- 652 Okunma
- 1 Yorum
- 1 Beğeni
CA
“Unutma ki; aydınlık geceye hiçbir zaman yenik düşmedi”
Mevlana
Farklı iki hastane odasının camından dışarı bakan iki yaşlı adamın iki çift yaşlı gözü baktıkları aynı manzarada birbirinden çok farklı duygular hissediyordu. Kar yağmıştı İstanbul’a. Son on yılın en şiddetli karı olduğunu söylüyordu televizyonlardaki hava durumunu sunan yakışıklı bey ve güzel hanımlar.
“Hastanenin bahçesi ne de güzeldi birkaç ay önce” diye içinden hayıflanıyordu Kerim bey.
Ana yoldan hastaneye doğru ayrılan tali yolun her iki tarafı renkli kaldırım taşlarıyla döşenmişti. Kaldırımların her iki yanı açık yeşil çimenlerle düz ve pürüzsüz genç güzel bir tay gibi hoş görünürdü gözüne hep. Sonra bu çimenler hastanenin tüm ön cephesini kaplar, ortasında insanların oturup iki sohbet edip bir bardak çay içtikleri kamelyalara yassı geniş taşlardan aralıklarla döşenmiş yarı patika yolla ulaşılırdı. Bu taşlar bazen kırmızımtrak kızılı andırır, bazen de boz ayıların kırçıllı kahverengi postlarını düşündürürdü. Kamelyaların etrafı sümbüller, güller, begonyalar ile bezenmişti. Sıra sıra çam ve söğüt ağaçları birbirine sanki gülümseyerek bakar, şehrin ortasında yaşamanın dayanılmaz hafifliğini esen meltem rüzgarı ile birbiriyle paylaşırlardı. Hastanenin bu ön cephesi bu tarafa bakan hastalar için cenneti anımsatır, hastalığın verdiği sancı ve sıkıntıları bir nebze olsun hafifletirdi. Şimdi ise bir beton yığını bu cennetin en nadide yerinde yükseliyordu. Bir hastane binası daha yapmak, daha çok hasta bakıp, daha çok para kazanmak hırsına kapılmış hastane yönetimi, bu güzelim cennet bahçesine kazmayı vurmuş, dev gibi dozerleri ve kepçeleri yanaştırmış, demir çelik köstebeklerle bahçenin altını üstüne getiriyorlardı. Koca koca kamyonlar, sıra sıra yanaşmış güzelim taze çimleri, mis kokan çiçekleri ve birçok börtü böcüye yuva olan toprağı söküp götürüyorlardı.
Kerim bey iki ay öncede gelmişti bu hastaneye. 69 yaşında, hala gür olan saçları beyazlamış, birkaç ay öncesinde tombul olan göbeği artık erimiş, pantolonlarının ve pijamalarının kemeri günden güne birer ikişer ilmek sıkılmıştı. Uzun güçlü kalın kemikleri kendisini saran yağ ve kaslardan arınıp sivrilmişti. Kerim bey yinede ön bahçenin daha kazılmamış güzel bölümlerine bakıyor, yağan kardan dolayı inşaatın durmasına içten içe sevinç çığlıkları atıp karların hiç kesilmemesini diliyordu.
Hemen yan odada ise yine aynı manzarayı Hasan bey aralıklarla öksürerek, zorlanarak nefes alıp vererek, dalgın gözlerle izliyordu. Daha hastaneye yeni gelmişti ve odasının penceresinden dışarı ilk kez bakıyordu. 68 yaşında ve orta boyluydu. Kırmızı yanakları artık beyazlamış, soluk ve şeffaf bir hal almıştı. Koyu kahverengi saçları önlerden epeyce dökülmüş ve kalanlarda hasatlı tarlalar gibi dağınıktı. Yeni alınmış çizgili pijaması ile kendisini çocuk gibi hissediyordu. Yağan karın beyaz kanatları ağaçları, bankları, çimenleri, kamelyaların kahverengi çatılarını, taşlı patika yolları kaplamış Hasan beye köyünü hatırlatıyordu.
Her ikisi de yataklarının kenarlarına oturup sessiz ve hareketsizce bu manzarayı uzun bir süre izlediler. Çocukları bitmek tükenmek bilmeyen dünyalık işlerini halletmek için gitmişti ve ancak akşam olunca gelebileceklerdi. Bu seyr’i alemden sonra her ikisi de aynı anda yataklarından doğrulup koridorda yürümeye karar verdiler. Kerim bey hastaneyi öğrenmişti. Fakat Hasan bey bu hastaneye ilk kez geliyordu ve yeni gelinlerin ilk gecelerini geçirecekleri yeni evlerindeki ilk günkü gibi ürkek ve çekingendi.
Kerim bey ise “nasıl olsa koridorun sonu da aynı manzaraya bakıyor, birazda oradan bakayım” diye düşünüyordu.
Her ikisi de aynı koridora açılan kapıları aynı anda açtılar ve birbirlerini gördüler. Sıcak iki gülümsemeyi takiben birbirine geçmiş olsun dediler.
Koridorda aynı yönde yavaş yavaş yürümeye başladılar. Koridor ne kadarda uzun gelmişti her ikisine de. Kerim bey tecrübeli hasta olmasının verdiği cesaret ile ilk soruyu sordu.
- Siz yeni yattınız galiba, tekrar geçmiş olsun.
- Evet aslında başka bir hastanede yatıyordum, ama benim doktor oradan ayrılıp buraya başlayınca sağ olsun benim oğlan da beni buraya getirdi, dedi. Biraz çekingen ve utanma ile.
- Benim adım Kerim.
- Bende Hasan.
- Nerelisiniz
- Karslı’yım
- Oooo serhat şehrimiz, şimdi oralarda burası gibi karlıdır
- Siz buna kar mı diyorsunuz Kerim bey? Şimdi Kars’ta kar iki metreyi bulmuştur. Biz bukadarcık kara çocukların eğlencesi olarak bakarız. Siz nerelisiniz?
- Ben aslen Kayserili’yim ama çocukluğumdan beri İstanbul’dayım.
- Ne iş yapıyorsunuz?
- Marketlerim var. Şimdilerde market zinciri diyor yeni nesil.
- Maşallah, maşallah.
- Siz ne iş yapıyorsunuz?
- Ne olacak Kerim bey köyde tarlalar, hayvanlar, ot, saman işte, çiftçilik, sizin anlayacağınız.Benim oğlan öğretmen İstanbul’da. Hasta olunca aldı beni buraya getirdi. Bakalım, hayırlısı.
- Nedir senin hastalık Hasan bey?
Sohbet biraz ilerleyince Kerim bey artık siz demenin gereksiz olduğuna karar vermişti.
- Bana söyleyen mi var. San ki devlet sırrı. Doktora sordum söyleyen yok, oğlana sordum söyleyen yok, toruna sordum “ben bilmiyorum dede” dedi. Belli ki çocuğa tembih etmişler, söylemiyor yavrucak. Bende bir ara baş ucumda ki dosyaya bir bakıverdim.
- Eeee ne imiş
- Akciğer Ca diye bir şey yazmışlar. Akciğeri anladım lakin Ca. Dan yine bir şey anlamadım. Ca ne demekse. Aman boş ver. Dur bakalım Mevlam neyler, neylerse güzel eyler.
- Hasan bey seninkini pek iyi eylememiş galiba diyip, gülümsedi Kerim bey.
Hasan beyde boş ver şimdi der gibi elini salladı.
- Eeee sizin hastalık nedir peki Kerim bey?
- Boş ver şimdi sizi bizi. Sen de bana. Sana güldük ama bakma benimkide Ca.
- Deme ya ne Ca’sı.
- Ne bileyim benimkinde de pankreas Ca diye yazmışlar.
- Asıl dosyaya yazana değil de kadere yazana bak Kerim bey. Öksürünce ciğerim parçalanıyor sanki, balık gibi nefes alıyorum vallahi. Ama buna da şükür, kötünün de kötüsü var.
- Sorma benimde belimin ve karnımın ağrısı tuttuğunda yılan gibi kıvranıyorum yatakta, ağrı kesiciler olmasa bas bas bağıracağım, o kadar. Nerden buldu beni bu illet.
Bu konuşmalar koridorun sonuna kadar fısıldaşma tonunda sürdü. Yavaş adımlarla yürüyen yaşlı iki adam kaplumbağa hızında ilerleyip, bahçeye bakan koridorun sonuna vardılar. Kalorifer peteğine dayanıp dışı hafif buz tutmuş karlı camdan manzarayı seyre daldılar. Bir süre sessizce hem kendi geçmişlerini, hem içlerindeki sıkıntıları, hem de gelecek günlerin acı mı tatlı mı olacağını bilmedikleri sürprizlerini düşünerek karlı bahçeyi izlediler.
Hasan bey bahçeye bakarken uzaklardan zar zor duyduğu bir ezan sesi işitti.
- Kerim bey bu hastanenin mescidi var mı? Öğle namazını kılayım.
- Vallaha bilmiyorum, dedi. Biraz mahçup bir ses tonuyla
- Üç günlük dünya, şu Ca da nedir, ne yapar bilinmez. Hem şimdi biraz hastalandık diye namazdan vazgeçmek olmaz.
- Bir şey sorayım Hasan bey sen sürekli kıldın mı gerçekten namazı?
- Elhamdulillah, ilkokul bitti namaz başladı. Siz?
- Bak hala siz diyor ya hu.
- Peki tamam Kerim bey sen hiç namaz kılmaz mısın?
- Ya elhamdulillah bizde müslümanız ama sorma işte, iş güç hayatın koşturmacası, sıkıntılar! Biri bitti diğeri başladı, derken bir baktım ki kapıda Ca … gülüştüler bu Ca da caaart gibi oldu diye düşünerek. Sonra Kerim bey söze devam etti
- Dedem rahmetli nur sakallı, nur yüzlü, hacı bir adamdı, bir gün Kayseri’de iken altı yedi yaşlarımda, beni elimden tutup cumaya götürmüştü. Çok iyi hatırlıyorum bir yaz vakti idi. Yol çok uzun gelmişti bana. Önce abdest almasını gösterdi. Kendi de benimle birlikte abdest aldı. Sıcak havada serin su da nasıl rahatlatmıştı beni. Sular yüzümde kurudu. Ayağımda terlik, camiye giden yolda dedemin elini sıkıca tutmuş heyecanla gitmiştim. İlk ve son namazımdı o benim. Sonraki zamanlarda da birkaç sure ve dua öğretmişti ama, bir sonraki cumaya varmadan nur yüzlü dedem öldü ve benimde o cuma namazı son namazım oldu. Sonrasını söyledimya şu Ca ortaya çıkana kadar hiç fırsatım olmadı. Şimdi de kemoterapi denen ilaç tedavisi başlayacakmış, sonrada belki ameliyat, yani anlayacağın yine meşgulüm!..
- Eeee hadi gel hemşireye soralım beraber gidelim.
- Yok yok sen git şimdi bizimkiler görür, Ca dan korktu, namaza durdu demesinler, dedi. Biraz gülümseme, biraz ciddiyet ve birazda acı bir duygu ile.
- Tamam yine konuşuruz bizim Ca ları, dedi. Hasan bey tebessümle.
Kerim bey 444 nolu odasına girerken Hasan bey de hemşireye mescidi sorduktan sonra koridorda gözden kayboldu.
Akşam oldu Hasan beyin İstanbul’da öğretmenlik yapan oğlu, İzmir’de bir inşaat firmasında mühendis olan oğlu ve Bursa’da mimar olan kızı ziyaretine geldiler. Her gelen babalarına sarılıp, biraz ağladıktan sonra “merak etme babacığım önemli bir şey yok, daha seni köyde de ziyaret edeceğiz, tıpkı bu yaz olduğu gibi. Yine kuzu şiş isteriz ama. Yanında da tandırda güveç bulguru ve turşu isteriz tabi” diyerek ve içten içe hüzünlü, ümitsiz, kederli ama tevekkürle ve bir sürpriz olur mu diye düşünerek babalarını teselli ettiler. Yaşlı adam hem onlara “ne demek canlarım, size kuzular kurban olsun, hele bir iyileşeyim her yazı beklediğim gibi bu yazıda dört gözle bekleyeceğim ve turşuyu da ilk ürünle hazırlayacağım” diyor, hem de Ca’nın bilinmez soğukluğu ve anlam veremediği hüznü tüm vücudunda gri bir sis gibi yayılıyordu. Her şeye rağmen hastanenin 445 nolu odasında baba ve çocuklarının birbirine olan sevgi ve saygısından kaynak alan; huzur, ümit, yardım etme arzusu, karşılıksız kucaklaşmadan doğan pamuksu esintiler dolaşıyor, bir isyan değil nurani bir huzur odanın tüm havasını dolduruyordu. Hasan bey kendi hastalığını unutmuş, çocuklarını teselli ediyor, “evlatlarım kadere iman eden, kederden emin olur. Hayır, şer, hastalık ve musibetler Allah’tandır. Siz yaz yiyeceğiniz kuzuyu, tandırdaki güveç bulgurunu ve annenizin güzel turşusunu düşünün” diyordu.
Kerim beyin 444 numaralı odasında ise bir köşede büyük oğlu, bir köşede ortanca kızı, bir köşede de küçük oğlu asık suratlarla ayakta dikiliyor, kimse birbirinin yüzüne bakmıyordu. Sanki sert bir tokat her birini tek tek dolaşmış, şamarı yiyen, istek, hırs, arzu, tamahkarlık, ve beklediği büyük pastayı alamamış cocuk küskünlüğü, kızgınlığı ve hayal kırıklığı ile somurtarak öylece dikiliyorlardı. Bu sessizliyi Kerim beyin hafif kısık ve silik sesi bozdu.
- Çocuklar nedir bu somurtkanlık, yine aynı konu değil mi? Dedi.
Büyük oğlu bu girizgahı fırsat bilip söze atıldı.
- Baba sen artık işlerin başına geçecek durumda değilsin!... duraksadı ve devam etti… Maalesef … Ama işlerin bir şekilde yürütülmesi gerek. Zaten çok aksadı işler, artık bir karar vermen gerek. Yani imza yetkisini birimize vermelisin. Biliyorsun birkaç yıldır işlerin iyice içindeyim, artık her şeyi öğrendim. Eğer istersen yarın noteri alıp geleyim, şu işi daha fazla zarara girmeden halledelim.
- Hemen kız kardeşi hafif bağırarak sert ve tiz bir sesle “sen bütün şirketi bana devret desene şuna” dedi.
- Küçük kardeşi ise cevap vermedi sessizce başı önde dinliyordu.
- Bunu gören ablası ona bakarak bana gelince “ağabeyim her şeye konmak istiyor bu işi babam ölmeden halletmeliyiz” diyorsun, onların yanına gelince de süt dökmüş kedi gibi oluyorsun. “Bu nedir yaa” diye bağırdı.
Kerim bey çocuklarının ölümünü beklemeden miras kavgasına düştüğünü görüyor, bir ömür boyu durmadan, dinlenmeden, kendisinin rahatı mutluluğu huzuru için, hiçbir şey için zaman ayırmadan, sadece çalıştığını düşünüyor, bu hastane odasında daha ölmeden, sevgili çocuklarının mal mülk ve miras kavgasına tutuştuklarını, hem de saygısız, sevgisiz umarsız ve fütursuzca kendi yanında bunların olduğuna inanamıyordu. Oysa doğdukları gün aklına geliyor, hastalıkları, büyümeleri, onlar rahat, huzurlu ve mutlu yaşasınlar diye bir bakkal olarak başladığı işinde bir marketler zincirine ulaşana kadar çektiği sıkıntıları, stresleri, zorlukları, üzüntüleri velhasıl, harcadığı ömrünü baştan sona hayal ediyor kalbine bir zehir yayılıyor, üzerine tonlarca yük biniyor, zayıf derisinden dışarı fırlayan kemikleri tek tek çatırdıyor ve sızlıyordu. Kerim bey bütün gece hayatının tüm ayrıntılarını, üzüntülerini, emeklerini, çabalarını, çocuklarını ve onları yetiştirirken neyi eksik yaptığını düşündü ve bütün geceyi uykusuz kalarak karabasanlar içinde tamamladı.
O akşam 444 nolu odadan Kerim beyin bütün çocukları, birbirinin yüzüne bakmadan, babalarına iyi geceler deme nezaketini göstermekle yetinip, birer birer yılan sessizliğinde kayboldular. Babalarını geceliğine 50 lira verdikleri hasta bakıcıya bırakarak söylenerek, kendi haklılığını kendisine defalarca mırıldanarak sinirle çıkıp gittiler.
445 nolu odada ise Hasan beyin çocukları gece babalarının yanında kalmak için birbirine ısrar ediyordu. Ve en sonunda evin kızı abisini ve kardeşini ikna etti ve babacığının yanında bir gece geçirme sevincini yaşamanın hazzıyla kardeşlerini öperek uğurladı. Sabaha kadar babasının baş ucundan ayırılmayıp gece aralıklarla solmuş kırmızı yanaklarını öpüp, saçlarını okşadı ve onun için Allah’a dua etti. Sabaha karşıda kanepede uyuya kaldı.
Sabah olmuştu. İlk günün sonunda iki komşu iki farklı hayat sürdükleri gibi, yine iki farklı gece geçirmişlerdi.
Her iki hasta ve yaşlı adam aynı manzarayı bir süre farklı duygular ile seyretti. Kerim bey biraz sonra koridora çıkıp yürüdü ve koridordan bahçeyi seyrettiği yere geldi, aynı noktadan hastanenin bahçesini mutlu bir tebessümle izleyen Hasan bey’i gördü. Günlerden perşembeydi. Kerim bey Hasan beye yavaşça yaklaşıp
- Günaydın, dedi. Yorgun, halsiz ve bitkin bir halde.
- Günaydın, diye cevap verdi hasan bey. Sevgiyle gülümseyerek.
- Bu gün çok üzgünüm Hasan bey ve sanırım çok daha fazla hastayım. Biliyor musun gece boyu düşündüm. Hayatım çalışıp didinmekle geçti. Çocuklarımın hiçbir şeyini ihmal etmedim, onlara iyi bir gelecek bırakmak için çocukluğumdan beri çalıştım. Okusunlar diye uğraştım. Ama şimdi bakıyorum da çok para kazanmışım ama, çocuklarımın bırakacağım parayı yemekten başka hiçbir meslek ve meziyetleri de yok. Ve biliyor musun daha ben ölmeden miras kavgası başlamış bile. Hem de benim gözlerim önünde yaşanıyor bunlar!..
Bunları söylerken sesi titremekli, yüzü asık, kaşları çatılmış ve omuzları kaybedilmiş ve geri gelmesi mümkün olmayan, yaşanmış bir hayatın elem veren duygularıyla doluydu.
- Ben nerede hata yaptım diye sorup durdum kendime bütün gece boyu. Ben nerede hata yaptım? Nerede? Nerede?
- Tam bunu söylerken Hasan beyin kızı yün bir yeleği hasan beyin omuzlarına usulca koyuverdi ve “babacığım yeleğini unutma lütfen, üşütmeni istemem” dedi ve babasının sırtını sevgiyle sıvazladı.
- Kerim bey’in gördüğü manzara ve hissettiği sevgi, şevkat, saygı ve merhamet duyguları ile gözleri yaşardı.
Tam bunları düşünürken Hasan beyin kızı kerem beye dönerek
- Size de bir yelek getirmemi ister misiniz amcacığım? Dedi.
Kerim beyin gözleri artık dayanamadı ve kalbinden gelen hüznü kirpiklerinden bardaktan boşalırcasına akıttı. Hasan beyin kızı bu durum karşısında cevabı beklemeden hızlı adımlarla bir yelekte Kerim bey’e getirip sırtına örttü.
- Evet Hasan bey görüyorum ki siz benim yaptığım hatayı yapmamışsınız. Hayatın mutluluk sırrını yakalamış, sevgi dolu evlatlar yetiştirmişsiniz. Lütfen söyleyin bana nedir bu sevgi ve merhametin sırrı.
Hasan bey tam söze başlayacaktı ki “Allahu ekber, Allahu ekber, Allahu ekber, Allahu ekber” diye semada ezan sesi yankılanıverdi. Hasan bey ve Kerim bey ezan sesiyle birlikte göz göze geldiler ve ikisi de susup sessizce ezanı dinlediler. Hasan bey başka bir şey söylemedi, ama Kerim bey kendisine dönerek biraz mahcup ama daha çok aradığını bulmuş bir kaşif gibi buruk bir sevinçle ve acı bir gülümseme ile
- Hasan bey mescidin yerini bulabildiniz mi? Diye sordu. Ben son camiye gittiğim yedi yaşımdan beri, yani 62 yıldır bulamadım. Belki bana yolunu gösterirsiniz.
İki yaşlı adam hastane koridorunda iki gölge gibi sessiz ve usulca süzülerek gözden kayboldular. Tıpkı insan hayatı gibiydi bu koridordaki iki yaşlı adamın yürüyüşü; kısa, sessiz, hüzünlü, ve son ana kadar asıl sevgi kaynağını bulma ve ona yönelip sonsuzluğu yakalama umuduyla dolu…
Not; Ca kanserin kısaltmasıdır. Doktorlar kanseri hastalarından gizlemek istediklerinde Ca diye kısaltıp vizitlerde Ca diye söyler ve dosyalarda Ca şekilde yazarlar.