- 492 Okunma
- 0 Yorum
- 1 Beğeni
ZAMANDA YOLCULUK
Sabah sabah yine o mendebur, yavaş yavaş başlayarak sesini ben uyanana kadar yükseltmeye devam ediyordu. Bir rüyanın içindeyim. Sesler, rüyanın mı yoksa mekânın mı tam anlayamıyorum. Ses, en son noktaya ulaştığında artık rüyamı karanlıkta bırakarak gün ışığına açtım gözlerimi. Güneş, perdeleri delerek içeri giriyor. Halen yataktayım. Acaba rüyanın devamını görebilir miyim diye karanlık oluşturarak yarıda kalan rüyamı çekip çıkarmak hayaliyle ellerimle gözlerimi kapadım. Bu kez de saat işlemeye başladı. Tik tak tik tak. Artık karanlıkta tutulmuş rüyamı görmek yerine saatin o ritmi kulaklarımı tırmalıyor. Bana tik tak değil hadi kalk diyor adeta. Anladım. Bu gevezeden kurtuluş yoktu. Bedenimin ağırlığını çektim aldım yatağın içinden. Rüyayı yatakta bırakarak kalktım.
Yüzümü yıkamaya giderken halen o uçağa ne olduğunu ve sonunu merak ediyordum. Aklımdan, evet uçak havalanmış, belli bir seviyeye gelince kaptan ulaşılan yüksekliği feet cinsinden, tahmini varış süresini anons etmiş ve ben camdan baktığımda ise zifiri bir karanlığın içinde uçtuğumuzu anımsıyorum. Sanırım kaptan tam da bu durumla ilgili bir açıklama yapıyordu.
“Evet, sayın yolcularımız, bu kez sizinle yerin yedi bin feet yüksekliğinde birlikteyiz.” Ancak herkeste panik havası var. Nerede ve neden burada olduklarını bilmiyorlardı sanki. Yola ne için çıktıklarını, nereye gittiklerini. Bu türbülans da neyin nesi? O çocuk neden havada uçuyor. Herkesin sesi niye bu kadar yüksek. Her kafadan bir ses çıkıyordu… Bu karmaşanın içinde bunaldım. Devamında ne olmuştu, hatırlayamıyorum. Su, beni kendime getirdi. Hızla hazırlanarak kendimi dışarı attım.
Trafiğin o karmaşık girdaplarında kıvrana ve kıvrıla iş yerine ulaştım. Masama biraz yorgun biraz da heyecan içinde oturdum. Etrafımdaki insanlarda garip bir telaş var. Karşımda Hasan, sandalyeden taşmış yavru bir ayıcık şirinliğinde oturuyor. Gözüm eğreti oturuşunda ve Kürt böreğini yemesindeki iştahında. Yağlar yağmur gibi düşüyor masasına. Gözü kapıda. Mükellef mi bekliyor yoksa çaycıyı mı? Ben merakımı gideremeden çaycının içeri girmesi ile Hasan’ın ayağa fırlaması, bir koşu çayı kapması, masasına oturması bir oldu. Çok çaysadığı belliydi. O küçücük börek parçacıklarının bu koca cüsseli adamın boğazından geçmeyişi ne acayip işti. Ama görünen o ki zorlanıyordu. Yutkunmalarının, o takıntılı ve hırıltılı sesi kulağımı tırmalıyordu ki çayla rahatladı. Uzun zamandır görüşmediği sevgilisine kavuşmanın ve onun elini tutmanın sevinci vardı sanki çay bardağını her eline alışında. Gözlerim her sabah aynı sahnenin tanığı. Bir tiyatroyu izler gibi onun her gün işe sarılışını değil ama sabah kahvaltısı ritüelini izlemek iştahımı kabartıyor.
Çaycı, tepsisinde kalan son çayını da masama bıraktı. Bense çantamı açıp içindekileri bir çiçek gibi saçtım ortalığa. Poçamdan bir ısırık ardından bardağın parmaklarımın arasından kayışı üç saniye sürmedi. Evraklar su deryası içinde. Sanki derya deniz bir bardakta fırtına kopmuş ve suların altındaydı her şey. Gitti güzelim tüm çalışmalarım. Ortamı derleyip toplamam raporu yeniden hazırlamam hayli zamanımı aldı. Geriye kalanlarsa kuruyunca sonuçta düzelecek şeylerdi.
…
Şimdi dışarıya çıkma vakti. Sevgili ayıcıkla düştük yollara. Tarihi yarımadaya bir yolculuk yapıyoruz. Pier Loti, adını aldığı caddenin köşesine oturmuş elinde piposuyla çevreyi seyre dalmış. Havaya karışan Küba tütünü Marmara Denizi’nin meltemiyle burnumuza kadar geliyor. Nazım sesleniyor oradan Fransız zabitine: “Sarı muşamba derilerimizden birbirimize geçen tifüsün biti. Senden daha yakındır bize Fransız zabiti.” Hiç oralı olmadı yabancı edasıyla. Eskişehir mermerinden yapılmış aslan başlı piposunu bir daha çekti. Kulaklarını uzattı kendine laf atan sese doğru. Diğer eliyle köpüklü kahvesini bir kağnı hızında çekti ve bıraktı. Şimdi bir elinde pipo diğerinde ay çöreği. Ortamda sarı tütün kokusu ve kahvesini yudum yudum içerken derin bir nefesi içine çeker gibiydi. Şimdi hangi romanın kurgusunu kuruyor aklında. Ne dolaşıyor anlamaya çalışıyor.
Ayaklarımız bizi tarih kokan caddenin kenarından adeta buz pateni yapan insanlar gibi kaydırıyor. Mahalleyi pasta dilimi gibi ikiye ayıran Yeniçeriler Caddesi’ndeydik. Bir yanı Sultanahmet diğer yanı Beyazıt. Birkaç adımla başka bir ilçeye geçişler yaparken çağa ve tarihe aynı anda yolculuklarda var yanı başımızda. Caddemizde yeniçerilerin ayak seslerini duyuyordum. Yahya Kemal külliyesinden şöyle sesleniyor:
“Akıncılar
Bin atlı, akınlarda çocuklar gibi şendik
Bin atlı, o gün dev gibi bir orduyu yendik.” sesi.
Aydınlar Kulübü’nden Şeyh Bedrettin’se;
“Ay ve güneş herkesin lambasıdır, hava herkesin havasıdır, su herkesin suyudur. Ekmek neden herkesin ekmeği değildir?”
Hürrem Sultan Hamamı’nın önünden prensesler, salkım saçak tüm renk cümbüşleriyle giderken arkalarından hanım ağalar peştamallar omuzlarında onları takip etmekte. Zaman ayaklarımızın altından süzülürken Dikilitaş sanki topraktan su gibi fışkırmış, göğe doğru uzanıyordu. Arkadaşım kaideye bakarken taş kesilmiş gibi orada öyle duruyor. Dürtmemle kendine geldi ve “Ölçüsüz ve ölçülemez olan bir dilimdeydik. Ne zaman ölçülür burada, Dikilitaş. Ya davranışlarımız ve bize ruh katan o anlar ölçülebilir mi?” dedi.
“Evet, arkadaşım evet. Zamanın kıyısında ya oturursun ya da üstüne basa basa geçen bir yol yaparsın. Ya da içimizdeki bu başsız sonsuzluğun içinde bir tarihi saklarsın. Bilelim ki dün, bugünün anısından ve yarın, bugünün düşünden başka bir şey değildir.” dedim. “Zaman da tıpkı aşk gibi bölünmemiş ve temposuz akıp gidiyor. Eğer düşüncede zamanı mevsimlerle ölçmemiz gerekirse bırakalım her mevsim diğer mevsimleri kuşatsın. Bugün geçmişi an(ı)larla, geleceği de özlemle kucaklasın.” Bir iç geçirme ve nefes alma, es geçme anında.
Az ilerde günün bu saatinde Hürriyet Meydanı değil; işçi pazarı açılmış kollarını en ucuza ve en iyi işçisini bulmaya adamış. Emek satılır diyor tüm bekleyenleri orada. Tam uzaklaşıyorum ki arkamdan bir ses “Çavuşum, çavuşum!” Birden ortam askeri bir nümayişe döndü. Herkes gibi ben de geri dönüp baktığımda bir kişinin hızlı adımlarla bana doğru geldiğini gördüm. Dikkatle bakıyorum. ‘Çavuşum’ diye seslenen adama;
“Merhaba çavuşum. Tanımadın beni değil mi?” dedi. Güneşten korunmak için başının üzerinde merbolin yazılı bir kasket vardı. Fiziksel özelliklerini daha iyi tanıyabilmem için kasketi bir asker çevikliğinde çıkardı. Boyuna göre kilosu fazlaca. Gözlerinin altında birkaç halka oluşmuş. Kafasının orta yeri ay gibi açılmış. Ama ben yine tanıyamadım. Sorusuna karşılık, “Nereden tanımam gerekiyordu ki?” dedim.
“Çavuşum, zamanınız varsa kendimi size tanıtmak isterim. Şurada işçi kahvesi var. Oturmak isterseniz buyurun.”
“Ne çavuşu, ne onbaşısı. Bu meydanda, bu sesleniş nedir? Şaşırmadım desem yalan olur.” Ancak o yine devam etti. “Çavuşum, işsiz kaldığımızda beklediğimiz yerdir burası. Mal alır gibi gelir, alır giderler bizi buradan; insan olduğumuzu unutarak.” dedi tekrar.
Bu tarihi yolculuğumuzda bizsiz kalmasın diye sessiz olabileceğini düşündüğümüz Çorlulu Ali Paşa’nın Nargile Salonu’na gittik. Kahvede birkaç nargile müdaviminin dışında kimse yok. Bu saatte kim olabilir ki zaten. Etrafta, küçük esnaftan birkaç kişi sabah kahve ve çayını içiyorlardı.
Küçük oturaklara oturduk. Yanında bir arkadaşı daha vardı. Mavi gözlü, altında hayli fazla çizgiler, iyice seyrelmiş sarı saçlar, dişlerinin rengi saçının rengine dönüşmüş, peltek konuşan işsiz konuğumuzla; yerden hafif yüksek bir masanın etrafını çevreledik. Belli ki yıllardır biriktirdiği ya da içinde tuttuğu şeyleri vardı arkadaşımın.
“Çavuşum, adım Maşallah. Ankara Topçu Birliği’nden.”
Gerçekten askerlik yaptığım yer. Yıl neydi dedim o da tuttu. Çaylarımızı söyledik. Mis gibi Karadeniz kokuyor. Çaprazımızdaki nargile içicisinin göbeğinden yüzünü zor bela görüyorum. Ortam bulanık, tüm meyve aromaları birbirine karışmış, fokurtu sesleri de bohem bir hava katıyor ortama. Çorlulu Ali Paşa’nın meşhur nargilesini tüttürüyor şişman cımbızdık adam, oradan seslendi: “Garson bir acı kahve, yanında da suyu olsun.” Maşallah’a bir türlü gelemedim.
“Tamam, Maşallah gözün bayağı keskin. Ya da hafızan çok iyi.”
“Çavuşum, bizim oralarda balığı çok yeriz. Gözümün keskinliği bu yüzdendir. Ama şansımıza bir katkısı olmadı bu zamana kadar.”
“Ya, şu çavuşum hitabını kaldıralım. Arkadaş diyelim. Askerlik çok gerilerde kaldı.”
“Ne yaparsınız, alışkanlık işte. Sanırım adınız da Onur’du, değil mi çavuşum? Ya pardon, yine çavuşum dedim.” diyerek gözlerini benden kaçırdı.
“Maşallah buralarda ne iş yaparsın?”
“Mevsimlik işçiyiz. Biraz önceki işçi pazarında iş bekliyoruz. İnşaat, bahçe benzeri. Yani anlayacağın ne iş olursa hepsini takip ediyoruz.”
“Düzenli iş buluyor musunuz ya da bulduğunuz iş sizi tatmin edebiliyor mu?” dediğimde “Nerdeeee! Aç kalmıyor, tok da olmuyoruz.” dedi.
“İzin verirseniz sizinle geçmişte kalan bir anımı paylaşmak istiyorum. Ya da itiraf etmek istiyorum daha doğrusu.”
“Maşallah ne itirafı? Olmuş, bitmiş. Geçmişi öyle fazla eşmemek lazım. Yoksa altında kalırız. Geçmişi geleceğe taşımak gibi bir işgüzarlığa düşüyoruz bazen. O da bizi daha da ağırlaştırıyor,” dediğimde, önündeki bardaktan büyük bir yudum çay aldı.
“Anlatmasam olmaz. Mutlaka anlatmam lazım!” diyerek gözlerini benden kaçırdı. Sanki bir suç işlemiş de itiraf ediyor gibiydi. Nerden, nereye…
“Hadi o kadar çok istiyorsun anlat da öğrenelim.” dedim.
“Biliyor musunuz? Bana acele kodlu bir telgraf gelmişti o zaman. Telgrafta babamın hasta olduğu, acele gelmem gerektiği bildiriliyordu. Sizler de takdir edip beni göndermiştiniz. Aslında o düzmece bir durumdu. Babam hasta falan değildi. Sade köyde ekin zamanı gelmiş ve babamın tek başına o ekini biçemeyeceğini bildiğimden kendime telgraf çektirtmiştim.”
Hayda! Bu da nereden çıktı. İzin, ekin, hasta baba, telgraf ve tertibim, yıllar sonra karşımda gerçekleşen bir itiraf. Güleyim mi bilemedim. Önce şöyle bir süzdüm kendisini. O da şaşkın bakmakta bana. Geçmiş ve geleceğin arasında bıraktım kahkahamı. Tertibim, itirafının rahatlığı içinde tekrar garsona gür bir sesle “Bize yeniden bir çay verir misin?” dedi.
Sonra arkadaşım final yapar gibi, “Hayatın neresinde ne şekil ve görüntüde olursak olalım; mesele şudur: Hangi dostun bir bardak demli çayı için özlemin adresiyiz. Vakit varken, can çeker. Can, çayı bahane edip muhabbet ister. Ne makam, ne mevki ne de şan ve şöhret. Aradığı insandır. ‘İnsan’ sıfatının yanında, unvanların ne önemi olabilir ki…” dediğinde yüzlerdeki gülümsemeler ortamı aydınlattı.
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.