyordum. Televizyonun arkasındaki duvara burnumdan çıkanları yapıştırıyordum. Bunu neden yaptığımı, amacımın ne olduğunu hala anlamış değilim. Üzerime zamk gibi yapışmış tembellik gibi bir özelliğin çocukluktan geldiğine inanmakta zorlanıyorum ama bu olayı hatırlayınca taşlar yerine oturuyor. Tembelliğimden ötürü lavaboya kadar gitmek yerine, televizyonun arkasındaki duvara sümüğümü yapıştırmak daha kolay geliyordu. Fakat daha derin düşününce, televizyonun arkasındaki dar aralığa kadar girip, riskli bir şekilde bu pis eylemi yapmak da belli bir efor gerektirmiyor muydu?
Parayı uzatırken ’52 lira tuttu ablacım’ dedim. Kadın gülümseyerek eline aldığı poşetin içerisine defterleri, tükenmez kalemleri ve kalem uçlarını koyarken ’50 yeter’ dedi. Gitmeden üç sene önce aramızda geçen zam muhabbetini ona hatırlatmak istiyordum. ‘Hatırlıyor musun’ dedim, ‘üç sene evvel her şeye zam gelecek, o yüzden ithal mal almakta zorlanıyoruz, çoğu ürünün sadece yerli üretimini satmak zorunda kaldık diyordun.’ Durdum, yüzüne bakıyordum. Devam ettim. ‘Şimdi o dediğinin misliyle zam geldi her şeye. Ama mecbur ne yapacak çocuklar, okula gidiyorlar, almak zorundalar.’ Söylediklerimin akıl dolu ya da saçma oluşu önemsizdi. Mavi üniformalı jandarma çoktan gitmiş, yerini üniversiteli bir kız almıştı. Kadının üç saniye duraksama anından sonra ani bir şekilde gülümseyip ‘ay hatırladım, evet evet, seninle konuşmuştuk’ demesi beni de gülümsetirken ‘aynı kırmızı mont’ diyerek üzerimi gösteriyordum. Az daha muhabbet ettikten sonra dışarı çıktığımda ‘bir de hırdavatçıya uğramam lazım, unutma’ diye kendime tekrar ediyordum. Motosikletin arka bagajına poşeti koyarken, iş merkezinin otomatik kapısının yanında, duvara yaslanarak sigara içen kadını fark ettiğimde, haftalardır süren yaşam üzerine gönülsüzlük maceramı bir kenara bırakmam gerekiyordu. Önümden, arkamdan, sağımdan, solumdan; her yerden yüzlerce insan geçen merkezi bir yerde olmama rağmen gözlerim onun yüzünde, bedeninin var olduğu alana kilitlenmişti. İş merkezinde çalışan güvenlik görevlilerinden biriydi. Üzerinde siyah üniforması vardı. Saçlarını arkadan tokayla tutturmuş olsa da, boynuna uzuyordu. Sigarasını içiyordu içmesine ama ben nasıl ona bakıyorsam, onun da kesintisiz ve şifresiz halde bana baktığını fark etmem beni zorluyordu. Kaldırımdan yola motosikletle inmek istemiyordum ama ne kadar aynı şekilde bakışabilirdik ki? Yola baktığımda sonsuz bir hiçliğin ortasına doğru ilerlemem gerekiyordu. Yola inmiş olsam da gözlerim hala onun gözlerinde, yanından geçinceye kadar kısa süreli de olsa bu sevincimi kaybetmek istemiyordum.
…
Hiçbir şey yapmayacaktım. Sütten ağzım önceden defalarca yandığı için de olabilir ama hayır, hiçbir şey yapmak istemiyordum. Yüzünün gerginliği, sigara içişindeki salt kırgınlık ve bedeninin duruşundaki hayata karşı diklik gibi bazı betimlemeleri yan yana gelince beni çarpan güzelliğini açık havaya götürüp, sakinleştirmem gerekiyordu. Çok sürmeden öyle olduğuna inanarak markete girdim. Nicedir kahvaltıda tatlı bir şeyler yemiyorum diyerek bal alacaktım. Hayatta kalabilmek için ölü taklidi yapıyorum. Yine aynısını yapıyordum. Bir ölüden ayakta durmaktan başka ne farkım vardı ki? Elimde tuttuğuna inandığım bal kavanozunun yere düşüp, camın kırılma sesini duysam da yerimden kımıldayamıyordum. Öylece durmuştum. Hiçbir nesneyi algılayamıyordum. İnsanın olabileceği ve duyumsayabileceği yalnızlıktan daha yalnız nesnelere karşı duruşumu ifade ediyordum. Bekliyordum. Bir ses beni tekrar dünyaya geri getirene kadar bekleyebilirdim de. ‘Beyefendi, beyefendi… Oradan çekilirseniz temizleyeyim. Beyefendi?’ Biri beyefendi diyordu ama bana demesi imkânsız. Ben ve beyefendi? Hah, lakırdı. Tamamen aşağılayıcı bir sesleniş. Bir de buna standart kibarlık diyorlar. Beyefendi demesine gerek yoktu solgun yüzlü kızın. ‘Çekilir misin oradan, sana diyorum hey, ne yaptığının farkında mısın?’ Eğer böyle deseydi gülümseyebilirdim de! Elindeki faraşı görünce kendimi tutamadım. Güldüm. Kızın içinden ‘herhalde deli mi ne bu, kavanozu kırıyor, üzerine salak gibi gülümsüyor’ dediğini duyabiliyordum. ‘Öyle olmaz’ dedim. Kendime gelmiştim. ‘Bana boş karton getirebilir misiniz iki üç tane küçüğünden?’ Kız şaşırtmıştı. Ne diyeceğini kestirememiş halde ‘ama’ dedi, duraksadı. ‘Siz getirin’ dedim. ‘Faraşla bal temizlenir mi hiç? Bir de yerleri sildiğiniz paspası da getirirseniz şahane olur.’ Mavi kotuna sıkışmış bacaklarındaki eklemlerle dudakları arasında bağlantı kurulabilirdi. ‘Çaktık arkadaş ya, ne insanlar var!’ Getirdiği küçük kartonların içinde önceden fındıklı bisküvi vardı. Şimdi cam tesirli bal ile dolacaktı. Diğer kartondan birkaç parça kesip, zemindeki balı kestiğim parçaya sıkıştırıp fındıklı bisküvi kartonunun içine atıyordum. Sanırım cam kavanozun içinde bal olduğu için kırılması bile normalden daha farklı olmuştu. Kavanoz önce tam olarak birbirinden ayrılmamıştı. Ayrıca iki büyük cam parçası haricinde etrafta cam kırığı da yoktu. Mesele balı yerden temizlemekti. Eğer kavanoz düşer düşmez yerden kaldırmış olsaydım, bal bu kadar zemine yayılmayacaktı. Kız az ötemde durmuş beni izliyordu. Tek kelime etmeden zemindeki balı temizledikten sonra, getirdiği ıslak paspasla zemini silmeye başlamıştım. O an arkadan bir ses hem kızı hem de beni şaşırtmıştı:’ Ooo, burada işe mi başladın temizlikçi olarak?’ Arkamı dönüp baktığımda, her dönem kaydını yaptığım ama pek de ilgili olmadığım dersleri bana hatırlatan adamla karşılaştım. Serkan fakültede memur olarak çalışıyordu. ‘Yok’ dedim manasız bir yüz ifadesiyle. Paspasla son kez çektikten sonra temiz olduğuna kendimi inandırmak için elimle zemine dokunurken kıza dönüp ‘tamamdır, yer temiz’ dedim. Arkamdaki ses meraklıydı:’ Ne oldu, ne döktün yere?’ Yüzüne baktım. Bal kavanozlarına başımı çevirdim. Yirmi dakika önce beni hiçliğe sürükleyen bakışlara ait sarışınlığı anımsadım. Kavanozdaki bal daha koyuydu. O ise ikindi güneşi. Kuru bir nasılsın muhabbeti sonrası markette çalışan kızın elinde ıslak mendille yanıma yaklaştığını gördüm. ‘Elinizi silin diye…’ derken kendisini salakça bir işten kurtardığım için memnun gibi gözüküyordu. ‘Ben’ dedim, ‘şu balın parasını ödeyeyim de çıkayım buradan.’ Yemediğim balın fahiş fiyatını ödeyip, Serkan’ın sıkıcı sorulardan da kaçınmak için marketten çıktığımda, motosikletinin koltuğunda parlayan kuş bokunu gördüm. Gerçekten şanslı bir adamım.
Emine’yle bir sonraki gece uzun süren bir muhabbetin ardından birkaç gün hiç görüşmemiştik. Akşamüzeri ondan mesaj gelmişti. ‘Unuttun bizi’ diye mesajını cevaplamıştım. ‘Hiç sorma, bu aralar kayınvalidem hasta da onunla uğraşıyorduk. İşten de izin almıştım, çok yoruldum bu ara.’ Mesajını okurken gerilmiştim. İnsanın kendisinden başka insanlara karşı sorumluluk duygusu beslemesi, dahası bu duyguyla iş yapması, hayatından belli bir zaman dilimini ayırması büyük bir irade gerektiriyordu. Böyle bir durumun üstesinden gelemeyeceğim için değil ama vereceği gerginliğin ve de yorgunluğun hesabının bile ne kadar zor olduğu hayal edebiliyordum. ‘Olsun canım, sen iyi ol da. İyidir umarım durumu şu an.’ Mesajım da düşüncelerim kadar sıkıcıydı. ‘İyi iyi şükür, bak ne diyeceğim… Neredesin sen? Yakınlardaysan görüşelim mi? Yanımda bir arkadaş var. O birazdan gidecek ama sen de gel, bir kahve ısmarlayayım sana.’ Kuru kayısı almak için şehir merkezine doğru yürüyordum. Eğer tahmin ettiğim yerdeyse, kendisine çok yakındım. ‘Neredesin sen?’ Emine’nin yanındaki arkadaşın ben cafeye varmadan gitmesini arzuluyordum. ‘Gönül’deyiz arkadaşla. Sen?’ Şaka yapıyor olmalıydı. Çünkü on adım geri yürüyüp, karşıya geçersem Gönül’e varmış olacaktım. ‘Bekle, iki dakikaya oradayım.’
İki dakika geçmeden Gönül’ün önündeydim ama oturduğu masaya gitmem iki senemi almış olabilirdi. Emine’nin yanında oturan, beni karamsarlıktan hiçliğe sürükleyen bakışların sahibiydi. Yazgı talihsiz bir oyuncunun üzerinde deneysel bir şeyler mi denemek istiyordu? Acaba gözlerimi yumsam, biraz beklesem ve tekrar açtığımda Emine’yi tek mi göreceğim? Sanırım hayal görüyordum. Emine’nin iş yerinden arkadaşı olmalıydı. Beraber kafeye kadar yürümüşlerdi. Emine âlicenaplık göstermiş, ‘gel kız bir şeyler içelim’ burada demiş ve önlerinde duran bitki çaylarını yudumlamışlardı. Evet, evet bundan başka türlü olamazdı. Masaya yanaştığımda Emine beni fark eder etmez ‘ya ne çabuk geldin, cidden neredeydin sen’ dedi. ‘Kuru kayısı almak için yürümüştüm evden, sen yazarken karşı caddedeydim, döndüm geldim.’ ‘İyi oldu desene ya, görüşemedik bayadır da, dediğim gibi kusura bakma; bu arada arkadaşım Asuman.’ Tuttuğum Asuman’ın eli miydi yoksa çite takılmış pamuğu mu tutuyordum; ürpermiştim. O’ydu. Evet, akşam karanlığında kafenin loş ışığında daha farklı gelebilir ama o’ydu, o’nun bakışlarıydı, onun sigara içerken gerilen dudaklarıydı. ‘Memnun oldum’ diyebildim. Başka bir şey diyebileceğimi sanmıyordum. O biraz önce olmalıydı. Evreleri hızlıca geçirmiş, karamsarlıktan dibi boylamadan önce hiçliğe geçişte azami bir performans sergileyen ruhumun itirazı yoktu. Konuşacaktım. Emine’ye bakıyordum, bir şeyler anlatıyordu. Arada Asuman’a doğru bakışlarımı kaçırıyordum. Emine, siyah polar kazak giymiş kafede çalışan kıza seslenmeye çalışıyordu:’ Bir az şekerli kahve alabilir miyiz?’ ‘Siz’ dedim ve sustum. Bir an ne diyeceğime karar veremedim. Emine ‘siz dedin, ne oldu, iyi misin?’ derken cümlelerimi toparlamaya çalışıyordum. Heyecanlanacak bir durumum olmamalıydı. Hiçliğe savrulduğunu iddia eden biri için açık sözlü olmak erdem değil, gerekliliktir. Asuman’a dönerek ‘siz cazibe iş merkezinde mi çalışıyordunuz?’ Bir gün Emine’yi göz çevresine yaptığı makyaj konusunda uyarmalıyım. Göz makyajı konusunda her defasında sınıfta kalıyordu. Kendi zevki bu olabilirdi ama rahatsız edici simli yeşil renkte gözkapağına yaptığı makyaj gözünü iyice çaresiz ortada bırakıyordu. Hem koyu renkte palet kullanmasında ne gibi yanlışlık olabilirdi ki? Emine bana ‘sen benim farıma, kalemime, rimelime karışma da Asuman’a bunu niye sordun’ gibi bakıyordu. Asuman gülümseyerek ‘evet’ dedi, ‘orada güvenlik görevlisiyim. Daha önce sizinle karşılaşmış mıydık?’ ‘Geçen hafta Cuma günüydü sanırım, kapı önünde sigara içerken sizi görmüştüm.’ Emine şaşırmıştı. Bana bakıyordu.
Asuman ‘tekrardan memnun oldum, size iyi oturmalar’ diye ayaklanırken Emine’de ayağa kalkmıştı. Asuman eğilip Emine’yle öpüştükten sonra bana tekrardan elini uzatınca elim kirliymiş gibi dizime sürdükten sonra tokalaştım. ‘Görüşürüz’ derken gözlerinin içinde yüzüyordum. Gece karanlığında denize girmekten farksız, insana ılık bir his veriyordu. Ben de sırıtarak ‘görüşürüz’ dedim ve elimi bir süreliğine boşlukta beklettim. Asuman kafeden çıkarken arkasından bakıyordum. Tekrar sandalyeye oturduğumda Emine ‘ne oluyor ya, sen Asuman’ı tanıyor muydun’ diye sordu. ‘Emine’ dedim, ‘göz makyajına bayılıyorum. Fakat biraz farklı renkler denemen gerekiyor canım.’ ‘Ay, sağ ol cidden, ne garip adamsın sen ya, göz makyajım ne alaka şimdi?’ Duraksadım. Susamıştım. ‘Ben su alıp geleyim’ diyerek ayaklandım. ‘Ya dur getirirler’ diye arkamdan Emine sesleniyordu. Masaya geri döndüğümde Emine ‘dürüst olur musun bana, ne oluyor sana, Asuman’ı gördüğün andan beri bir garipleştin. İyi misin?’ ‘Emine’ dedim, yarım litre suyun yarısını bir dikişte içmiştim. ‘Sana karşı açık ve dürüst olacağım. Ben birkaç haftadır kötüyüm diyordum sana, bunu biliyorsun evet, ben Asuman’ı, arkadaşını geçen hafta gördüğüm günden beri tamamen kayboldum. Şaşırdığının farkındayım, belki biraz sonra bana sizin aranızda bir şey olamaz bile diyebilirsin, sebeplerini sayarsın; makul karşılarım anlatacağın her şeyi ama ne olur yargılama hemen. Ben o günden beri her gün, her saat onu düşünüyordum. Asla gidip kendisiyle görüşemezdim, bu konuda kendime karşı sözüm var ama bugün seninle burada oturması, seninle arkadaş olması ve benim onu tekrar görmem, hem de senin yanında görmem… Hislerim öyle yoğun ve öyle şaşkınım ki; hatta mutlu bile sayabilirim kendimi her şeye rağmen.’ Sustum. ‘Saçmalama lütfen’ dedi. ‘Bilmen gerekir ki senin mutlu olman, öyle hissetmen benim için de çok önemli. Eğer gerçekten söylediğin gibi Asuman’dan etkilenmişsen, ona bunu söyleyebilirim. Tabi, onun vereceği yanıt önemli. Kendisi seninle tekrar görüşme gibi bir fikirde değilse, kabul etmezse senin görüşmeyi, şimdiden söyleyeyim ki hemen heveslenme canım.’ Emine beni düşünüyordu. Arkadaşlar böyle zamanlarda insana gerçeği ve doğru olanı gösterme açısından çok önemlidir. İki kulağımla Emine’yi dinlemiş olsam da, Asuman’ın giderken söylediği ‘görüşürüz’ kelimesi beynimin her köşesinde dönüp dolaşıyor, ruhumu etkisi altına alıyordu. Emine yanımdan ayrılıp, evine giderken ‘sen sıkma canını, ben bir konuşup sana dönerim sonra’ demesiyle geri sayım başlamıştı.
İki gündür Emine’den tek mesaj gelmemişti. Ben yazabilirdim kendisine ama yanlış anlamasından çekiniyordum. Kendisinin bana olumlu ya da olumsuz bir yanıtla dönmesi daha sağlıklı olacaktı. Her ne kadar Emine’ye karşı dürüst olsam da, bu türlü konularda birdenbire atılacak bir ‘merhaba’ mesajının bile onda ‘meseleyi öğrenmek için yazdığının farkındayım’ izlenimi oluşturmasını istemiyordum. İyice her şeyi boşlamıştım. Televizyonun on saattir açık olduğunu ve aynı kanalın üzerinde ‘mute’ yazılı şekilde programların dönüp durduğunu Emine’den sabah gelen mesajla algılayabildim. Geceden beri otuz sayfa okuyamadığım kitabı kucağımdan düşürüp, telefonu elime aldım. Yanlış görmüyordum. Telefon ekranında Emine yazıyordu. Emine bana mesaj atmıştı. Evet, bu Emine’nin telefon numarasıydı ve ben onu Emine olarak kaydetmiştim. Eğer rehberimde başka Emine yoksa bu gelen mesaj Emine’den başkasından olamazdı. Ya da hayır; ya Emine’nin telefonunu birileri ele geçirmişse? Emine’nin rehberindeki herkese mesaj mı göndermişlerdi? Böyle bir şey imkânsızdı. Daha doğrusu Emine’nin parmak izine ihtiyaçları olacaktı. Emine’yi kaçırıp, zorla parmak bastırarak telefonunu açıp, rehberindeki herkese mesaj göndermiş olabilirlerdi. Sahi, neler düşünüyordum. Saçmalamaktan başka bir işim yokmuş gibi davranıyordum. Emine mesaj üzerine bir de fotoğraf göndermişti. İki gün sonra önce bir mesaj ve sonrasında gelen fotoğraf ne olabilirdi ki? Emine yoksa gözlerine…
Emine beni haksız çıkarsaydı iyiydi: ‘Merhaba, nasılsın. Bak sana bir şey göstereceğim, acaba bu senin hayalindeki makyaja yakın mı?’ Ve onun masası, kolu, kazağı, yüzü ve göz makyajı. ‘Güzel olmuşsun Emine’ diye cevap yazdım. ‘Yapma’ diye cevap yazdı. ‘Bak, sen bir fikir söyledin, o da bana yöntemi anlattı. Sizin sayenizde oldu.’ ‘Siz derken’ dedim, ‘aramızda konuştuklarımızı başkalarına anlatmasaydın iyiydi.’ Telefonu bir köşeye koyup, kitaba geri dönmek istiyordum. ‘Siz derken, sen ve Asuman canım. Sizden bahsediyorum. Asuman makyaj konusunda uzman sayılır. Kendisi pek yapamıyor, bu aralar cildi hassas onun. Neyse canım şey yazacaktım, Asuman bu akşam iş çıkışı bana buluşalım dedi. Eğer o da müsaitse…’
…
YORUMLAR
aşk filan acayip şeyler bunlar. ben pek anlamam o konulardan da, öyle ileri geri konuşurlarken duydum. bazen bir ışık gibidir mesela. birden içine giriverir, bu arada çoktan bitki olmuşsundur, farkında bile değilsindir. içine hapsettiğin sudur mesela. yaşam kaynağındır. dış güçler bu değişken ışık ve sularla birlikte seni koparana kadar ömrünce yaşar durursun.