SAPLANTI
SAPLANTI
Tam otuz beş yıl olmuş, Yılmaz’la görüşmeyeli. Bir arkadaşımdan aldığı telefon numaramla bana ulaştı. Müthiş bir sürpriz oldu. Yılmaz’dan en son haber aldığımda 12 Eylül sonrası idi. Yurtdışına kaçtığı söylenmişti. Bundan dolayı ben arayamadım. O ise otuzbeş yıl sonra izimi bulmuş arıyordu. Telefonda adres veriyor, “buluşup eski günleri yad edelim” diyordu.
O gece uyku tutmadı. Oysa uyumam gerekiyordu. Uzun bir yol tepeceğim. Yorgun ve uykusuz olmamam gerekiyordu. Uyuyamadım. Bir şeyler içeyim, rahatlar ve uyurum. Bu da mantıklı gelmedi. Yıllar önce arkadaşımla buluşacağım. Akşamdan kalma bir halde gitmek. Mantıklı gelmedi. Sabaha kadar biraz kestirdim. Yolda uyurum planı yaptım. Ne ile gideceğime karar vermemiştim. İstanbul trafiği araç kullanmaya uygun değil. Daha doğrusu benim için. Dikkatsiz ve acemi olarak bunu göze alamadım.
Karar verdim. Yol haritası çıkardım kendime. Sefaköy’den metrobüse bindim. Mecidiyeköy’de inecek, Oradan Beykoz’a giden otobüse binecektim. Sonra kararımı değiştirdim. Metrobüs’le Kadıköy’e gelip, oradan binmek daha mantıklı geldi. Metrobüs uyumaya çalıştım. Çantamdan bir kitap çıkardım. Hem yolculuğu değerlendireceğim. Hem de uykumu getirsin de Kadıköy’e kadar uyuyayım. Olmadı. Sersem gibiyim.
Birden farkına vardım. Üç beş kez buraya yolum düştü. Kanlıca’da Kanlıca yoğurdunu mısır ekmeğiyle yemek, burada yaptığım bir alışkanlıktı. Yılmaz ise buralarda oturuyordu. Onun yurtdışında olduğuna o kadar inanmışım ki, hiç aramak aklımdan geçmedi. Oysa ne kadar aptalım. Yılmaz buralara aşık bir adam. Dünyanın neresinde olursa olsun gelirdi…
Yolda beraber geçen günler bir film şeridi gibi gözümden geçti. Ne günlerdi. Geceleri halkımız uyansın diye, duvarlara yazı yazmalar. Sabaha kadar grev ziyaretleri için pankart yazmalar. Mitingler, yürüyüşler, afiş asmalar, bildiri dağıtmalar, gazete satmalar, gözaltlıları, polisle koşturmalar… O yıllarda hepimiz okullu bırakmış, kimimiz dondurmuş, kimimiz atılmıştık. Memleketi kurtarma sevdasındayız. Yılmaz, yıllar önce babasının Paşabahçe cam fabrikasında iş bulması ile gelmişti. Nereden gelmişlerdi. Şimdi anımsayamadım. Bense Artvin’den okumaya gelmiştim. Bu güzel kenti, gezmeden tozmadan nerede eylem var ordayız…
Gençlik işte yollar bize vız geliyor. Hiç unutmam bir keresinde, vapurla karşıya çıktık. Sarıyer tarafından yürüyerek Maşlak’tan vurduk. Sanayi, Çeliktepe, Cendere caddesi, Kağıthane. Sarıyer’den vur. Kağıthane’den çık. Bugün tövbe göze alamam. Bu anılar Yılmaz’la sohbetimizin konusu olacağından, kendimi zorlarcasına hafızamı yokluyordum.
Buluşma noktasına yaklaşırken, hatırladım. Buluşmamız eskisi gibi olacaktır. Kuryelik yaptığımız gibi. Aslında internet üzerinden birbirimize fotoğraflarımızı da gönderebilirdik. Maksat eskileri yad etmek olunca yine eskiye döndük. Bana “kardeş seni bilmem ama ben saçı başı döktüm. Artık fötr şapka kullanıyorum. Yani verdiğim adreste bir kovboy görürsen o benim.” Dedi. Bana da bir şey kalmadı.
Geldim. Kapı da beni karşıladı. Yıllara rağmen saçları döküldüğü halde yine de tanıdım. O da beni tanıdı. Sarıldık. Müthiş değişmişti. Uzun boylu sırım gibi halini koruyordu. Sadece saçları dökülmüş. Uzun faulleri kısalmış, Uzun faulleri ile Elvis’i andırıyordu. En belirgin özelliği sıcak, insan sever halini hala koruyordu. Eskisi gibi yine şıktı. Yakışıklı ve manken gibi fiziğiyle, Yeşilçam da kendine yer bulması içten bile değildi. İkimizde o yıllarda içinde olduğumuz Yeşilçam’a girmeyi yadsıyorduk. Bizi başka havalardaydık. Aklıma geldi. Bir tarihte Şişli de bir sinemada ‘Memleketim Acı Vatan’ filmin galasına gittik. Düzenleyenler arkadaşlarımızdı. Cüneyt Arkın da gelmişti. Bizler o kadar havalarda idik ki, Cüneyt Arkın’a hiç ilgi göstermedik. Adam çekip gitti. Oysa daha yeni gelmişti.
Gençlikte insanlar saplantıların kurbanları oluyorlar. Dün yadsıdığın şey bugün can attığın şeyler olabiliyor. Fötr şapkayı, kel kafasını saklamak için kullanıyor sandım. Ama yok. “ Artık buluştuk, çıkarabilirim.” Fötr şapka da çok yakışmıştı. Zaten medeni cesareti ve zevki böyle bir şapkayı kendisine yakıştırmıştı. Bir iş adamı gibiydi...
“Ayakta kaldık” dedi. İçeri geçtik. Pencere kenarında bir çilingir sofrası donatmış. Bekleyememiş, yavaştan yavaştan demlenmeye başlamış. Benden önce başladığı için özür diledi. Bende “ev sahibi olarak senin başlaman gerekiyor.” Dediğimde gülüştük. “Biliyor musun, eskisi gibi beklemeyi sevmiyorum.” Ben lav obaya gittim. O ise masaya çeki düzen veriyordu. Takıldı. “Sen kilo almışsın, Evlilik yaramış” Dedi. Göbeğimi okşar gibi yaptı. Oturduk. Önce karnımı doyurmaya başladım. Sonra yavaş yavaş içki faslı başladı. Kadehi çınlatarak başlardık, sohbete…
Sohbette hep benden konuşuyoruz. Çocuklar, evlilik, iş güç ve bunca yıl neler yaptığım konusunda konuştuk. İçkinin verdiği çakırkeyifle Yılmaz soruyor ben yanıtlıyordum. Kendisinin sakladığı bir sır varmış gibi davranıyordu. Bir ara boşluğu yakaladım. “Hep benden bahsettik, sen ne yapıyorsun. Çoluk çocuk, İş güç ne durumda” diyerek sorguyu ben devraldım. Önce derin bir şekilde içini çekerek, “ben hiç evlenmedim” dediğinde çok şaşırmıştım. Yani çoluk çocukta yok. “Oğlum bende bir şey olmadığından hep seni konuşuyorduk, niye bana geldik.
Yarasına basılmış biri gibi anlatmaya başladı. “Bilirsin okumayı çok severim. Hep okuyan birini aradım, gerçi şimdi de yazamamanın derdine düştük” Rakısından bir yudum aldı. Başladı anlatmaya. “Benimkisi, bir saplantı… Hani psikologlar insanları çocukluğuna iner ya. Çocukluğumda yatıyor. Annem çok güzel bir kadındı. İlkokul mezunu idi. Babam bir fabrika işçisi olarak, girdiği fabrikada sözü geçen biri olmuştu. Babam annemin güzelliğine rağmen annemde bulamadığını, başka yerlerde aradı. Onu çoğu kez başka kadınlarla gezerken gördüm. Hiçbiri annem kadar güzel değildi. Hatta babamı Zürafa sokakta (Karaköy’de genel evin olduğu sokak) bile gördüm. Ama o beni görmedi.” Öyle bir kahkaha attı ki diğer masadakiler bize bakmadan kendilerini alamadı. “Çocuk başıma bunların çatışmasını kafamda yapardım. Annemle dövüşür, babamlar dövüşürdüm. Sonra bunun annemden kaynaklandığını anladım. Babama da düşman olmadım. Tabi beni bu noktaya annem ile babamın seviştiğine şahit oldum. Annem malak gibi yatıyor, hiçbir hareket yok. Oysa birbirini severek evlenmişler…
Belki de annemin çocukluğuna inmek gerekir. Annemin okumadığı için erkeğinin mutlu edemediğini kavradım. O zamanları karar verdim. Benim evlendiğim kız okuyacaktı. Okuyacak, sevişmesini bilecek, mutfağa yakışacak, giyimine kuşamına, çocuklarını yetiştirmesini bilecek, insanlarla ilişkisine her şeyine yetecek bir insan olmalı idi. Babam ve ben hep ayni yemekleri yemekten bıkmıştık. Annem bir köy kadını gibi saf, temiz bir insandı. Ama kentte bunlar insana yetmiyor. Kendini yetiştirme gibi bir derdi yoktu. Bırak kendini yetiştirmeyi, kendini yetiştirmenin ne demek olduğunu bilmiyor. Bunu bildiğimde; anneme yemek kitapları ve gazete almaya başladım. Annem dönüp de bakmadı bile. İnatçı bir şekilde ben buyum diyordu. İşi gücü aptal kutusu televizyon izlemek ve ondandan kendine bir şey alamıyordu…
Ben oniki yaşına geldiğimde kardeşim oldu. Babam çok sevdiği arkadaşının ismini verdi. Salih, artık bir kardeşim vardı. Annem, kardeşimin bakımını da bana yıkmıştı. Annesinde gördüğü kısıtlı şeylerin dışında hiçbir şey bilmiyordu. Güzel bir kadın olarak, babamın kıskançlığından ötürü komşulara da pek gitmiyordu. Kendini yetiştiremeyen biri çocuklarını yetiştirebilir mi? Biz iki kardeş hep kendi kendimizi yetiştirdik. Biraz da babamı rol model olarak aldık…”
Şaşkın şaşkın Yılmaz’ı dinliyordum. En sonunda beni sıktığını anladı. “Kusura bakma senin başının da ağrıtıyorum.” Onu rahatlamak için “Yok ya sohbet ediyoruz” dedim. “Yani anlayacağın Mehmet’im anneme olan tepkim, bir saplantı haline geldi. Birçok kızla karşılaştım. Ama hiçbiri ile yuva kurmaya cesaretim olmadı.” Oldum olası böylesi uzun konuşmalardan sıkılırım, dikkatim dağılırdı. “Biraz da işinden bahset” diyerek konuyu dağıtmak istedim. “İşi ne yapacaksın. Üsküdar’da bir kitapevim var bana yetiyor.” Dedi. Tekrar saplantı haline getirdiği konuya getirdi. “Kimle karşılaşsam, çoluk çocuğu soruyor. Bense şimdi olduğu gibi konuyu değiştirmekten başka bir şey yapmıyorum…”
Baktım çok kaçırdı. “Artık kalksak mı” Dedim. Hemen kalktı. Saat epeyi geç olmuştu. “Seni bana götüreceğim” Dedi. Mekan sahibine “yaz hesaba” diyip kalktık. Mekân sahibinin işareti ile bir genç yaklaştı. Sanırım Vale idi. Anahtarı uzattı. Vale bize yol gösterdi. Yılmaz’ın verdiği anahtar ile kapılarını açtığı arabaya bizi yerleştirdi. Araba Yılmaz’ındı. Hiç adres tarif etmeden Kız kulesinin üzerinde bir sokağa getirdi. Bu ilk getirmediğini anlatıyordu. İki katlı dubleks eski İstanbul eviydi. “Burası benim fakir hane. Kusura bakma bekar evi biraz dağınıktır. Şuraya bir kadın atamadım, anasını satayım. Artık da umudum kalmadı. Kafa kel, yaş gelmiş altmışa merdiven dayamış” diyip sızdı…
Sabah kalktık. Sahilde bir yere oturduk. Kahvaltı yapacağız. Bir kadın alımlı, güzel biri, Yılmaz yaklaştı. “Uzun süre gözükmüyorsunuz.” Gibisinden bir şeyler söyledi. Yılmaz, misafirim var diyerek ayrıldı. Yanıma geldi. Kim bu dedim. “Bana tutkun biri” dedi. Güldü. Bende sinirlenmiştim. “Oğlum bırak şu saplantılı hallerini, yalnızlık seni harap etmiş” Dedim. Yaşamda hiçbir şey istediğimiz gibi olmaz.
Kahvaltıdan sonra balığa çıkacaktık. Yılmaz, gitti evden malzemeleri aldı. Sahilde balık tutuluyorduk. Restoranda karşılaştığımız kadın da sahilde idi. Bir güneş güzlüğü takmış elinde gazetesi oturacak yer arıyordu. Bizi gördü. Rast gele diyerek selam verdi. Yılmaz balığa koştururken biz kadınla biraz sohbet ettik. Erken yaşta emekli olmuş. Anne babayla geçinemeyince küçük bir daire alıp yerleşmiş. Sinema, Tiyatro, Sahil’le vakit geçiriyormuş. Yalnız yaşıyormuş. Adı Serpildi. Armut’un sapı üzümün çöpü gibi saplantılarla evlenmemişti. Baktım. Serpil tam da Yılmaz’ın aradığı bir kadındı. Saplantı adamı kör etmiş. Yanı başında kısmeti görmüyordu.
Ben, Serpil’le Yılmaz’ı baş başa bırakıp çeşitli bahanelerle uzaklaşıyordum. Önce bira almaya gittim. Geldiğimde koyu bir sohbete dalmışlardı. Sanırım ilk defa Serpil’le böylesi bir sohbette bulunuyordu. Sonra Kanlıca’ya Kanlıca yoğurdu almaya gittim. Bir de orada mısır ekmeğini beğendiğim fırından mısır ekmeği almaya gittim. Geldiğimde sohbet daha da koyulaşmıştı. Akşama kadar üçlü bir arkadaş olmuştuk. Akşam oldu. Ben biraz daha sohbet etsinler diye. Yılmaz’a Serpil’i evine götürmesini söyledim. Yılmaz da Serpil’i evine götürdü. Balık da tek tük çıkıyor. Bizi inada bindiriyordu. Sabaha kadar balık bahanesiyle Yılmaz’a Serpil’in aradığı kadın olduğunu anlatmaya çalıştım. İnsan ne kaybederse saplantılardan kaybediyor. Bunu birçok arkadaşımız yaşamıştı. Birbirini seven birçok arkadaşımız, sırf bir takım saplantılardan dolayı ömür boyu mutsuz oldu. Saplantı da bir tabu idi. Yıkmadığında o seni yıkıyordu…
Ayrıldık. Bir hafta sonra telefon geldi. Ayağım uğurlu gelmiş. Beni nikah şahidi olarak çağırıyordu. “Çok erken değil mi?” dedim. “Oğlum ikimizde çok geç kalmış biriyiz” Diyerek kah kayı basıyordu. Neşesi yerinde idi…
YORUMLAR
Gündelik bir dil, sade ve şık cümleler. Bunlarla ne çok şey anlatılmıştı ne çok. İçten ve samimiydi bir kere. Sanırım bu saatte aradığım tam da buydu. Fakat çilingir sofrası evde kurulmuş gibiydi önce. Sonra anladım ev dışı bir mekanda olduklarını. Nihayetinde, hoştu...