- 980 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
Suya Yazılan Mektuplar / 3
Mektup No:3 Anneme
“Kızlık soyadı bilmez, kadındı doğduğunda. Bu yüzden kıyamayıp babam doğurmuş beni, avuçlarımda bir kir; avuçlarımda şiir.”
Kim bilir kaçıncı kez yazıp çizdiğim bir kâğıdın üzerinde, kim bilir kaç saattir, kim bilir kaç cümledir, kaç hecedir sana yazmak için ter döküyorum anne; mürekkebi özlem olan bir kalemin gölgesine sığınarak.
Ne çok şey anlatabilirdim, ne çok şey anlatabilirim oysa sana bir bilsen, ne çok şey yazabilirdim, ne çok şey yazabilirim anne, sadece “keşke”lerden ibaret.
Sana hiç ulaşmayacak bir mektup yazıp, hiç var olmamış bir adrese, hiç var olmamış bir postaneden, hiç basılmamış bir pul yardımıyla gönderebilirdim mesela.
Şiir yazabilirdim, öznesi sen yüklemi cennet kokan.
Anlatabilirdim belki anne.
Anlatabilirdim.
“Neviye Sokak Numara Altmış Dört / Kadırga - İstanbul
İlk ezberlediğim adres.
Doğduğum, ilkokulu bitirene kadar büyüdüğüm ev.
Şehrin altın anahtarı büyüklüğündeki kocaman anahtarla açılan tahta kapımız, tam karşımızdaki Kadırga Öğrenci Yurdu, hemen arkasındaki sahil, genzimi derin derin yakan iyot kokusu.
Ve çocukluğum.”
Aslında iyi bir giriş sayılabilirdi yukarıda yazdıklarım; içimdekini pek bir entelektüel, pek bir marjinal, pek bir sanat adamı süsüyle ve efkâr sosuyla sunma gayretiyle satmak istiyor olsaydım.
Onları kendime çekip, onlara kendimi anlatıp, onları kendilerinden çıkarıp onlara bir ben dâhil etmek isteseydim eğer, iyi bir başlangıç sayılabilirdi sepya bir fotoğraf eşliğinde kendimi sunuşum.
Hâlbuki onların anne; çok para eden evleri, tüpü köylü, mazotu avam görüp benzinle çalışan arabaları, konu komşu rahat otursun ama otururken de şöyle bir süzsün diye aldıkları çok pahalı ve fakat zevksiz ve fakat rahatsız ve fakat ruhsuz koltukları, kinayeli cümleleri, kibirli bakışları, öylesine sorulmuş halleri hatırları, aydınlık yatak odaları, huzursuz uykuları var hep. Biliyorum.
Ve şiirleri.
Benim yok!
Yok işte anne. Yok.
“Saçları önce kısa sonrası topuz biraz, - afilidir her kadın; anam başkadır ama - sığmaz şiirlerime doğmamış kadın anam.”
Anlatabilirdim oysa onlara, Kemalettin Tuğcu tarafından yazılmış, okuyabildiğim ilk ve son kitabı olan “Sokak Çocuğu”nu okurken neler hissettiğimi.
Sekiz yaşımdaydım sanırım ya da dokuz.
Hatırlarsın, otobüsten bozma eski bir gezici kütüphane yanaşırdı hani kapımıza seksenlerde.
Hatırlarsın, hep anlatırdım hani, o kütüphanede olup da okumadığım kitabın kalmadığını, kitabın nasıl değerli bir şey olduğunu, çok feci, çok enfes, çok başka koktuğunu burnunu içine gömünce.
Anlatabilirdim anne.
Kitap yasaktı.
Kitap yakılıyordu.
Kitap suçtu hani.
Anlatabilirdim anne, hemen evimizin karşısındaki kitap deposunun nasıl yakıldığını.
Ya seksen iki ya seksen üç yılında oraya nasıl bir macera hevesiyle girip bir tomar yarısı yanmış kitabı çıkardığımızı, o akşam nasıl bir heyecanla o kitaplardan elime ilk geçen kitaba yazıldığımı, o kitabın alt kenarlarındaki yanıkları bugün gibi hatırladığımı ve el kadar çocukken daha, o maceradan kaçırıp okuduğum ilk kitabın Gogol üstadın yazdığı “Bir Delinin Hatıra Defteri” olduğunu.
Anlatabilirdim anne.
Ama onların; Kültür Bakanlığı onaylı ve dahi tescilli sıfatları, sekiz tanesi yirmi liraya çekilmiş vesikalık resimlerinden birini kayıt birini kart için verip kart kısmını yanlarında taşıdıkları üyelikleri, bastırdıkları ve ellerine geçer geçmez çoğunu anonim bir biçimde peşinen imzaladıkları kitapları, plaketleri, ödülleri, davet edildikleri etkinlikleri, şiir okudukları mikrofonları, şiirlerini okur okumaz çıkıp sigara içtikleri balkonları var nicedir. Biliyorum.
Ve şiirleri.
Benim yok!
Yok işte anne. Yok!
“Kızlık soyadı bilmem, saçları kısa hâlâ. Sığmaz şiirlerime doğmamış kadın anam. Avuçlarımda bir kir anam kokuyor yine. Avuçlarımda zikir; doğmamış kadın anam.”
Anlatabilirdim oysa anne, aynaya bakarken gördüğüm gözün içindeki aynadan bakan gözün bana nasıl baktığını.
Anlatabilirdim, yaklaşık otuz yıldır neden her gece en az beş kere uyanıp dört duvar arasından kurtulmak adına kendimi dışarılara attığımı.
Anlatabilirdim belki, neden yapacak yüzlerce şey varken, ısrarla ve inatla ve kendi yüzümü tırnaklarımla çizer gibi acı çekerek yazmaya devam ettiğimi.
Anlatabilirdim anne.
Ama onların, geceyi gördüğünde canlanan acıları, her gece kendi içlerine kendi elleriyle diktiği mezar taşları, her gece avuçlarına defnedilen ölü kuşları, her gündoğumu kendi iç sınır topraklarına dökülen gözyaşları var mı, bilmiyorum.
Her sabah ardından el salladıkları, her akşam yolunu gözledikleri, her gece o gelmeden uyuyamadıkları, her çıtırtıda uyanıp kontrol ettikleri, üstünü örttükleri, sırtını sıvazladıkları, saçını okşadıkları, uyurken seyrettikleri, kayan bir yıldıza bağlayıp gülümsedikleri bir umutları var mı, bilmiyorum.
Anlatabilirdim oysa anne.
Ama onların; yapılacak çok işleri, gidilecek çok yerleri, yazılacak sayfaları, okunacak şiirleri, çektirilecek resimleri, edilecek, cayılacak, tutulmayacak yeminleri var hep. Biliyorum.
Ve şiirleri.
Benim yok!
Yok işte anne. Yok.
“Kızlık soyadı bilmez, kadındı doğduğunda. Avuçlarımda annem, avuçlarımda bir kir, avuçlarımda zikir; avuçlarımda şiir doğmamış kadın anam.”
Anlatabilirdim oysa anne.
Bir öksüze sarılıp bir bankta sabaha kadar nasıl uyuduğumu, bir çöpçüyle sabaha karşı sokak ortasında nasıl dertleştiğimi, bir izmariti bir sokak çocuğuyla nasıl paylaştığımı, bir kumrunun yanağını nasıl öptüğümü.
Anlatabilirdim.
Onlar anlatabiliyorlar ama, biliyorum.
Çünkü onların, çok kelimesi var sadece cümle kurmaya yarayan.
Özneleri var, imgeleri, virgülleri, noktaları.
Kâğıtları var onların, biliyorum.
Ve kalemleri.
Ve şiirleri.
Benim yok!
Yok işte anne. Yok.
Olsaydı, anlatabilirdim belki anne.
Anlatabilirdim.
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.