- 1061 Okunma
- 2 Yorum
- 0 Beğeni
DEPREM
Sıcak öylesine bunaltmıştı ki güvercinler, meydandaki insanlara rağmen fıskiyeli havuzun başına toplanmışlardı. Suyun her halinden ve anından yararlanmaya çalışıyorlardı. Heykelin gölgesinden faydalanmaya çalışan insanlarda alanın konuklarıydı. Bir çocuk ise öğle sıcağına aldırmadan kaykayıyla banklara ve heykelin kenarındaki merdivenlerden aşağıya bırakırken kendisini güneşe meydan okuyordu.
Treni kaçırmamak için hızlandım. Benim gibi yanımda hareket eden onlarca insanda ya güneşten kurtulmak ya da bir yere yetişmek için hızla garın içine girdi. Belli ki onlar biletlerini önceden almışlardı. Bilet satan memura ulaştım sonunda. Şişman memurun üzerinde gri bir gömlek, yakasında demiryolu işareti var. Elindeki kendi kadar şişman bardaktan bir yudum aldı. Sonra bana baktı: “Hayırdır?” dedi. Şaşırdım! Nasıl yani! Alışılmadık bir ifade şekliydi. Nereye gidecektiniz? Ya da kaç trenine bilet alacaksınız? Gibi sorular yerine ‘Hayırdır?’ bana çok da hayır gelmedi. Tekrar çaydan ya da içinde ne olduğunu bilmediğim şeyden birkaç yudum daha aldı.
“Ankara’ya gidecektim.” dedim. Bu kez görmediğim bir noktaya baktı. Eliyle bir şeylere dokunuyordu. Bir aktivite içindeydi. “Gidecek olan kim?” dedi. “Benim” dediğimde “Tamam, ikinci sınıf bilet var, bagajınız var mı?” “Bir valizim var.” cevabım üzerine ayağa kalkıp ona baktı. Tartışacak zamanım yoktu. O da sorun çıkarmadığı için biletimi kesti, aldım. Çok az bir süre sonra trenime binecektim.
Bekleme salonu hayli kalabalık, içeri girmedim. Biletimin üzerinde yazılı olan peronun önüne geldim. Hareket amirliğinden bir anons “Sayın yolcularımız, trenimiz on beş dakika gecikmeli olarak gelecektir. Bilgilerinize.” diyordu. On beş dakika nedir ki? Hemen geçer dedim.
İki numaralı peronun önündeki oturaktan birisi kalktı. Birilerinden önce davranarak oturdum. Oturakta kıvrılmış bir gazete gözüme çarptı. Sahibi birazdan nasılsa gelir diyerekten ilgilenmedim. Gözlerimi kısarak perona doğru uzanan tren raylarına bakmaya başladım. Bakışlarımın arkasından çok geçmeden şahmeran motifli bir tren yılan gibi kıvrılarak gelmekte! Uzak mesafeden bile fark edilen bu motife bir türlü anlam veremedim. Bu ya bir şaka ya da yeni bir çalışma olmalıydı diye içimden geçirdim. İyice yavaşlayıp da taam ayaklarımın dibinde durunca -E40 009- sefer sayılı olduğunu okudum. Saatime baktım. Yolcuları indirip yeniden hareket etmesi hayli zaman geçireceğimiz anlamına geliyordu. Gazetesini bırakan yolcu ortalıkta görünmediğinden onu da elime alıp boşalan trene doğru valizimi çeke çeke yürümeye başladım. Tabii vagon numaralarına bakarken en sonda olacağımı bu dalgınlıkla düşünememiştim.
Vagonun sonuna geldiğimde lacivert elbiseli, içinde maviye çalar bir gömlek, başının üstünde tren armalı şapka bulunan elinde trenlerin kalkış ve varış saatini gösterir bir cetvel, bir ağız düdüğü, işaret bayrağı, üç renkli el işaret feneri bulunduran memurla göz göze geldim. “Biletinize bakabilir miyim?” dediğinde bileti uzattım. Baktı ve “Tamam, bu vagona bineceksiniz.” Bileti, elime en yakın cebime koydum. Bilet; kontrolden çok, yolcuların yanlış vagonlara binmemesini sağlıyordu. Adres doğruydu. Önümde hayli kilolu bir bey, zorlanarak merdivenlerden ve kapıdan içeri girdi. Arkasından ben merdiveni birkaç adımla çıktım. Satın aldığım koltuğun önüne geldiğimde fotoğraf makinemi bırakarak valizimi bagaj yerine yerleştirdim. Gazeteyi önümdeki koltuğun arkasındaki bölüme bıraktım. Pencereye yaslandım, izliyorum. Çok geçmeden yanımdaki koltuğa orta yaşlarda, saçı sakalı karışmış bir beyefendi selam vererek oturdu. El bagajlarını koltuğunun altına yerleştirdi. “Allah hayırlı yolculuklar nasip etsini” bana mı kendi kendine mi söyledi, anlayamadım.
Trenimiz hareket etti. İçimde bir çocuk sevinci! Yıkılmış, harap olmuş bir şehrin yıllar sonra inşasını haberleştiren ve gelişmeleri fotoğraflarıyla belgeleyen ben; bir foto muhabiri gözüyle objektiflik, tarafsızlık ve doğru habercilik ilkeleriyle dönüş yolundaydım. Çalışmanın bitişimi yoksa bu yaşananlardan sonra insanların yeniden ayağa kalkışımı beni heyecanlı kılmıştı onu pek anlayamadım. Ama her türlü yolculuğu severdim. Bir serüvendi, rastlantılar ve olaylar zincirinin bir halkasının içinde olmak. Çekmek, almak, yemek ve onu bu yolculukların sonunda paylaşmak, seviyordum. Mesleğimin iyi tarafı da buydu.
Kondüktör, bilet kontrollerini yapmaya başladı. Elinde çıt çıt ses çıkaran bir aletle biletlerimizi deliyordu. Yanı başımıza geldiğinde bileti uzatmak için elimi tişörtümün cebime attım. Sonra diğer ceplerime ama nafile yoktu. Belki oturaktan aldığım gazetenin içine koymuşumdur diye gazeteyi açtım. İçinden bilet düştü. Kondüktöre uzattım.
“Bayım, sanırım yanlış yere oturmuşsunuz.” dedi. O arada ben adamın şapkasındaki armanın kapatmasına bakıyordum ki, “Nasıl yani?” dedim. “Sizin kompartımanınız birinci sınıf, burası ikinci sınıf.” dedi. “Bilete bakabilir miyim?” dediğimde elimdeki biletin bana ait olmadığını anladım. “Bir dakika, beyefendi” diyerek bu kez elimi pantolonun arka cebine attım. Ve evet, biletim oradaydı. Uzattım. Bu kez şaşkınlık kondüktördeydi. Ne iş, der gibiydi. Bileti sahibine ulaştırmak üzere kalktım.
Yol boyu yerini arayan, başka bir şeyle ilgilenen yolcular tam bir hengâme içindeydi. Onları yara yara birinci sınıf kompartımana ulaştım. Biletin üzerindeki koltuğa geldiğimde iki kadın oturuyordu. “Pardon Yüksel Bey’i soracaktım. Koltuk numarası burayı gösteriyor.” dediğimde önden bir bey “Buyurun, benim. Hayırdır neden sormuştunuz?” dedi. “Biletiniz bende de” dediğimde adam şaşırarak “Yaaa… Nasıl?” dedi. Biletini uzattım. Ayağa kalktığında fark ettim ki adam hayli uzun boylu, saçlarını atkuyruğu yapmış, beyaz tenli, orta yaş kuşağında bir bey.
“Öncelikle sağ olasınız. Biletimin sizde ne işi var, merak ettim?” dedi. “Biraz karışık beyefendi, müsaadenizle.” deyip gidiyordum ki adam “Hele bir dur arkadaşım.” diyerek ayağa kalktı.
“Zamanınız varsa sizinle lokantaya gidelim. Biraz soluklanır, bir şeyler içeriz.”
“Gerek yok beyefendi. Sadece size bileti ulaştırmak istemiştim.”
“Önemli olmaz mı? Gelin, hem de konuşuruz; canım iyice sıkıldı bu karıştırma işlerine. Biraz gerginimde, şaşkınlığım ona.” dedi en sonunda.
...
Oturduk bir köşeye. “İsmim üniseks olduğundan sıkça karışıklığa meydan veriyor. Yine karıştırmışlar. Yanıma bir bayan bileti kesmişler, o nedenle beyefendinin eşiyle yer değiştirdim. Siz geldiğinizde o numarada oturmamamın nedeni de buydu.” dedi.
Tren nazlı nazlı gidiyor, çocuklar el sallıyor, köylüler tarlalarında çalışıyor, hemen rayların kenarında hayvanlar otluyordu.
Yüksel Bey kendine bir limon soda söyledi, ben de bir vişne suyu.
Garson, “Başka bir şey istiyor musunuz?” dedi.
Yüksel Bey “İsteyeceğimiz zaman söyleriz evladım, sağ olun.” dedikten sonra bana tekrar döndü. “Nerede kalmıştık? Sahi benim biletim sizde ne geziyordu?”
“Şöyle ki; istasyonda oturduğum banka bırakılan gazetenin içindeydi. Yolculukta okurum diye aldım. Sahi siz bilet olmadığı halde o koltuğa nasıl gidip oturdunuz?” dedim.
“Ya bende saplantıdır. Çok önceden 2 numaralı vagon yirmi iki numarayı satın almıştım. O nedenle bileti genelde kondüktör geldiğinde uzatırım.” dedi.
“Hımm anladım. Adapazarlı değil misiniz?” dedim.
“Hayır değilim. Kastamonuluyuz. Kardeşimin iki çocuğu vardı. İlkokul biter bitmez çocukları burada cemaatin Kur’an Kursuna yazdırdı. Duyarlı ve vicdanlı insanlar olsun diye. Gerçi ondan önce okutacak durumu da yoktu. Yanıma gönder okutayım, dediğimde -Yok abim, sana zahmet olmasın-” dedi.
Bu esnada tren, hızını keser gibi yaptı. Masanın üzerindeki bardaklar birbirine çarptı. Sanırım yakında bir istasyon var. Yüksel Bey, “Hay sizin istasyonunuza!” dedi. Bıraktı lafın devamını.
“Çocuklar büyük depremde binanın altında kaldı. Bir hafta sonra ulaşabildik naaşlarına. Mezarları burada. Bir hafta önce geldim, mezarlarını yaptırdım yıl dönümlerinde. Şimdi dönüyorum yaşadığım ve çalıştığım şehre. Ya siz?” dedi.
“Foto muhabirim. ‘Deprem Sonrası Hayatlar’ konulu bir çalışma için geldim. İki üç gün kaldım. Çalışmamı bitirdim, şimdi dönüyorum,” dedim. İçecek faslı sonrası müsaade isteyip ter kokan amele ve köylü yolcu kardeşlerimin yolculuk yaptığı kompartımana gittim.
Oturduğum yerde daha koltuk ısınmamıştı ki, yanımda oturan bey söyleyecek şeylerini biriktirmiş olmalı ki bodoslama girdi; “Aslen Ağrılıyız, orada hayvancılık falan yapıyorduk. Terör nedeniyle evi barkı bırakıp yurdumuzdan buralara geldik o zamanlar. Memleketteyken bir oğlumu kardeş kavgasında kaybettim. Elde ne var ne yok satıp bir yorgan bir yastık misali, öbür oğlum ve iki kızımı da alarak buraya yerleştim. Uygun bir kiralık ev bulduk. Bir yaşam kurup hayatı hal yoluna koymaya çalışırken bu kez deprem fırtınasına tutulduk,” dedi.
Gözlerindeki yaşlar ince ince aşağıya doğru süzülüyordu. Yönünü çevirdi diğer tarafa, kollarıyla sildi akan yaşları. Çok fazla derdini eşmek istemediğimden sustum. Ama yine de o kaldığı yerden devam etti. “Bu şehirde iki minik kızımı bıraktım. Ölüm yıldönümleri nedeniyle mezarlarının başına geldim. Sabular çok küçüktü. Birisi yedi, diğeri on bir yaşındaydı.” dedi.
“Toprağı bol olsun. Işıklar içinde kalsın.” dediğimde bir başka baktı.
“Gardaşım bu ilahi bir ikaz, Adapazarı son zamanlarda iyice zıvanadan çıkmıştı. İnsanlar karakterlerini yitirdiler. İstanbul’un varoşları değil, sanki lüks semtlerinden bir yerdi. Sokaklarda gezemez olmuştuk. Her taraf kokulu, boyalı kadınlarla doluydu. Allah gücünü böyle gösteriyor işte.” dedi.
Adamı yeniden baştan ayağa süzdüm. Bu sohbet nereye gider diye düşünürken aklımda hep olan şu soruya; bu beyefendinin ne cevap vereceğini merak ederek “Deprem ilahi bir ikaz veya ceza mıdır?” dedim.
Uzun uzun bana baktı. Sonra “Bu tarz olaylarla Rabbimiz bize şu gerçeği hatırlatmak ister. Bu kâinat benim mülkümdür. Onu yarattığım gibi orada dilediğim şeyi yapmakta benim hakkımdır. Belirli bir süre içinde imtihan için size tahsis etmem, sizi aldatmasın. Onun izni olmadan yaprak kımıldamadığına göre deprem de onun izniyle titriyor. Musibet olduğu kadar hâkimler hâkiminin uyarısını da beraberinde taşıyor,” dedi.
“Beyefendi, biliyorum, acılısınız. Size yeniden durumu anımsatmak da istemem ama müsaadenizle size bir sorum daha olacak. Bu depremde ayakta kaldınız ve adınıza sevindim. Aileniz adına ise üzüldüm. İnsanların ahlaki yozlaşmaya uğradığını söylediniz. Özür dileyerek diyorum ki, bu iki küçük kızın suçu neydi? Ölmelerine yol açacak kadar ne günah işlemişlerdi?” diye sordum.
Adam bir zaman öylece sustu. Aklında buna verecek güçlü bir yanıtı da olduğunu tahmin ettim. Bu soruyla sohbeti bitirerek ‘Trenin Penceresinden’ adlı kısa bir fotoğraf çekimi yapmak istiyorum. Sahi onların günahı neydi?
Adam, “Evet, sorunuza yanıtım var ama giden canların hayalleri gözümün önüne gelince aklıma; Rabbimin, ‘Her şeyde bir hayır olduğu’ sözü gelir. Depremde masum insanların öldüğüne gelince; bu kişilerin şehit olduğu, mal kayıplarının da sadaka yerine geçtiğini kutsal kitap ve onun tamamlayıcısı hadislerde yanıtı var,” dedi.
Dışarıdan “Pat, pat…” diye sesler geldi. Pencereyi iyice açtım. Güvercinler maviliklere doğru kanat çırpıyorlardı, hayatlarını kurtarmanın telaşı içinde.
YORUMLAR
Hiç beklenmeyen ne hayat hikayeleri çıkıyor o kısacık sohbetlerde. Güzergahtan dolayı da acıların ortak olduğu bir olaya bağlanması da beklene bir şey tabii. Herkes olaya kendi penceresinden baksa da!..
Tasvirlerin çok güçlü olduğu akıcı bir anlatım. Kutlarım.
Saygılarımla.
yol hikayelerini zevkle okurum bende özel bir yeri vardır.Merak uyandıran,heyecanlı, hüzün barından mükemmel bir hikaye okudum...
Teşekkürler...
gurelsurucu
Gözen gözleriniz
okuyan kalbiniz var olsun.