- 641 Okunma
- 0 Yorum
- 2 Beğeni
KAYIP YÜZÜK
Uzun bir aradan sonra Gülay, iki günlük tatilini ailesiyle geçirmek üzere yola koyulduğunda eşi ve ilkokula giden oğlu arka koltukta uyumaktaydı. Çift şeritli ana yolda ilerlerken altında Japon arabası ve Tayvan’da üretilen lastikleri ve de “Şimdi Yollardayız” adlı hafif Türkçe sesli şarkılarla hayli uzun geçen bir yolculuktan sonra baba evine ulaştı. Kapıdan içeri girdiklerinde karanlığı gece lambalarının ışıkları aydınlatmakta yetersiz kalıyordu. Buna rağmen özlemle birbirine dolanan kollar, hoş geldiniz ve öpüşmeler sonrası mutfaktan gelen yemek kokuları Gülay’ın tüm bedenini teslim aldı. “Keşke şimdi annem keşkek yapsaydı…” diye düşünürken sofranın hazırlandığını ve başköşeye de o tadın yerleştirildiğini görünce gözlerindeki yorgunluğun yerini küçük bir ışıltı aldı.
Yemekler yenildikten sonra çay ve kahve faslı için herkes köşesine çekildi. Ana-kız sofrayı toplamak, çayı ve de sohbeti demlemek üzere mutfağa geçtiler.
Kayınpeder “Tavlaya ne dersin damat?” derken sanki zaman kaybetmeden bu ana bilenmiş gibi tavlayı kütüphanenin alt bölümünden aldı. Üstünde oluşmuş tozu bir kâğıt havluyla sildi. Yakın gözlüklerini takarken “Damat bu sefer perişan olacaksın” diye takıldı. Uzun süredir orada öylece sessiz sedasız bekleyen tavlamız açılırken aynı sessizliğini göstermedi. Bir kağnının mazılarından çıkan sesler gibi gacırdıyordu. Taşları dizdiler kendilerinden taraf. Birkaç el sonra kayınpeder “Çok şanslısın damat, çok,” dedi. Damatsa, “Belli olmuyor mu babacığım. Evin tek kızıyla evlendim,” diye cevapladı.
Küçük Eren halının üzerinde bilye oynuyordu. En son savurduğu bilyenin birisi dedesinin ayağına çarptı. Zaten oyunda durumu iyi olmayan dede bunu da bahane ederek “Evladım, biraz dikkat etsene! Koskoca yerde benim ayaklarımı mı buldun!” dedi. Bilyeyi aldı ve etraflıca inceledi.
Eren dedesinin bu sözlerinin altında kalmadı. Hemen söze girdi. “Dede, unutma; senin oyun oynama hakkın olduğu kadar benim de çocuk olmamdan kaynaklı haklarım var ve oyun, bunların en başında geliyor.” diye cevapladı.
Dedesi “Yoksa sen Beşiktaşlı mısın?” diye sordu.
Eren “Hayır dede, takım tutmuyorum. Fanatizmi körüklüyor.”
Dede başını sağa sola sallayarak bir gurur vesilesi mi yoksa olayı ukalalık olarak mı değerlendirmesi gerektiğini bilemedi. Yaşından büyük şeyler söylüyordu. Ama gururu da okşanmamış değildi. “Hay kerata! O zaman bu nedir?”
“Dede, bilyenin içindeki bu şekle “Yin ve Yang” deniliyor. Ben öyle biliyorum. Babamsa ‘Her iyinin içinde bir kötü; her kötünün içinde bir iyi vardır.’ anlamına geldiğini söylüyor.
Artık söz damada düşmüştü o da uzun soluklu bir açıklama öncesi boğazını temizler gibi yaptı. Sonra sanki bu anı bekliyormuş gibi başladı anlatmaya: “Yin ve Yang, Chi’nin alçalan ve yükselen evrelerine verilen isimlerdir. Birbirlerine karşıt ama tamamlayıcıdırlar. Birbirleri olmadan var olamazlar. Yin ve Yang, bir temel enerjinin iki fazıdır. Tai Ji içindeki Yang beyazdır ve içinde siyah bir nokta ile Yin vardır. Yin ise siyahtır ve içinde beyaz bir nokta ile Yang vardır. Bu şekildeki duruşları, evrenin dengesini temsil eder. Tüm bu ikilik, bir olarak görünen her şeyin içinde yer alır. En önemli örneğini, gece ve gündüz olarak görürüz. Mevsimlerin döngüsünde ise sonbahar ve kışı Yin, ilkbahar ve yazı ise Yang kabul edilir.” diye açıkladı.
Dede düşünceli bir şekilde saçlarını kaşıdı. Tüm oyunların kökeninde Uzakdoğu etkisi olduğunu düşündü. Bilye de aynı ama renklerin yerini simgeler almıştı. “Felsefe, bu yaşlara kadar indirgenmiş demek ki.” diyerek tavlayı kapattı.
Bu arada ana-kız çayları servis ettiler. O anlık anların sessizliğini kaşığın camla buluşması bozdu. Anne, kız da mutfak sohbetlerini bitirip çaya eşlik etmek üzere salona döndüler.
Annemiz, Eren’in biraz hareketli olan oyununa müdahale ederek “Oğlum, lütfen bilye sesleriyle konuşmamızı bölme. Bilgi sesleriyle bilinçlenelim istersen.” dedi.
Eren’se ilk etapta mırın kırın etti ama sonra çok da takmadı. Oyuna devam etti. Gülay baktı ki olmuyor bu kez biraz daha sert bir üslupla müdahale etti, bu etkili oldu. Eren yavaşça oyununu bırakarak bilyelerini avuçlayıp kalktı. Sonra gidip koltuğa kıvrıldı. Ve biraz sonra da uyuyakaldı.
Annesi; Eren’i, çocukluğunun ve gençliğinin odasına ve yatağına taşıdı. İlginç bir duygu yoğunluğu içindeydi. Bir zamanlar kendisi o yatağa anne ve babasının kucağından giderken şimdi oğlu onun kollarındaydı. Hiç böyle olacağını düşünmemişti. Zamanın ne denli hızlı geçtiğine salonla yatak odası arası mesafede fazlasıyla tanık oldu. Eren’i yatağa yatırdıktan sonra avucundaki bilyeleri almak istedi. Ama ne mümkün! Sıkı sıkıya avuçlamış ve bırakmaya da hiç niyeti yok gibiydi. Üstünü örttü ve odadan çıktı.
Gülay salona tekrar döndüğünde ülkenin gündemine girilmişti bile. Babası sosyal hayata dair kocası ekonomik hayata dair verileri sunmaktaydı. Aşağı yukarı hem fikirdiler. Ancak annesi Fatma Hanım onlara katılmıyordu. O yılların yorgun sesi, ayağa kalkmış, bir militan gibi yükselterek sesini; “Şapka giyilmesi hakkında kanun çıkartılırken neden kadınlar için türban giyme özgürlüğü verilmemiştir? Söyleyin hadi! Gerçi artık kadınlar eskisinden daha özgür ve rahat giyinmekte.” diyordu.
Gülay biraz şaşkınca annesine dönerek; “Anne, gerçekten özgürlük tanımlamasını sade türbanla mı kıyaslıyorsun? Ve özgürlükler “türbana serbestlikle mi” gelişti?” dediğinde; annesi “Hayır, hayır… Her şey var. Bak o çift şeritli yollara. Eskiden olsaydı gözümüz yollarda kalırdı. Sonra tüm hastanelere rahatlıkla gidiyorsun. Hastane seçme özgürlüğün var. Artık hastanelerde kuyruk yok. Gözünüzün önünde olup biten bunları görmezlikten mi geleceksiniz?” diye yanıtladı.
Babamız Haşim Bey “Hanım, Hanım sen pazardan iyi muz ve meyve seçince sanıyorsun ki özgürlüğünü kazandın. Alabiliyor musun her bir şeyi. Sen bir onu söyle bakalım. Ya akşamüstü pazar yeri toplandıktan sonra gidip o pazarcıların çürük çarığını imece usulüyle ayrıştırıp evine katık olarak götüren insanları görmüyor mu o türbanlı bacılarımız? Tabii siz pazar yerine vakitlice gidip geldiğiniz için görmez duymazsınız. Ha! Bir de nasılsa kazanan birileri var. Sizin için harcamak da, konuşmak da kolay!” diyerek elindeki çay bardağında kalan son yudumu da içti. Çayını bitirdiğinde kızıyla göz göze geldi. Gülay bir ceylan çevikliğinde yerinden kalkarak babasının bardağını sehpaya koymasına fırsat vermeden alıp çayını doldurup getirdi.
Damat “Sevgili anacığım, alınan tüketici kredilerinin % 34 geri dönmediği gibi ‘Gelir ve Yaşam Koşulları Araştırması’ verilerine göre, en yüksek gelir grubunun toplam gelirden aldığı pay oranı kaç biliyor musun? Yüzde 45,9 oldu. Nüfusun yüzde 15’i yoksulluk sınırının altında kaldı. Okur-yazar olmayanların yüzde 27,7’si, Üniversite mezunlarının ise yüzde 1,3’ü yoksul yani. Maddi yoksunluk yaşayanların oranı yüzde 29,4 olduğu bilgisini de paylaşmak isterim ayrıca.” dediğinde eşinin daha çok babasına odaklandığını gördü.
Fatma Hanım altta kalır mı? Hemen “Siz de önünüze gelene kredi kartı vermeyiniz, efendim.” dedi.
Haşim Bey eşine dönerek “Bize yapılan yıllık zamla tüketimini yaptığımız gıdalara yapılan zamları bir de karşılaştırma olanağın olsaydı be hatun. O zaman belki seni biraz anlardım.” dedi.
Gülay baktı ki herkes bir telden çalıyor. Araya girdi. “Yahu buraya ülkenin gündemini tartışmak için mi geldik? Biraz kendimize dönelim. Kaç zaman olmuş görüşmemişiz. Değişim ve güzelliklerimizi sunalım birbirimize. Hem neyi değiştireceğiz ki! Birisi türbanı, diğeri bayrağı eline almış gidiyor. Bizlerde onların kararlarının arkasına takılmış gidiyoruz.” dedikten sonra derin bir nefes aldı. Ve soğumuş çayından bir yudum çekti. Damat kontrolü Gülay’dan almak istedi. Biraz hassas davra¬narak “Ne yapsınlar sevgili karıcığım. Bizimkiler de kendilerine zarar vermeyecek birilerini bulduklarında daha özgür konuşu¬yorlar işte. Çok da kızmamak lazım değil mi?” dedi.
Gülay, “Neyse, bu konuyu kapatalım; farkındaysanız bu ken¬dini bilmez adamların oluşturduğu gündemin peşine takıldık ister istemez. Sorunlar mutfakta. Yoksa başa bağladığın örtüde değil. Belki de o örtüdür, bizim mutfağın kapısının aralamasını engelleyen.” diye yanıtladı eşini.
Haşim Bey, “Haydin kalkın. Biz sizin yoldan geldiğinizi bir an unuttuk. Şimdi, dinlenme zamanı.” diyerek ayağa kalktı ve elindeki bardakla mutfağa yöneldi.
Gülay’la Barbaros misafir odasının bu geceki konuğuydu. Ya¬tağa girdiklerinde hayli zaman olmuştu. Tam karşılarındaki saat ise günü devirdiklerini gösteriyordu.
Barbaros mutfaktaki uzun süreli analı-kızlı sohbeti merak ediyordu. “Annenle mutfağın ateşini düşürürken onun yerine ha¬yatın ateşini yükselttiniz herhalde. Ne konuştunuz? Anlatsana.” dedi.
“Kimi olacak? Seni, beni, onu işte.”
“Seni, beni anladım da ‘o’ kim?”
“Barbaros, biz ülkenin sorunlarını tartışmaktan ne zaman kendi sorunlarımızı tartışabildik. Hep halının altına süpürüyo¬ruz. Görmemiş, yaşamamış ve olmamış gibi. ‘Mış’ gibi yaşıyoruz, davranıyoruz. Tabloları çizen biz olunca tabii ülke siyaseti gibi bakıyoruz her şeye.”
“Bakıyorum ülke siyasetinden bizim siyasete giriş yaptın Gü¬lay. Dertleri baba evine kadar taşımışsın.”
“Yo! Hep bizim eve taşıdım da senin işlerinin çokluğundan ertelendi.”
“Anlaşıldı, çok dolmuşsun sen.” dedi Barbaros ve arkasını dö¬nüp başını yastığa koyduğu gibi horul horul uyumaya başladı.
Gülay uzun süre döndü durdu yatakta. Uyuyamadı, kalktı. Mutfaktan bir bardak su aldı. Bir misafir gibi o küçük masanın bir ucuna ilişti. Mutfağı inceliyordu. Her şey eskisi gibi görünüyordu. Ama buzdolabının üzerindeki o türbanlı iki küçük kızın resminin yanında “Allah’ım, bugüne şükür” magneti ve giriş kapısının üstünde Arapça yazılı bir küçük tablo gözüne çarptı. Elindeki su bardağıyla kalktı. Adı Türkçe olan “Bereket Duası” altındaki yazıların yine Arapça olduğu özel tasarım kanvas tablo orada da asılı duruyordu. Annesinin bu değişimine anlam veremedi. Yeni Türk harflerinin bugünlerde kabul edilişini anımsadı. Daha neler göreceğiz. Bu duygularla mutfaktan salona yöneldi.
Etrafa yeniden baktı ve salonda bir değişiklik olup olmadığını düşünürken arkasındaki duvara baktı. Ne görsün bir ağız dolusu güldükleri “Evlilik fotoğrafı” duvarda bir güneş gibi parlıyor. Kendi evlerinde bile asılı olmayan bu tabloyu görünce açıkçası şaşırdı. Bir yudum su daha aldı bardağından. Sonra tam karşısındaki misafir koltuğuna oturdu. Mutluluk, bir ağız dolusu gülmekti zamanında. Ve aslında şimdi de öyleydi. Küçük bir gülümseme ağzından ve yanaklarından aşağıya düştü. Başlangıcı ne güzeldi. Mantık evliliğiydi ama yeni bir insan, yeni başlangıçlar, ilk dokunuşlar, ilk fısıltılar bir boranla çekip gitmişti. Bu heyecan ilk zamanlar aşkını unutturmasına da yetmişti. Yaşadıklarıyla ve yaşattıklarıyla her şey bir öncekini küllüyor ya da aşmasına yardımcı oluyordu. Bu yüzden rahat davranıyor, yiyor-içiyor, geziyor eğleniyor, kendine göre hayatını özgürce yaşamaya çalışıyordu. İlk iki yıl tam da istediği gibi oldu. Ama Eren dünyaya geldikten sonra durum değişti. Çocuk bir evlilikte kurtuluş değil ama kadının eve bağlılığı için köleliğinin de başlangıcı oluyordu sanki.
Koltuğundan kalktı, omzunda yılların ağırlığıyla Eren’in odasına gitti. Üstü açık mı? Kontrol etti. Mışıl mışıl uyuyordu küçük bey. Yumruğu halen sıkılı. Tekrar odasına geçti. Başını yastığa koydu. Son dokuz, on yılını düşündü. İki yabancı gibi aynı yatakta; karmaşık duygularla uyudu. Sabah annesinin pıtırtılarıyla uyandı. Namaz için kalkmış olduğunu anladı. Bir buçuk metre boyunda ve doksan santim genişliğindeki seccadenin üzerinde buldu onu. Bir süreliğine izledi. Annesi izlendiğinin farkında de¬ğildi. …
Huşu içinde secde ediyordu. Dudakları dua okuduğunu belli ederken başını sağa, sola çevirdi. Gülay dışarı çıktı. Annesinin dini bilgisinin ilkokul dönemindeki yaz aylarında, cami imamından aldığı eğitimden öteye gitmediğini kendi anlatımlarından dolayı çok iyi biliyordu.
Fatma Hanım namazını kılıp seccadesini, kütüphane olarak düzenlenen kitaplığın altındaki kapalı yere derleyip koydu. Mutfağa geçti. Çay suyunu koydu. Kahvaltı hazırlıklarını yapmaya başladı. Tam bu arada Gülay devreye girdi. Kinayeli bir sesle “Canım anam, erkenden kalkarmış da bize kahvaltı hazırlarmış. Ne güzel!” dedi.
Fatma Hanım şaşkın şaşkın “Kızım, bu saatte senin ne işin var. Git yat. Ben hazırlar, çağırım sizleri.” dedi.
“Yok, anam yok. Aklıma ne geldi biliyor musun? Bu evde çoğu kez kahvaltı yapmadan çıkmıştım, sen her sabah uykulara yenik düşerken. Şimdi uyku tutmamış seni. Bizim heyecanımızdan mı acep?”
Fatma Hanım bir şey diyemedi. Kahvaltıyı birlikte hazırlamaya başladılar. Öte taraftan anne, ellerine aldıkları her bir gıda maddesiyle ilgili bilgi verirken kızı da o gıdaların insan sağlığına olan yararları ve zararlarından bahsetti. Annesi eski alışkanlıklarını halen sürdürüyordu. Gülay belli bir yaştan sonra beslenmelerine daha dikkat etmeleri gerektiğini hatırlatıp durdu ona. En nihayetinde yine “Anne, şu beyaz ekmeği siz yaşlarda insanların tüketmemesi gerektiğini öğrenmediniz mi? Ne kadar tehlike içermekte bilmiyor musunuz? Sahi senin şu arkadaşların bu konuda bir uyarıda bulunmuyorlar mı sana? ‘Bereket duasıyla’ her şey çözümlenmiyor annem eve de bereket gelmiyor.”
Fatma Hanım, kızının ifadelerinden biraz sıkıldı. Her alandan sağanak gibi üstüne gelmesini anlayamadı. Yılların birikimi mi yoksa onun politik duruşundan mı kaynaklı olduğuna karar ve¬remedi. Gülay yine sabah ılıklığındaki sesiyle “Anne, şu an evde o kadar çok bereket duası asılı ki niye ben her istediğime ulaşa¬mıyorum söylesene. Bak! Anne, istatistiklere göre bu ülkede yok¬sulluk sınırında yaşayan 7 milyon insan var. Biliyor musun?” diye takıldı.
Fatma Hanım, Gülay’a bakarak; “Fazla laf etme de git, şu aşk¬larını kaldır.” diyerek yanağından makas aldı. Gülay son sevgili¬sinden başlayarak kaldırmaya gitti.
Eren’in odasına girdi. Yıllarca açıp kapadığı o pencereye uzandı. Güneş, perdelerin rengini iyice soldurmuştu. Oğlunun yanına oturdu. Sabah ağırlığında camdan odaya süzülen güne¬şin sıcaklığı, ışık huzmelerini bir süreliğine izledi. Sonra Eren’i kaldırmak için onu çevirince elindeki bilyeler zemine düştü. Bir bilye yuvarlanarak pencerenin altındaki süpürgeliğin dibindeki bir delikten aşağıya indi. Arkasından bakakalan Gülay iliştiği ya¬taktan kalkarak bilyenin aldığı yolu izleyip düştüğü deliğin ba¬şına geldi. Bilyeyi almak için uzun ve ince bir şeye ihtiyaç vardı. Mutfağa indi.
Annesi, “Uyandırdın mı aşklarını.” diye sorunca; şaşkın bir yüz ifadesiyle “Aşk mı?” Gözleriyle de işine yarayacak bir alet aramaya devam etti. Sonunda çekmece gözünden kısa maşa ve bir çatal alarak gitti. Biraz uğraştıktan sonra da çatalın uçunda bir yüzük asılı duruyordu.
“Aaa!” dedi ve birden sanki geçen tüm yıllar üstüne çöktü. Çivi gibi çakıldı olduğu yere. Aşk dedikleri böyle bir şey miydi? “O deli adamın yıllar önce kendisine aldığı ilk yüzüktü.” Her şeyi küllemiş köprülerin altından çok sular geçmiş ama yüzük sanki hiçbir şey olmamış ve her şey dünmüş gibi eskilere götürdü. ‘Aca¬ba, mantık evliliği yapmak yerine aşk evliliği yapsaydım. Bugün¬den farklı bir hayatım olur muydu?’ diye düşündü.
Bir kadınla bir erkek birbirlerine karşı şiddetli bir tutku duyuyorsa doğa gereği birbirlerinindirler. Ve insanların yasaları ne derse desin tanrısal yasa gereğince birbirlerine aittirler. Ama onlar doğa yasalarının değil, modern hayatın ve hukukun içinde kalarak bir birleşme gerçekleştirmişlerdi. Ve sonuç ortadaydı.
Deniz’i ne çok sevmişti! Bir bakışından içi erirdi. Dokunduğunda âdete uçardı. Onun işsiz oluşu “Aşk karın doyurmuyor” telkinleriyle içindeki ötekinin sönmesine sebep olmuştu. Şimdi ise bambaşka bir şeydi yaşanılanlar ve hissedilenler.
Annesi “Üç aşkını uyandır” derken yüzük, gerçek aşkını mı uyandırmıştı?..
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.