- 581 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
NEDEN Mİ YAZIYORUM?-8
Bu yazacaklarım yazılmış bir sayfayı yeniden yazmak işkencesi olarak anılacak. Aynı tadı, aynı tuzu vermeyeceğini biliyorum, ama, yeniden yazmak durumundayım.
Cesaret demiştim, öğrenci çağında bir çocuğu, genci, cesaretlendirecek olanda, korkutacak olanda öğretmendir. Aileden nasıl gelirse gelsin fark etmez. Öğretmenler bu anlamda üçe ayrılır; cesaret verenler, korku salanlar ve işi oluruna bırakanlar. Bu oluruna bırakanlar üzerinde fazla durmayacağım; onlar öğrencilerden daha çok kendileri ile meşguldürler, problemlidirler, kendilerince dertleri vardır ve öğretmenliği bir tür mecbur oldukları için yaparlar. Eğitim bunlardan fazla bir şey de beklemez. Onlar da bunun farkındadırlar. Mesela ilkokul 1.,2. sınıf öğretmenim Halit TAYFUR aklıma geldi bu örnek için.
Cesaret verenler vardır, bunların çoğunluğunu Allah sanki sadece öğretmen olsunlar diye yaratmıştır. Hırslarını belli etmeden öğrenciyi sürekli yukarılara fırlatmak için didinirler ve kendilerini de zaman zaman tüketirler. Bunlar öğrenciye hep olumlu ve geliştirilebilir yanından bakarlar, çok sağlam gözlemcidirler, hangi çocukta ne cevher var tezelden çözerler ve gerekli desteği de verirler. İşte tam böyle olmasa da benim hayatıma böyle bir öğretmen tesadüf etti, biliyorum adını duyunca bir çokları öfkelenecek de, çünkü notu inanılmaz kıttı. İnce, narin ve nazenin, hani çıtıpıtı deriz ya, işte o türden bir öğretmendi Zühal ÖZGÜR. Ama mesleğine saygısı olan bir öğretmendi, benim cesaret kazanmama da bir olay nedeniyle o vesile olmuştu. Fen bilgisi dersinde, Anofel (Sivrisinek) in hayat devresini şekiller çizerek kara tahtada anlatıyordu, konu bitti, her zaman olduğu gibi çocuklar anladınız mı? dedi; sınıf hep bir ağızdan yüksek bir tempoyla evet!!! dedi. arkasından kim anlatacak deyince, sınıftan gık çıkmadı. Bu tür durumlar bana hayatım boyunca hep komik gelmiştir ve ortamı düşünemeden kahkahamı atmışımdır, kendime engel olamam. Yine öyle oldu, bastım kahkahamı ama ortalık da buz kesti, ben yapayalnız kalmıştım ki, Zühal Hoca bana doğru geldi, dirseğini omuzuma koydu; sen analadın mı? dedi. Evet anladım, dedim; o halde kalk anlat dedi, ardından da sınıf başkanına aşağıdan bir yaş (sopa) kes gel dedi. Tebeşiri elime alıp tahtaya şekilleri de eksiksiz çizerek, köylü lisanımla anlattım ve çok hoşuna da gitti. Sopa gelmişti, eline aldı, yanıma yaklaştı, dirseklerini omuzuma dayadı, kafasını kulağıma; oğlum yazıcı ben senin anladığını biliyorum, onların da anlamadığını biliyorum, neden sen parmak kaldırmıyorsun anladığın halde, onlar anlamadan yaygara yaparken? Ben sessiz kalınca bundan sonra hep parmak kaldıracaksın dedi ve sopayı bıraktı, otur dedi. Artık onun derslerinde parmak kaldırmaya mecburdum, tabi bu durum diğer öğretmen ve derslere de yansıdı. Bu tespit ve durum bir tür benim ezikliğimi ve sessizliğimi yenmeme neden olmuştu ve içimden,"Sahi neden?" diye hep geçirmiştim ve başarmıştım da...
Bazı öğretmenler vardır onlar sadece korkuturlar, bundan da inanılmaz haz alırlar, almasalar sanırım yapmazlar. Yusuf BERBER öğretmenimiz benim gözümde öyle biriydi ve öyle olarak da kaldı. Mevsim kış, inanılmaz bir ayaz, kamyon kasasının arkasında köyden gelmişim, yazılımız var ve geç kalmışım; tereddütle kapıyı çaldım, içeri girdim Yusuf Hoca önümü kesti, yüzümü kendisine döndürdü, ben yüzümde şamarı beklerken o ayağındaki sert potinler ile iki ayağımın kaval kemiklerine vurdu, acı içinde öylece yığılıp kaldım..Sonra masama geçtim yazılı kağıdını aldım ama elim kalem tutmuyor, parmaklarımın biraz ısınması lazım ve öfkemden titriyorum. Tabi yazılı bitti, birinci yazılıdan dokuz alan ben, bu yazılıdan iki almıştım ve matematikle olan sevgi bağım da tam orada kopmuştu, bir daha da ömür boyunca sevgiyle buluşamadık. Müsebbibi Yusuf BERBER’dir.
Bir de cesareti korkuyla birlik sunan öğretmenler vardır Aydın ÇORUH gibi. Aydın ÇORUH ilkokul öğretmenim, galiba 3,4 ve 5. sınıflarda beni okutmuştu. İnanılmaz idealist bir tipti. 17 Km.mesafeden çoğu zaman yayan yapıldak gelir, yüzü kızarmış, başından dumanlar, buğular çıkar, öylece de derse girer. Öğretmek için inanılmaz çırpınırdı, hırsı da, öfkesi de hep bu öğretme aşkından kaynaklanırdı, bu durumu biz bile çocuk yaşta hissederdik. Çok önemli de nasihatleri olurdu. Mesela hatırladığım; İstanbul’un fethini anlattı, sonra sesini yükseltti ve dedi ki; çocuklar bir gün İstanbul’a gider de ilk önce Top Kapı sarayını gezip, görmezseniz size hakkımı helal etmem. 1972 Yılıydı, bir vesile ile İstanbul’a gittim ve ilk işim Top Kapı sarayını-Müzesini gezmek oldu. Demek bu nasihat işe yaramıştı. Ahlakı çok yüksek bir insandı ve ciddiyet onun işiydi. Tahtanın sol köşesine birileri yazılmaya görsün, kendini kaybederdi, onun için masa, sıra, hatta soba bile bir sopa olarak kullanılabilirdi, bu da kötü yanıydı. Bazen tahtaya yazılanların arasında ben de olurdum; o kadar seri döverdi ki, benim arada dayak yemeden sıyrıldığımı kimse anlamazdı, bir ben bilirdim, bir de o. Yani beni severdi, hem de çok. Tek nedeni ise ona göre çok başarılı olmamdı...
Başta cesaret demiştim ya, zaman ilerledikçe bu ben de daha ayan-beyan görünür hale geldi. Okulda ve yurtta her cumartesi öğlen İstiklal Marşı okunur, okutulurdu. Okulda marşı öğretmenler idare ederken, yurtta ağabeyimiz öğrenciler idare ederdi. İşte bu idareci ağabeyimiz o gün yoktu, sıraya dizildik, bekliyoruz, hava soğuk, ucu tatil içimiz içimize sığmıyor ve ha bire bekliyoruz..Aradan sıyrıldım, usulca merdivenleri çıktım, yönümü arkadaşlara döndüm, hadi bir, iki, üç Korkma...
Artık medeni cesaretim tamamdı, beni kim tutar...
HAYRETTİN YAZICI
Devam edecek....
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.