- 2053 Okunma
- 2 Yorum
- 0 Beğeni
konserve-tuarda...
Bu şehir beton döktü gözlerime,nereye baksam,nereye dönsem soğukluğuna hapsoluyorum kendimle.Gökyüzüne uzanan apartmanların arasında kaybediyorum ruhumu.Kirlenmiş havasında kokladığım karbon karası duygular,çevrelemiş dört bir yanımı.Yoğun trafik,eksoz gazı,araba gürültüsü,ve şehrin soğuk yüzü… Şehrin konserve kutusu dairelerinde süren konserve hayatların, mavi gökyüzünün resmini sadece yıldızlardan çekebildiği tutsak bir şehrin öyküsü…
Konserve deyince bir çoğumuzun aklına hayatı kolaylaştıran hazır yemek gelir.Oysa ben konserve deyince nefret ediyorum,tiksinti duyuyorum yıllardır.Hani bazı insanların takıntıları vardır.Kimi kara kediden korkar,kimi kör karanlıktan.Kimilerinin de yemeklerle ilgilidir takıntıları.Kimi sarımsak yemez,kimi bamya,kimi de barbunya.Her takıntının arkasında mutlaka yaşanmış bir gerçeklik vardır.Hiç bir nefret durduk yerde ortaya çıkmıyor, benim konserve takıntım gibi.
Nereden oluştu bu konserve fobisi diye soracak olursanız,dağlarda oluştu diyeceğim.Konserve ile dağların ilgisini kuramayabilirsiniz.Oysa konserve modern hayatın şehir yiyeceklerinden.Ben dağlarda karşılaştım konservelerle,askerlik görevini yaparken.Operasyon birliklerinin vazgeçilmez yiyeceğidir konserveler.Ara sıra yeseniz belki bu kadar önemli değil,ancak çoğu zaman operasyonlarda iseniz,her gün yüz yüzesiniz.Maalesef sabit birliklerin düşüncesizliği ile,buralardan yaptığımız yiyecek temininde ton balığı,kavurma gibi konserveler nedense hep bitmiştir.Barbunya pilaki,fasülye pilaki,sarma nedense hiç bitmez.Konserve yapımında kullanılan koruyucu maddelerden midir yoksa konservelerin kalitesizliğinden midir bilemiyorum,acayip bir kokusu vardır.İlk bir ay alışmaya çalıştım,ikinci ay iyice zorlanmaya başladım.Aynı durum timdeki diğer arkadaşlarda da vardı.Bir kaç kez alaydaki depo görevlisi subaya durumu söyledim.Yapacağım bir şey yok ne gelirse onu veriyoruz dedi.Baktım yine kolilerde barbunya pilaki,çok sinirlendim,koliyi açtım içinden birini duvara çarptım,al bunu yemekhanede askerlerine ver dedim.Operasyonlara katılmayan askerler sıcak yemek yerken bizim kaliteli konserveleri sürekli arazi etmelerine kızmıştım.Cudi operesyonuna giderken milli sınır karakolunda köpeklere verdim barbunyadan,inanın köpek kokladı,kokladı ,burnunu çevirdi ve yemedi.Bundan sonra hiç konserve almadım, kendi imkanlarımla bir şeyler götürdüm.Kandan giydiğim elbiselerin rengi solarken, konserve kokusu hala burnumda sanki…
Bu yüzden kalabalık,üst üste istiflenmiş apartmanları konserve kutularına benzetirim.Genellikle estetikten uzak bir dış mimari,bahçesiz,sakinleri birbirini tanımayan beton kutular. Geniş yollarda arabalara tanınan özgürlüğün,kaldırımların darlığında insanlara tanınmadığı şehirler.Yan yana yürümeyelim diye mi dar yapılmıştı kaldırımlar…Yan yana yürümeyelim diye mi dar kafalıydı insanlar…Dar kafaların almadığı düşünceler bu yüzden mi raflarda tozlanıyordu şehrin karanlığında. Caddelerinde baykuş bakışı nazarlara muhatap kadın,ellerinde kanlı kelepçe ağlıyordu…Her kırılışta iyice keskinleşen kalbi,”beni sordu mu?”diyecek sevgiyi şehrin dar kaldırımlarında boşuna arıyordu…
Konserve kutusu evlerde,elbette konserve hayatlar yaşanacak, tatsız tuzsuz.Genetiği değiştirilmiş organizma ile beslenen hormonlu bedenlerin mutluluğundan bahsedilebilir mi?Tadı tuzu olmadığı gibi,beden sağlığını da bozan bu yiyeceklerle,hastane kapılarından ayrılamıyoruz.Hangimizin evinde ilaç bulunmaz ki? Bebek maması anne sütünün saflığının,bebek arabası anne kucağının sıcaklığının yerini tutabilir mi? Kreşlerde paralı sevgilere bıraktığımız çocuklar büyüyünce tanıyamıyoruz.Mutsuz,doyumsuz ,bencil bir kişilik yapısı görünce neden böyle oldu diye soruyoruz.Karşılıksız sevginin sıcaklığını hangi yürek hissetmez ki…
Konserve kutularına hapsedildiğimiz yetmezmiş gibi,modern hayat evlerimizde bizi,bir çok kelepçeyle bağlıyor,üstelik gönüllü olarak.Ya televizyon ekranın karşısında,ya cep telefonunun tuşlarında,ya da masa üstü bilgisayar ekranın karşısındayız. Sıcak bir bakışı, ekran çözünürlüğünde,sıcak bir dokunuşu klavye tuşlarında kaybediyoruz.Bir kemanın,bir bağlamanın kendinden çıkan sesinin güzelliğini hangi ses sisteminde bulabiliriz.Ailede ilişkiler de robotik ruhsuzluğa bürünüyor böylece.Sevginin azaldığı ailelerde, bağlarda zayıflıyor.İyi günde şöyle böyle giderken,en küçük sarsıntıda aile dağılıyor.Z kuşağı çocukları mavi balinadan uzak tutarken,tekno bağımlıktan kurtaramıyoruz…
Asansörde karşılaşınca önce mecburiyetten bir metalik gülümse, sonra saatine,cep telefonuna bak,olmadı tavana, Sofya’nın demir perde döneminden kalma apartmanlarının soğukluğunda üşüten bir karşılaşma… Merdivenlerde süren bu üşüme zannetme ki evin içinde bitiyordu.Ailede karısını, eşya ve hediyelere boğan, ancak hayat veren aşk ışığıyla onun kalbini okşayamayan erkeğin, ya da hizmetçi işlerine kendini adamış temizlik hastası kadının, kocasının kalbine dokunan bir bakışı unuttuğu konserve kutularından nasıl mutluluk şarkıları yükselebilir ki...
Dostluklarımız,arkadaşlıklarımızı da benzer şekilde cebimize koyduk cep telefonları ile.Kopyala yapıştır mesajlarda kaybettiğimiz samimiyeti,sosyal medyanın beğenilmeye tutsak riyakar paylaşımlarında mı bulacağız? İşim gereği kullandığım uygulamalar hariç,bu yüzden uzağım sosyal medyadan.Bilirim kaleme sarılıp yazmanın samimiyeti,klavye tuşlarına dokunuşta bulunmaz.iyi günde kötü günde,tokalaşan,sarılan kucaklaşan bir dostluğu kim aramaz ki?…
Tek kullanımlık eşyaların arttığı modern hayatta,ilişkilerde de tek kullanımlılık söz konusu. İşin bitinceye kadar,işin görülünceye kadar bağlılık.İşin bitince kullan at.Pet bardak gibi,peçete gibi.Bu tek kullanımlık malzemeler ucuzdur,ucuz davranışlar gibi… Ruhlarda sezeryan aşklar,acısız sancısız,narkoz yemiş bedenlerin duyarsızlığında.Sezeryan aşklardan doğan premetüre evliliklerde sadece yetersiz bakiyenin durduramadığı arzuların tükenmişliği hissediliyordu. Oysa en kutsal annelik duygusunun acısız sancısız bedelsiz olduğumu zannediliyor şimdilerde.Kendi benliğinin arzularına tutsak babaların,biyolojik sınırda donan ruhsuzluğunun bedelini,terk edilen annelik ve babalı yetimlikler mi ödeyecek?…
Sporun dostluğunu kaybederken,devasa büyüklükte yapılan statların tribünlerinden yükselen küfürlerden,argo sözlerden,rakip takıma duyulan nefretinden,sahaların yeşil çimlerini göremiyoruz,gökyüzünü kaybettiğimiz gibi…
Şairlerin,şehre küsmesi birikmiştir sokak başlarında artık.Yalnızlığı,bir caddeye sığmayacak kadar büyük..Kör kutularda merdivensiz kalan yalnızlığım,sitemsiz bir dostluğu,kaprisli kelimelerde yutarken...Gömülmeyi bekleyen ölüler arasında seninle baş başa kalmıştık işte ey ruhsuz şehir… Hükümsüzdür bende kaçak inşaatlara parayla verilen ruhsatlar…Baş ağrılarımı dindirirken,hayatımın ağrılarını dindiremeyen ruhsuz şehir, dizlerin duruyor mu hala başımı koyacak…
Bu şehir konservetuarı kalabalık,her biri kendi yalnızlığında…Şehir akortsuz çalan senfoninin ruhsuz yönetmeni gibi. Ey mavi saçlı deniz, bilirim sığmazsın, umut kokan şarkılarda, ruhsuz notalara…
Ey şehir !..Şimdi kulakları tırmalayan sesinle,mutluluğu güvercinlerle mi gönderdin kırlara?...
YORUMLAR
Nefret ettiğim şey dere otu! Kokusunu nerede alsam midem bulanmaya başlıyor. Yoğun bakım nöbetlerinden birinde ( hasta yakınları bazen gönüllerinden koparsa el emeği bir şeyler yapardı. Kabul etmezsek hastaları için hayır yaptıklarını söylerlerdi. Israrla kabul ettirirlerdi) bir hastamızın yakını bol dere otlu patates salatası yapmış bizler için. Ben genelde durumu çok ağır olan hastaların yakınları bir şey getirirse yemezdim. Ekibe çaktırmadan uzaklaşırdım. Bir iki kez böyle getirilen yiyecekleri yerken hastalarının ölmesi beni ''yemezsem ölmezler'' gibi bir ruh haline itmiştir. Ancak o zamanlar dere otunu çok severdim. Kokusuna dayanamayıp bir iki kaşık yedim. Tam kaşığı elimden bırakırken salatayı getiren kadının kocasının monitör alarmı çaldı. Tam bir buçuk saat canlandırma uyguladık ekip olarak. Yasal sürenin üzerinde olan bu çabamı hiç biri anlamıyordu. Sürekli olarak bırakmayın devam edin diye bağırıyordum. Daha iki saat önce hastanın değerlerinin düzelmesine sevinip karısına da umut verici bir konuşma yapmıştık. ''Eğer ben o salatayı yemeseydim hasta ölmeyecekti.'' Bu psikolojik travma bende kalıcı hasara neden oldu. Artık asla dere otu yiyemiyorum.
Nesnelerin bir suçu olmasa da beyin onlara bir anlam yükledi bir kere. Bu handikaptan çıkmak zordur bilirim.
Sevgilerimle...