- 812 Okunma
- 0 Yorum
- 1 Beğeni
Aşkı Çöpe Attım - Bölüm 5 (İstanbul)
Selim’in büyüdüğü topraklardan ayrılışının ilk ayı dolmuştu sabah güneşi yeni yeni doğarken. Bu gece de uyumamış Haliç kenarında ki bir bankta sabahlamıştı. Bazen uyku tutmadığı geceler hep aynı şeyi yapıyor, sabahlara kadar Haliç’i izliyordu. Sessiz ve sakin bir gecenin ardından, araçların ve insanların sesleri hafiften duyulmaya başlamıştı. İstanbul da yepyeni bir gün başlıyordu Selim için. Geldiği günden bu yana bir lokanta da garsonluk yapıyor, akşamları sandalyelerden yaptığı yatağında yatıyor, bazen de gelip Haliç kenarında sabaha kadar uyumadan öylece oturuyordu. Saatine baktı ve koyuldu işe gitmek için yola. Bir ay çok çabuk geçmiş dertleri de bir nebze hafiflemişti Selim’in. Şükretti Rabbine, çünkü ondan başka sığınacağı kimsecikler yoktu artık.
Selim hep filmlerde gördüğü İstanbul’un altını üstüne getirmeyi kafasına koymuşçasına gezmişti bir ayda her yeri. İlk zamanlar kalabalıktan bunalmış olsa da artık alışmıştı insanlara ve yoğunluğa. Bu kısa sürede gitmediği yer kalmamıştı, ecdadından miras kalan, peygamber övgüsü almış ecdadın hediye ettiği bu kutlu şehirde. Tarihi sevdiği için ilk önce tarihi mekanlara gitmiş, her gittiği yerde farklı duygulara kapılmış ve Osmanlı’ya bir kez daha hayran kalmıştı. Ama en çok etkilendiği yapı, tabi ki Fatih Sultan Mehmet Han’ın hediyesi olan Ayasofya Cami olmuştu. Kaç yüzyıldır dimdik ayakta duran bu yapıya aşık olmuştu sanki. Sultan Ahmet Camisine her gidişinde, Ayasofya’ya da uğramadan edemiyordu. Bazen sabah namazlarında Eyüp Sultan Caminde bulunuyor, bazen de Mimar Sinan’ın yaptığı Mihrimah Sultan Camisinde. Aklında çizdiği rota da her gün başka bir cami de bulunmak istiyordu. Kısacası İstanbul her şeyin bulunduğu, her türlü yaşam tarzını içine almış koca bir deryaydı Selim’in gözünde. İstanbul aşkıyla bastırmak istiyordu belki de Neriman’ın aşkını. Ve bu aşkı anlattığı şiir geldi aklına. Hemen kurcaladı ceplerini ve buldu kelimelere sığdıramadığı aşkı İstanbul’u anlattığı şiirini.
Selim de sığdıramamıştı kelimelere dünya da eşi benzeri olmayan bu güzel şehri, kimselerin sığdıramadığı gibi. Lokantaya vardığında dükkanın kapıları açık bir vaziyette buldu. İçeriye girmesiyle işten atılması bir olmuştu. Küçük valizini tezgahın altından alıp ayrıldı oradan ve yine düştü bilinmez yollara. Cebinde pek parası yoktu ama zaten Selim’in parayla işi de yoktu. Bir an önce kafasını toplaması ve hayatına bir çeki düzen vermesi gerektiğini de çok iyi biliyordu. Çünkü İstanbul hem iyi, hem de kötü yanları olan bir şehirdi. Ya düzgün bir hayat yaşayacak yada pisliklerin arasında bulacaktı kendisini. Bu düşüncelerle yürüdüğü yol kenarına oturup bir sigara yaktı Selim ne yapacağını bilmez bir vaziyette. İstanbul da tanıdığı yoktu, gideceği bir yer yoktu, ne yapabilirdi bu koca şehirde. Oysa ne umutlarla gelmiştim diye düşündü yoldan gelip geçen arabaları izlerken.
-Nasıl sığar İstanbul kelimelere diye mırıldandı kendisini sahipsiz bırakan bu koca şehirde.
* * *
İstanbul bahardan kalma bir gün yaşıyordu son zamanlarda. Boğazların etrafında ki her yerde insanlar bu güzel günün tadını çıkarıyordu. Martılar simit atanların etrafında pervane misali dolaşıyorlardı. Herkes mutluydu bugün ve Selim’in de içi içine sığmıyordu. Nedenini kendiside bilmiyordu ama havanın güzel olmasından dolayı olabileceğini düşündü. Boğazın güzel kokusunu içine çektikten sonra Ortaköy’den Sarıyer yönüne doğru yürümeye başladı. Yukarıya bakınca devasa duran Boğaz Köprüsü, köprünün altından bakınca hemen ileride şehrin içine gizlenmiş yemyeşil ağaçlar, sağ tarafından geçen gemilerden dolayı oluşan dalgaların sesleri ve mis gibi bir hava eşliğinde yürüdü yorulduğunu hissedene denk. Aklında uçuşan kelimeleri yazması gerektiğini biliyordu ve o yüzden ilk gördüğü çay bahçesine girdi. Güler yüzlü garsondan demli bir çay istedi ve cebinden çıkardı liseden kalma not defteri ile en sevdiği deniz mavisi yazan, güzel kalemini. Bu kalemini edebiyat öğretmeni ona hediye etmiş ve içindeki cevheri mahpusluktan kurtar, dışarıya bu kalem ile çıkar, diye bir güzel tembihlemişti. Yazması için teşvik eden öğretmeni Selim de bulunan cevheri fark eden ilk kişiydi ve her zaman destek olmuştu öğrencisine. Defterden boş bir sayfayı açtı ve eskimeye yüz tutmuş ekin sarısı kağıtla deniz mavisi mürekkebi buluşturmaya başladı.
Nasıl sığar İstanbul kelimelere?
Anlatılamaz tarihe sığmayan kent,
Selam durur Kız Kulesi gelen geçene,
Dünyayı sarsan medeniyet.
Nasıl sığar İstanbul kelimelere?
Bir yanda Sultanahmed, diğer yanda Ayasofya,
Gülhane şahitlik eder sevgilere,
Kalmıyor ki İstanbul sevgisi lafta.
Nasıl sığar İstanbul kelimelere?
Bir başkadır ilkbaharda Çamlıca,
Köprüler nişanlar iki kıtayı birbirine,
Asırlar, yıllar yatar o kaskoca surlarda.
Nasıl sığar İstanbul kelimelere?
Fatih’i dahi kendine hayran bırakmış,
Verilmez bu şehir kimselere,
İstanbul aşkıyla ne insanlar yanmış.
Nasıl sığar İstanbul kelimelere?
Dimdik ayakta durur Galata Kulesi,
Boğazın kokusu yayılır gök kubbeye,
Her gün dolar taşar Üsküdar İskelesi.
Nasıl sığar İstanbul kelimelere?
Fatih, Eminönü, Topkapı,
Anadolu Hisarı bakar hep Rumeli’ye,
Tüm heybetiyle Dolmabahçe Sarayı.
Nasıl sığar İstanbul kelimelere?
Beyazıt’ta birbirinden güzel yapılar,
Göz mü dayanır Ya Rabbi bu güzelliğe,
Yıllar öncesinden kalan ahşap binalar.
Nasıl sığar İstanbul kelimelere?
Kentin ortasından geçer Haliç,
Sığdıramıyorum bu şehri yere göğe,
İstanbul şarabından hele bir iç.
Nasıl sığar İstanbul kelimelere?
Ahenk dolu Yerebatan Sarnıcı,
Yükü taşıyan hep Yedi Tepe,
Kalbimde durur İstanbul sancısı.
Nasıl sığar İstanbul kelimelere?
Camiler, saraylar, hamamlar,
Nasip olmaz bu aşk herkese,
İstanbul’da yaşanır en güzel anılar.
Nasıl sığar İstanbul kelimelere?
Yatar Eyüp Sultan’da Eyüp El-Ensari,
Güzel yapılı camiler şevk verir gözlere,
Daha adını bilmediğimiz binlerce veli.
Nasıl sığar İstanbul kelimelere?
Burada yaşanır en güzel aşklar,
İstanbul aşkına bulunmaz çare,
Ve burada söylenir en büyük yalanlar.
Nasıl sığar İstanbul kelimelere?
Ömür biter bu aşk bitmez,
Nasıl sığar ki İstanbul kısacık bir ömre?
Yıldızlar söner ama İstanbul sönmez.
İçi rahatlamıştı sanki kelimelere sığdıramadığı şehri gönlünce anlatınca. Üstünden yük kalkmış gibi hissetti ve derin bir oh çekti Selim çayının son yudumunu çekerken. Selim dertlendiği zaman tüm derdini bir kağıda yazar sonra o kağıdı yakmaktan zevk duyardı. Bu şekilde kendisini rahatlatmaya çalışıyordu. Bütün dertleri yanan kağıdın dumanında uçup gidiyordu sanki. Ama İstanbul’u anlattığı şiiri kül etmeye pek niyetli gözükmüyordu. Bu şiirini katladığı gibi koydu cebine ve hesabı ödeyip o güzel günün tadını çıkarmak için çıktı oturduğu çay bahçesinden. Çocuklar gibi sevinçli bir vaziyette geldiği yöne doğru gitmeye başladı.
* * *
Oturduğu kaldırımda düşüncelere dalmış olan Selim, telefonun çalmasıyla gelmişti kendine. Arayan liseyi beraber okuduğu Hasan’dı. Okuldan sonra hiç görüşmemişlerdi bu yüzden şaşırmıştı Selim Hasan’ın aramasına.
-Alo.
-Selim nasılsın?
-İyiyim çok şükür sen nasılsın?
-Bende iyiyim sağ ol. İstanbul’a gelmişsin neden bana haber etmedin? Neredesin söyle gelip alayım seni.
-Zahmet etme kardeşim.
-Ne zahmeti. Bana az kıyağın olmadı.
-Eyvallah.
Selim yerini tarif ettikten sonra telefonu mutlu bir şekilde kapatmış ve Rabbine şükretmişti, Kul sıkışmadan Hızır yetişmezmiş sözünü idrak etmiş bir vaziyette. Ne yapacağını bilmeden otururken bir kapı açmıştı Yaradan kuluna. Biz unutsak da Sen bizi hiçbir zaman unutmazsın, yalnız bırakmazsın, sahipsiz koymazsın. Şükürler olsun sana Allah’ım.
Bir müddet sonra ileriden gülümseyerek gelen Hasan’ı görünce içindeki sıkıntıdan da kurtulan Selim ayağa kalkıp sarıldı arkadaşına. Hal hatırlarını sorarak yürümeye başladılar kalabalıklar arasında ve açlıklarını gidermek için bir yere oturup yemek yedikten sonra, çaylar eşliğinde devam ettiler koyu muhabbetlerine. Önce Hasan anlattı İstanbul maceralarını, halini, vaktini. Selim bu yabancı şehirde aynı topraklardan olduğu bir insanla muhabbet etmenin tadına varmıştı. Kendi insanını özlediğini fark etti, ne de olsa Anadolu insanının dünya da eşi benzeri yoktu. Saatlerce Hasan anlattıktan, masaya çaylar gelip boşlar gittikten sonra, Selim’in keyfini kaçıran soru geldi.
-Sen neler yaptın? Nerede kalıyorsun?
Bu soru üzerine başını önüne eğdi ve düşünmeye başladı Selim. Utanmıştı arkadaşına kalacak yerim yok demeye. Durumun farkına varan Hasan, Selim’in omzuna elini koydu ve,
-Benimle beraber kalır mısın kardeşim? dedi sevecen bir tavırla. Bilmem dercesine dudaklarını büktü Selim ve sustu. Hasan arkadaşının içini rahatlatmak için elinden gelen her şeyi yapıyordu.
-Benim de arkadaşa ihtiyacım var tek başıma zorlanıyorum zaten, sana bir de iş buluruz, beraber yaşar gideriz Selim olmaz mı? Yoldaş oluruz birbirimize, sırdaş oluruz, dertlerimize ortak oluruz. Hadi kalk ve hiç bir şey düşünme benim evim senin evin. Allah’ın izniyle her şey yoluna girer merak etme. Hem biz Anadolu çocuğu değil miyiz? Pes etmek yakışır mı bize? Biz bir birimize sahip çıkmaksak kim çıkacak Selim?
Selim sessizliğini bozmadan minnettarlığını gösteren bir tebessüm gönderdi arkadaşına ve tuttular evin yolunu. Sabah ne yapacağını düşünürken, artık kalacak bir yeri, kendisine sahip çıkacak bir arkadaşı vardı. Gözleri dolu olan Selim sıkıyordu kendisini arkadaşına mahcup olmamak için. Bir aydır ne yattığı yer belliydi ne yediği içtiği belliydi. Hayatına düzene sokmanın ilk adımını Hasan sayesinde atıyordu ve arkadaşının bu iyiliğini ömrünün sonuna kadar aklından çıkarmayacaktı. Şener’den sonra bir dostu daha oluyordu dertlerini paylaşabileceği. Bundan sonra her şey daha farklı olacaktı Selim’in hayatında. Hasan ile yollarının birleşmesi bir dönüm noktası olacaktı.
Eve vardıklarında Hasan arkadaşına hemen yatacağı yere gösterdi ve ihtiyacı olup olmadığını sordu. Selim eşyalarını yerleştirmeye koyuldu ama aklını kurcalayan sorulara cevap aramadan da edemiyordu. Arkadaşına yük olmak istemiyordu o yüzden bir an evvel bir iş bulup çalışması şarttı. Arkadaşının yaptığı iyiliği su istimal etmemeliydi. Selim yeni odasına yerleşirken Hasan da yemek hazırlamakla meşguldü.
-Artık senin meşhur güzel yemeklerinde de yeriz değil mi Selim? diye seslendi içeriye. İşini bitiren Selim arkadaşının yanına gidip,
-İstersen hemen birisiyle başlayabiliriz.
-Yok üç gün hiç bir şeye elini sürdürmem ama dördüncü gün kork benden dedi gülerek. Selim de tebessümler eşliğinde yemeğin hazırlanmasına arkadaşının itirazlarına karşı yardım etti ve İstanbul’a geldiği günden bu yana ilk defa keyifli bir yemek yemenin mutluluğunu sürdü. Yemekler bitip ortalık toplandıktan sonra sıra olmazsa olmayan çay faslına gelmişti. Birer sigara yakıp koyu bir muhabbete daldı iki arkadaş. Ama Selim’in aklı evdeydi. Muhabbeti bölüp,
-Hasan her masrafa beni de dahil edeceksin tamam mı dedi. Selim’in rahatsızlığının farkında olan Hasan,
-Sen şimdi bunları düşünme, içini de ferah tut. Ben seni biliyorum Selim ama önceliğimiz sana bir iş bulmak. İş bulduktan sonra her şeyimiz ortak olur ama bulana kadar hiç bir şeye itiraz etmek yok. Anlaştık mı?
-Tamam kardeşim sağ ol. Allah seni daha güzel mevkilere ulaştırsın.
-Amin Selim amin. Neyse sen neler yaptın? Şiir yazmaya devam ediyor musun?
-Arada sırada karalıyorum bir şeyler. Onlara da şiir denirse işte.
-Okutacaksın bana da onları değil mi?
-Hele bir düzene gireyim, sonrası kolay. Fikirlerini almak beni çok mutlu eder.
-Elimden ne geliyorsa her türlü yanındayım Selim diyen arkadaşına eyvallah demekle yetindi Selim.
Uzun zamandır görüşmemenin etkisiyle gece geç saatlere kadar konuştular. Biten demlik yeniden demlendi sönen sigaralar yeniden yandı. Selim anlattı Hasan dinledi, Hasan anlattı Selim dinledi. Lise anılarından başladıkları muhabbet, konudan konuya geçti, fıkralarla süslendi. Bazen kahkahalar havada uçuşurken, bazen de gözler aynı anda doldu. Ama ne olursa olsun bu olanların hepsi Selim’in içini rahatlatıyor, ayakta dimdik durabilmesi için güç veriyordu. Selim sağlam kişiliğini, düzgün karakterini her şeye rağmen hiç bozmamıştı. Yalnız başına çoğu zorluğu aşmıştı ve şimdi yanında ona destek olacak bir arkadaşı da vardı. Neriman’ı ve ihanetini unutup kendini toplamalı ve hayata sımsıkı sarılma vaktiydi artık. Kendi acı çekerken ailesine de ister istemez acı çektiriyordu. Onların gönlünü alma vaktiydi artık. Herkesin örnek gösterdiği Selim’i tekrardan hayata döndürme vaktiydi artık. Her dert ile savaşma vaktiydi artık.
Saatin geç olduğunu fark ettiklerinde hala çok konuşacak şeyleri vardı ama daha önlerinde konuşacak çok vakitleri de vardı.
-Bu günlük bu kadar yeter. Yorgunsundur. Yat bir güzel dinlen. Yarın devam ederiz dedi Hasan.
-Her şey için sağ ol Hasan’ım. Sen olmasaydın ne olurdu bilmiyorum.
-Böyle düşünme herkes kısmetini yaşar, kısmetini yer Selim. Kader bizi bileştirdi.
-Eyvallah.
İki arkadaş güzel muhabbetin ve günün yorgunluğuyla odalarına çekilip uzandılar. Selim İstanbul da ilk kez böyle yumuşak bir yatakta yatacaktı. Yatağa uzandığında tüm vücudunun karıncalanmasıyla ne kadar yorgun olduğunu anladı ve yumdu gözlerini yeni bir güne, yepyeni bir hayata, yepyeni bir Selim olarak uyanmak için.
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.