- 386 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
BİLİNMEZE MEKTUP
BİLİNMEZE MEKTUP
Ben en çok seni sevdim. Gülüşünü, gözlerini, kalemi ve ellerimi tutan ellerini. Mutlu olduğunda gözlerimin içine ben de gülüyor muyum diye attığın bakışlarını, kahkahalarını, üzüntülerini, bayat çaydan ve belki de kanım kadar soğuk kahveden nefretini sevdim. Panik olduğunda ellerinin ayaklarının birbirine dolanmasını da. Ve çekik gözlerini, soluk alıp verişini, mutlu olduğunda gözlerinin doluşunu, baldan tatlı yanaklarının kızarıklığını sevdim. Sohbet ettiğimiz zamanlarda, hayatının unutulmaz bir parçası haline gelmiş eski sayfalarını özenle karıştırdıktan sonra, oradan konumuzla alakalı bulduğun ve büyük bir hevesle anlattığın anılarını sevdim. Çürümeye adeta yüz tutmuş olan bedenime hayat veren efsunlu ellerini sevdim. Tayfunlarla boğuşan bir okyanusta öfkeden deliye dönmüş dalgaların ortasında kalmış da kurtarıcı yardım gemisini bekleyen bir kaçak göçmenin tedirginliği ve saflığı gibi sevdim. O devasa su kütlesinin içinde adeta nokta kadar kalan tekneme güvenle, umutla sarıldım. İşine aşık bir bahçıvanın çiçekleri okşaması kadar merhametli ve narin. Vicdanım ve kalbimin sana koştuğunun farkındalığıyla, bu topraklarda barınacak bir yer bulamayacağımızı, farklı dünyaların insanları olduğumuzu bile bile, sadece sevdim.
Biliyorum. Her şeyin farkındayım. Bu dünya fazla gelecek bize. Ya sen ya ben, elbet birimiz gidecek biliyorum. Biliyorum gideceksin. Bir ekim ayında gideceksin. Yorgun bir sonbahar günü gideceksin. Beraber yürüdüğümüz sokaklarda tek başına, rüzgarın hafif esintisine bırakıp kendini ağır ağır yürüyeceksin. İnsanlardan bir haber, hayallerinden bir haber, umutlarından, heyecanlarından, sevinçlerinden, üzüntülerinden bir haber okşayacak saçlarını rüzgar. Yılın bir kıymeti yok. Bir ekimin yirmi üçünde, ikindi vakti gideceksin. Sonbaharın o huzurlu esintisinde arkana bile bakmadan, tüm kapıları bir bir suratıma kapatıp öyle gideceksin. Hem de öyle bir gideceksin ki, beni karakışın ortasında çırılçıplak bırakıp, biçare bir şekilde titreyen bedenime bir battaniye örtecek merhameti bile göstermeden bırakıp gideceksin. İlk buluştuğumuz çay bahçesinin yeşil minderli ahşap sandalyelerini ve muazzam kokan çaylarını alıp gideceksin. Geceleri gözlerimi kapattığımda izlediğim o huzurlu filmin en can alıcı, en heyecanlı yerinde apansızın gideceksin. Tanıştığımız günü, ilk selamımızı, utana sıkıla ilk el ele tutuşumuzu, mahallenin tanıdık simalarından kaçarak tenha sokaklarda, apartman diplerinde ilk öpüşmelerimizi, sahilde iskelenin soğuk betonunda otururken nefes kesen o soğuğa aldırış etmeden ellerime sarılıp dizimde yattığın anlarını da götüreceksin.
Ölüm döşeğinde son nefesini vermeyi bekleyen bir hasta gibi gözlerim hareket etmekten münezzeh sende takılı kalmıştı ilk gün. Hatırlar mısın bilmem. Aynı masada muhabbetin en koyu anında arkadaşlarımızdan habersiz sana bakıyordum. Aynı arkadaş ortamında kimselerin bilmediği, sahip olamadığı o bomboş bakışlarla… Kahveni yudumlayışına, gözlerini kırpışına, fincanı tutan ince parmaklarına ve ceylanın boynu gibi ince boynuna taktığın kolyene baktım. Ve o kadar güzeldin ki, gözlerinde boğulacak gibi oluyordum. Bütün vücuduna bıkmadan usanmadan kan pompalayan kalbinin atışını aralıksız pür dikkat dinledim. Sen muhabbete katılıyor musun diye baktım. Masada herkes gülerken kimsenin gülmelerini duymadan görmeden gülüyor musun diye ilk sana baktım. Göz göze gelmekten itina ile kaçındığım gözlerine de. Ve ne zaman göz bebeklerin bana doğru yönelse çabucak gözlerimi kaçırmak için türlü türlü, saçma sapan refleksler geliştirdim. Aynı sınıfı, aynı arkadaşları, aynı okulu, aynı havayı, paylaştığım insan. Sen. Sadece sana baktım. Derslerde de sağ ön çaprazımda oturuyordun ve hep aynı şeyi yapıyor usanmadan sana bakıyordum. Defterine özenle yazı yazarken ellerine ve incecik kollarına bakıyordum. Ve ne eline ne de ağzına yakıştırdığım sigarandan duman alışını izledim. Kimseler bilmeyecek…
Hiçbir şeyin ama hiçbir şeyin ne anlamı, ne önemi ne de kıymeti kaldı. Hiçbir şeyin bende anlam bulan en ufak bir tarafı yok. Evde en çok elimizin altına astığımız, ucuz ve ufak kağıt parçalarından ibaret olan, her kağıdında o günün tarihi, ünlü insanların sözlerinin veya tarihin seyrine etki eden olayların yazılı olduğu kağıtlardan bir haberim. Tanrısal bir istikrarla adım adım ilerleyen yelkovanlardan, günde sadece baştan sona iki kere tur atabilen, aylak aylak dönen akreplerden. Hepsinden ama hepsinden bir haberim.
Hissizliğimin ve belki de huzursuzluğumun son demlerini yaşıyorum. İnanılmaz bir vicdan rahatlığı ve başıboşluk esir aldı beni. Gittiğinden değil de yokluğunu hissedişimden bu yana böyleyim. Evet, tam da seninle ilk oturduğumuz yeşil minderli çay bahçesinin önündeyim. Gözlerimizin feri sönene kadar birbirimizden gözlerimizi ayırmadan çay içtiğimiz, bütün bir sene fotosentez yapmaktan bıkarak ölen kavak yapraklarının bir bir denize döküldüğü, suyun üzerinde yapraklardan tuhaf tuhaf şekillerin oluştuğu çay bahçesinin önünde. Şimdi dışarıda bir bankta oturup ilk oturduğumuz masayı izliyorum. Fincanı tuttuğun ellerini, saçlarını, bakışlarını izliyorum. Ve mümkün olduğunca şehrin hınca hınç kalabalığından uzak bir yerler arıyorum kendime.
Biliyorum. Bir ulaşım şirketinin sloganında olduğu gibi ‘sonunda kavuşmak varsa özlemek güzeldir.’ Güzellikle uzaktan yakından alakası olmayan bu çirkin özlemin yakamı bir karabasan gibi gün geçtikçe sıkacağını biliyorum. Bir köşeye çekildim hep senden sonra. Kimselere sezdirmeden belki de kendi ellerimle hazırladığım sonumu bekliyorum. Belki de denize düşüp, bir yılan gibi duran yalnızlığıma sarıldım kim bilir? İyi ile kötüyü, faydalı ile zararlıyı, güzel ile çirkini ayırt edecek takati de bulamıyorum kendimde. Aklıma gelebilecek en güzel, en umutlu cümleleri ardı ardına dizip, koynuna atıyorum kendimi. Sırf birazcık rahatlayıp, ferahlayabilmek için. Kendimi güvende hissettiğim, bütün çıplaklığımı gece gibi örttüğüne inandığım ve belki de senin karşında ne kadar aciz olduğumu fark ettiğim yorganın altında, henüz verilen narkozun tesirinden kurtulamamış bir hasta gibi duvarlara sayıklıyorum seni. Yokluğunun vermiş olduğu o nabis hisle, sükunetin, sükunetten de ziyade apaçık kimsesizliğin hüküm sürdüğü evimin duvarlarına. Özlüyorum. Sadece özlüyorum…
Ve korkarım böyle öleceğim.¬
CANER AKAYDIN
NOT : Yazım hakkında fikir ve düşüncelerinize açığım. Benim için önemli. Lütfen yorum yapmaktan çekinmeyin. Esen kalın...
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.