- 2264 Okunma
- 1 Yorum
- 0 Beğeni
Bir Parça Örter misin Beni
Piyanonun tuşlarına dokundu, temasın sese dönüşmesini önleyecek ölçüyü kaçırmamaya dikkat ederek... Tuşları usul usul okşarken duyduğu bütünleşmeyi özlemişti; kendinden daha büyük, daha anlamlı bir şeyle. Ama gecenin bir köründe sırf böyle bütünleşip kaybolmak için sevdiği bir şeyde, teması sese dönüştürecek şiddette basmayı göze alamazdı tuşlara. Oysa yaşamının anlamını oluşturan bu aletle konuşabilmenin tek yolu olan müziğe tutunup güzel bir melodi çalabilirdi.
Ama yeterince gürültü çıkarmıştı bu evde. Komşular sabaha karşı yataklarında uykularından koparılıp yabancı birinin en mahrem, en kuytu köşelerine dalıvermek durumunda kalmanın şaşkınlığı içinde muhtemelen öfke bile duyamamışlardı bu densizliğe. Onları uyandıran o sesteki bir şey yataktan fırlayıp sesin sahibinin kapısını yumruklamalarını önleyen koca bir barikat koymuştu önlerine... Bir tür ağlayış bulmuşlardı onda belki. Ağlayamayan birinin ağlamasının dönüşümden geçip büründüğü bir ifade şekli... Kısacası öfkelenilecek değil; paylaşılacak, anlayış gösterilecek, hatta mümkünse derman olunacak bir şey...
Evet, haklılardı: Ağlayamazdı o. Onun yerine avazı çıktığı kadar bağırır, eşyaları oraya buraya fırlatır, gözlerinden şimşekler yollayıp yere çalardı dinmeyen öfkesinin o zavallı muhatabını. O muhatap her kimse tek bir kelime edemezdi bir noktadan sonra. Savaşın ortasında belirgin bir gerçeği görmeye başlardı çünkü: Karşısındakinin silahları kendisininkilerden çok daha etkili... Pısıp kalırdı bir köşede; kaybolmak istercesine içine çekilir, bu kargaşanın son bulmasını beklerdi sırf yeniden var olabilmek için. Bu savaşa neden olan anlaşmazlığa yol açan şeyler konusunda kendi lehine en küçük bir değişim gerçekleştiremeyeceğini anlamaktan doğan büyük bir çaresizliğin ifadesiydi aslında, bu kararlı suskunluk. Kelimeler olmadan konuşmanın, duyulmaktan umudunu kesmiş birinin görünerek derdini anlatma çabasının bir sonucu...
Kimse yoktu ondan başka evde şimdi. İlkin kocası pes etmişti. Sonu baştan belli savaşlarda yitip gitmekten korkmuştu belki. Hoşuna gitmeyen bir şeye ilişkin dile getirdiği herhangi bir şikâyetle ilgili gösterilecek ufacık bir ilgi kırıntısı, küçücük bir anlayış beklemekten yorgun düşen ruhuyla dinlenmeye çekilmek istemiş ve bir sabah evin kapısını her zamankinden bir farklı kapamış, çekip gitmişti. Hayır, çarparak, “gidiyorum” diyen yankılar bırakarak falan değil... Sadece farklı... Altını çizmesine gerek bırakmayacak kadar belirgin bir durumun doğal sonucu olan her şey gibi küçücük bir ayrıntıda dünyanın en çok görülen, duyulan şeyine dönüşmüş... Çığlık olmuş...
Çok geçmeden ‘vazgeçenler’ kervanına kızı da katıldı. Derdini anlatamayacağına ikna olmuştu o da sonunda. Piyanosuyla kurduğu bütünleşmeyi ailesiyle olana tercih eden bir anne istemediğine uzun zaman önce karar vermişti zaten. Son damlayı bekliyordu. Çok da beklemesi gerekmedi. Annesi çok cömertti bardak taşıran damlalar akıtmaya. İçinde sabır tüketmekle görevli damlalardan oluşan kocaman bir göl vardı sanki.
“Biraz gör beni” demişti oysa kızı sadece. Bütün o çıkışları, inat yarışları annesinin hep başka şeylerde dolaşan gözlerinin birkaç dakika da olsa kendi üzerinde konaklaması, onu anne ışığına boğması için değil miydi? O ışıktan nasiplenmeyeli öyle uzun zaman olmuştu ki! Küçük bir kız olmanın kollanıp gözetilmek ayrıcalığını kaybetmesi için biraz serpilip yetişkin görünümüne kavuşması yetmişti. Annesi prangalarından kurtulmuş köle misali bir anda azat edivermişti kendini annelik denen o kafesten... “Büyüdün artık”ı ifade eden kökten bir değişikliğe gitmişti, giyim tarzından tut tavırlarına kadar her şeyiyle... Piyanosuna yönelmiş, dışarıda daha çok vakit geçirmeye başlamıştı. Aslında mesele olmayabilirdi tüm bunlar... Piyanoda güzel melodiler çalması ya da arkadaşlarıyla buluşup tiyatroya, kafeye falan gitmesi, uzun gezilere çıkması dert olmak bir yana çok daha hoş bir hâle getirebilirdi yaşamlarını. Eğer bu değişim o annenin gözlerini bu kadar parlak bir ışığa boğup onu ailesine karşı kör etmeseydi...
Sanki yıllarca vazgeçtiği şeylerin bedelini ödetmeye çalışıyordu onlara. Oysa kimse böyle bir şey istememişti ki ondan! Anne ve eş olmak dışında da kimlikleri olduğunu inkar etmemişti kimse. Bunu yok sayan biri varsa o da kendisinden başkası değildi. Yani yıllar yılı vazgeçtiği, eksik hissetmesine yol açan şeylere duyduğu bu dinmeyen öfkenin muhatabı sadece O’ydu, bir başkası değil... Bunu ancak yeni yeni anlıyordu henüz.
Sessizlikte, söylediklerine bir muhatap bulamayacağına eminken ister istemez düşünmek zorunda kalıyordun sen de kuracağın her bir cümleyi. Önceden zerre düşünme gereği duymadan sarf ettiğin sözcükleri sese dönüştürmeden önce zihninde söylemenin dünyanın en dürüst aynasıyla yüzleşmeni sağlayan büyüsünü fark ettiğinde öyle utanıyordun ki! Keşke bu sessizliğe çok önceden fırsat verebilse, sarf etmeden önce uzun uzun tartabilseydi ağırlığını, kullandığı kelimelerin. O zaman onların altında neleri ezebileceğini fark eder; tıpkı şimdi tuşlara belli belirsiz dokunurkenki gibi gürültü yapmaktan sakınır, susardı.
Evet, tıpkı piyano çalmak gibiydi konuşmak da. Nasıl ki gecenin bir yarısı piyanoda çalınan küçücük bir melodi bile kocaman bir gümbürtüyle aynı etkiye kavuşuyorsa... öyle sözcükler vardı ki fısıltı düzeyinde de olsa bağırış da fark etmez hale getiren bir etkiye neden olabiliyor, aynen gece yarısı çalınan piyano misali büyük bir gürültü çıkarıyorlardı.
Oysa şu an konuşmaya o kadar ihtiyacı vardı ki! Ne sesinin perdesiyle, ne de kelimeleriyle bağırmadan, usul usul dökmeye içini... Neden bahsedeceğinin önemi yoktu. Perdeleri değiştirmek istediğini söyleyebilirdi mesela. Ya da pişman olduğunu... Kızına ve kocasına duyduğu özlemi... Onları çok kırdım diyebilirdi. Aylardır içinden binlerce kez tekrarlayıp durduğu bu cümleyi ve buna benzer onlarcasını kelimelere dökebilir, içini göstermeyen o sert kabuğu kırabilirdi bir yerinden. Oradaki kendini görünür etmeye ihtiyacı vardı.
Alt kattaki üniversiteli kız geldi aklına. Şimdi aşağıya inip kapısını tıklatsa; şu an hissettiği, hatta hissetmek bir yana nerdeyse dokunduğu yalnızlığa son verecek bir süreci başlatabilir miydi? Birkaç ay önce taşınmıştı o daireye kız. Bir arkadaşıyla birlikte kiracı olarak kalıyordu. Birkaç sefer merdivende ya da apartmanın önünde karşılaşmış, ordan burdan sohbet etmişlerdi. Adı Sanem’di. Kızı Şeyda’yı hatırlatıyordu ona. Bilgisayarının bozulduğundan söz etmişti bir keresinde. Utangaç bir ifadeyle birkaç saatliğine onunkini kullanmasının mümkün olup olmadığını sormuştu. Büyük bir memnuniyetle kabul etmişti bunu.
Onu ne zaman görse içine tatlı bir ılıklık yayılıyor, o ılıklıkta kızına dokunur gibi oluyordu. Aynı yaşlarda olmalarının bir payı vardı bunda mutlaka. Ama benzerlik bununla sınırlı olmayacak kadar belirgindi. Gülümsemesi mi, tavırları mı bilmiyordu. Ama şuna emindi ki bir parçasında Şeyda vardı.
Duvardaki saate göz attı. Aşağı kattan gelen mırıltılara bakılırsa sohbet için çok da geç sayılmazdı. Sabah kurabiye yapmıştı. Bir de çay demlerdi. Tabii genç arkadaşı davetini kabul edip de gelirse... Bilgisayar için buraya geldiğinde sohbeti derinleştirme imkanı bulmuşlar, hatta bir ara kahve içip fal bile bakmışlardı birbirlerine. Fal bakmak kadar duvar yıkan, mesafeleri yok eden, önceden yabancı sayılabilecek bir yüze aşinalığın ısıtan dokunuşlarını gönderen bir şey daha olamazdı herhalde. Onlar için de bu kural geçerli oldu. Bir anda aylardır çok azını kat edebildikleri tanıma denen bir sürecin sonunda buluverdiler kendilerini. Fallar bakılıp fincanlar yıkandıktan sonra yepyeni bir yola girmişlerdi. Girişteki tabelada dünyanın en iç ısıtan, en güzel gülüşlü kelimelerinden biri yazılıydı: Can yoldaşlığı...
İşte şimdi buna güveniyordu kapıya yönelirken. O gün falda “seni çok özleyen bir kadın var” demişti ona... Sanki karşısında kızı vardı da ona fal bakıyor; söyleyemediklerini dile getirmek için fincanın içindeki belirsiz bir şekle tutunmuş, özlemekten, pişman olmaktan söz ediyordu. Gözlerini fincandan korkarak kaldırmış, sözlerinin içini dolduracak bir anlam yakalamaya çalışmıştı kızın gözlerinde. Eğer hikâyeleri arasında kurduğu benzerlik bu kızda kendi kızını daha dolu dolu var edebilmek için uydurduğu bir şey değil de gerçek’se utanarak kendine itiraf ediyordu ki uzun zamandır ilk kez kendini yalnız hissetmeyecekti. Sanem için üzülecekti, evet... Keşke gölgesiz, pürüzsüz bir gülüş gibi sarıp sarmalayan bir geçmişi olsaydı diye düşünecek ama bir yanıyla da bu duruma sevinecek, annesine kırgın olmanın bir genç kızın kalbinde nasıl yaralar açtığını yakından görme fırsatı bulacaktı çünkü. Karşılıklı bir alışveriş olacaktı bu. Sanem’de nasıl ki kızının yaralarının merhemini keşfedecekse; o da Sanem’e özlem çeken, çok pişman bir annenin feryatlarını duyuracak, o deva olacak merhemin önemli bir kısmını oluşturan o parçayı verecekti ona: Affetme’yi...
O gün Sanem’in gözlerinde, falda gördüğü kadını gerçek kılan o ışığı bulduğu için merdivenlerden apar topar iniyordu böyle şimdi. “Bir kez özür dileseydi” demişti sohbetin bir yerinde. “Hep haklı çıkmak zorunda hissetmeseydi kendini... ‘Bu kez sen haklısın’ deseydi bir kez de... ‘Bunu fark etmeyip hatamda ısrar ettiğim için özür dilerim.’” Merhemi o günden vermişti bile yani, henüz yeni yeni tanımaya başladığı bu kız...
Tam alt kata inip de kapıya yönelmişti ki kalakaldı birden. Bileğindeki saate bir göz attı... Az önce evde duvardakine baktığında hiç de garip bir yerde görünmeyen akreple yelkovan şu birkaç dakika içinde saatler aşmış, günün içindeki gerçek yerlerine oturmuşlardı birden. Basbayağı geç bir saatti... Bunu gösteriyordu kızının hediyesi o zarif alet. Yalnızlık denen duvar aradan çekilip de insan nefesiyle ısınmış o dünyaya girdiğinde her şey gibi saatler de zihninde gönlünce eğip büktüğün bir dünyanın parçası olmaktan kurtulup gerçek kimliklerine bürünüyor; bir dostun şaşmaz dürüstlüğüyle, gerçeği savunmak adına gerekirse canını bile acıtabiliyorlardı.
İşte şimdi o da bu gerçek dünyanın kuralları doğrultusunda, kapıyı tıklatmak yerine saatinin gösterdiği zamanın gereklerine uyarak bir gölge gibi çıt çıkarmadan süzülüp gidecek, şu an duyduğu bu delice sohbet etme isteğini ister istemez başka bir güne erteleyecekti.
Yok bunu yapmaz da kapıyı tıklatırsa çok yanlış bir yere giderdi genç komşusuyla aralarında yeni yeni filizlenmeye başlayan bu dostluk. Öylesine, kendiliğinden beliren tebessümlerin yerini, gecenin bir körü daha yeni tanımaya başladığı, kızı yaşında birinin kapısına dayanacak kadar yalnız bir kadının üşüyen ruhunu giydirmeye yönelik gülüşler alır, dostluğun en büyük düşmanı olan merhamet devreye girerdi. O zaman arasıra karşılaşıp ayak üstü sohbet ettiği genç komşusu olmaktan çıkardı o kız... Ona kızından esintiler taşıyan tüm rüzgârları bir anda dinerdi. Gecenin o saati kapısına gelen bir kadının çırılçıplak kalmış ruhunu görürdü çünkü kendisine ne zaman baksa. Artık o çıplaklığı giydiren hiçbir şey, ne bir gülüş, ne bir sözcük ikna edemezdi o kızı. Üzerinden döküldü dökülecek bir eğretilikte kalırdı ruhuna apar topar geçirdiği her şey.
Oysa bu kadar çıplak kalmayı ancak canından bir parça olan birinin yanında göze alabilirdin. O bu geçici üşümenin seni sen yapan şeyleri yok etmeyeceğini bilecek kadar yakından tanırdı seni çünkü. Çıplak kalmış yanlarını örter, kendine gel derdi.
Merdivenleri bir çırpıda çıkıp kapıdan girer girmez hemen telefonu aldı eline, kızını aradı. Sanki çok sıradan bir şey yaparmış gibi yaptı bunu... Onca ay bir kez bile aramaya cesaret edemediği birini değil de her gün görüştüğü, “sıkı giyin” dediği... Buna nasıl cesaret edebiliyordu, tam olarak kendisi de bilmiyordu şu an. Ama galiba belli bir mesafeyi aşmakla ilgili bir şeydi bu.
Hangi ara kapanmıştı o mesafe, bilmiyordu. Ama şuna emindi ki doğru yerdeydi artık. Bazı şeyleri görebilmesinden anlıyordu bunu. Defalarca baktığı bir resimde önceden göremediği bir detayı fark etmişti birden sanki. Önceden tutturamadığı o açıyı tutturmuş, resme anlamını veren esas şeyi görmüştü. Bir türlü değeri bilinmeyen, fedakar eş ve anneyi bencil ve despot bir kadına dönüştüren o ifadeyi yakalamıştı baktığı resimde. Bu keşfi yüzünden dokunacak kadar somutlaşmıştı yalnızlığı, koca bir duvara dönmüştü. Bu gece nedense her zamankinden de beter hissettirmişti varlığını. Az önce albümleri karıştırırken Şeyda’nın üç dört yaşlarındaki bir resmine rastlamıştı, ondandı belki... Albümü kapayıp piyanonun başına geçtiğinde birden önüne dikilivermişti duvar. Ona çarpıp örselenmekten korkmuş, olabildiğince uzağa kaçmak istemişti.
Yalnız olmak iyi gelmiyordu artık. Resimdeki kadının hayatına neler yaptığının bir ifadesi şeklinde, dünyayla arasına dikilmiş koca bir barikat olarak öylece duruyordu. Önceden yalnızlık önündeki şu piyano gibi ona eşlik eden sıcacık bir gülüşken, şimdiyse resimde gördüğü kadının, yani kendinin de bir parçası olduğu azılı düşmanı olmuştu bir anda.
Kızının numarasını ararken ne diyeceğini, nerden başlayacağını düşünmüyordu bile. Nasıl ki onu ararken zerre düşünmemiş, içinin sesine kulak vermişse şimdi de aynısını yapacak, o sesin şu an kulağına fısıldadıklarına bırakacaktı kendini.
“Çok yalnızım” diyecekti. Böyle girecekti eşikten içeri. “Çok özledim seni. O kadar ki, çok yabancı, belki de seninle hiç alakası olmayan yüzlerde bile seni görmeye başladım. Çok ararsan bir şeyi, bir yerlerde ille de bir iz bulabiliyorsun ondan. Ben izlerle, gölgelerle yetinmek istemiyorum artık. Çok özledim seni. Sensiz o kadar üşüyorum ki! Bir parça örter misin beni?”