- 326 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
ASLANIM BENİM!
Saat, bir günü devirip ertesi güne başlangıç anındayken sınava girecek bir öğrencinin heyecanı vardı üzerinde. Tüm olup bitenler ve geçen şey hâlbuki akreple yelkovanın döngüsünden başka bir şey değildi. Hayatında hep başkalarının düşüncelerini önemserdi ve aşırı gururu yüzünden alacağı kararlarda her daim ikircikli olurdu. Bu kez gel-gitler anlaşılmaz durumuna yenik düşmüştü. Yalnızlık artık canına tak etmiş sevmez olmuştu bir başına kalmayı. Onu kimse ikna edemeyecekti bu defa. Zor şeyler sonuçta kolay kazanılmıyordu. Ve elde etmek içinde çaba sarf etmek gerekiyordu. Zaten güzel şeyler böyle kazanılmıyor muydu? Kendini bu şekilde teselli etti.
Sözlerle alıp başını giderken gözler ne diyecekti. Onlarda aradığını bulabilecek miydi? Gözler duyguların aynası olacak mıydı? Bu tatlı heyecan, yaşamında yeniden hayata tutunmanın gayreti miydi yoksa yeni bir evreye adım atmanın kaygısından mıydı? Bu duygu düşünce metaforunda nefessiz kaldığını hissetti. Buluşmak düşüncesi nasılda yetmişti. Kalkıp yüzünü yıkadı. Aynaya baktı. Bu o muydu? Karşısında yüzü kıpkırmızı bir insan vardı. Gözlerini kapadı birkaç dakikalığına. Bu süre içinde aklından birçok şeyi geçirdi. Asıl yarını nasıl geçirecekti? Gerçi artık bugün olmuştu ya. Yepyeni bir gün başlamıştı. Yelkovan ve akrep kovalamacısı devam ediyordu. Niye hep bir kaçan bir de kovalayan olurdu. Aslında bu kaçan-kovalayan ikilemi bazen tersine de dönmüyor değildi. Kovalayanın da kaçtığı zamanlar oluyordu.
Saat, gecenin içinde günü gıdım gıdım yerken yastığa başını ne zaman bırakmıştı ne kadar zaman geçmişti bilemeden çığlıklarla uyandı.
Annesine bir şey olduğunu düşünerek bir sprintci koşucusu hızında fırladı. Çığlıkların dışarıdan geldiğini anladığında duvardaki saate baktı. Karanlık, geçit vermedi öğrenmesine. Sesler halen kulağında. Perdeyi araladı. Gün ışığı belli belirsiz aydınlatmaya başlamıştı etrafı. Havayı parçalayan kuşlar uçuşmaktaydı çığırtkan sesleriyle. Selvi ağacı rüzgârla dans etmekte fazlasıyla kendini bırakarak. Uykusunu bölen kuşların yürek parçalayıcı seslerini anlamaya çalışırken bir taraftan da sağa sola bakındı. İki kuş toprağa doğru pike yapıyordu o esnada. Gözüne ilk önce kedi çarptı. Uyku sersemi haliyle kuşların da ona doğru yöneldiklerini fark etmesi uzun sürmedi. Kedinin ayaklarının arasında bir parçanın olduğunu ayırt ettiğinde anladı ki; sabahın köründe kedi, kahvaltısını çoktan hazırlamıştı ama birileri buna boyun eğmeye niyetli değildi. Yatağına baktı. Onu çağırıyordu. Yarı belini yatağın üzerine bırakarak kollarını iki yana attı. Böylece bir süre kaldı. Kuşların feryatları uyutmadı. Kaç zaman öylece uzandığını bilemeden yeniden kalktı. Lavaboya gitti. Sabahın köründe en keskin gerçeklik ile karşı karşıya kalmıştı. Demek ki herkes kendisi iken aynı anda bir başkası da olabiliyordu. Yüzüne daha bir dikkatle baktı. Karşısında tanıdık ama yabancı bir insan var gibiydi. Birkaç şaplak attı. Belki sarsılırım da kendime gelirim diye. Faydası da oldu. İrkilerek derin bir uykudan uyanmış gibi gözlerini açtı. Hazırlanmak için erken miydi?
Güzel bir kahvaltı sonrası artık sürüp sürüştürme takıp takıştırma zamanı gelmişti. Zaten Orhan Veli öyle dememiş miydi? Selma tam da sevgiliye gitmenin böyle olduğunu düşünerek kendini yeniden biçimlendirdi.
Bu zamana kadar tekdüze giden yaşamı artık bu ritimden çıkmalıydı. Aslında çoğu insana göre yaşadığı tekdüzelik değildi. Öyle ki süreç yaptıkları şeyleri hayatın bir parçası gibi olmaya, bunun dışına çıkmamaya alıştırmıştı. Bunu değiştirmeye çalışmaması da bundandı.
Gerçek ile sanal arasında geçen bir yaşam. Gerçek, çalışma yaşamı; sanal ise uykuda geçen zamanda yolculuğuydu. Bir de rüyaları vardı tabii.
Hafta sonu kahve içmek için gittikleri mekân nedense daha bi küçük geldi. Elindeki kocaman paketi masaya bıraktığında Aslan hiç şaşırmadı. Selma, hep şımartmayı severdi. Aldığı hediyelerin ederine bakmaz sadece Aslan’ın beğenip beğenmediğine özen gösterirdi. Eğer beğendiğini hissedersede alırdı. Sevdiğini, sevindirmeyi seviyordu. Aslan’sa tam tersine bu tür şeylerin ilişkilerine zarar verdiğini sanki sevgisinin bu yolla kendisini satın alındığını düşünürdü.
Selma, “Seninle ne zaman başlasam konuşmaya yüzüm kızarıyor her defasında. Oysa senden uzak olunca özlemle yanıyor tenim. Sözcüklerim daha rahat düşüyor dilimden. Gözüne bakmak isterken sözcüklerin içinde bana dair bir şeyler arıyorum her defasında. ‘Suç nedir, suçlu kimdir?’ Sorularını çokça soruyorum kendime. Domatesin kızarmasını anlarım da yüzümün allanmasını anlayamadım bu zamana kadar. Neden tüm kan yukarı çıkar ki? Bu ateş basmaları biraz mahcubiyetten olmalı. Karşılığında söylenecek sözlerinizin olup da onu bir türlü aynı rahatlıkla ifade edememek. Belki şu sözde bir karşılığı vardır tüm bunların. ‘Söz gümüşse sükût altındır.’ Çoğu kere biz de susmanın ‘altın değerinde olduğuna inanmışız ve susmuşuz, susuyoruz.” dedikten sonra gayri ihtiyari parmaklarını dudaklarının üzerine koydu.
Aslan anladı ki konuşmak çok önemli. Birçok şeyin önünü açan söylenmemiş söz kalmasın, sözler rehber şimdi dudaklarında. Sözler davranışları ne çok belirliyor, onu fark etti. Susmak derken dudağa uzanan o iki parmak ‘sus’ diyen birisi yokken bile.
“Haklısın Selma. Artık sözcüklerimizi seçmeliyiz en azından kendimizle ilgili soru(n)ları anlama ve anlatabilme açısından. Bu iyi olacak.” dedi. Gözleri Selma’nın masanın üzerinde sanki tırnak yoklaması varmış gibi sıralı parmaklarına kaydı.
Selma bir şey anlatmak isteyip de anlatamamanın tedirginliği içindeydi. “Haklısın, nasıl ifade edebilirim duyguları mı? O kadar bastırılmış ve kuşatılmışken ve arada bir düşüyorken sıcak bir buse ile içime. Alev gibi sıcak ve ıslak öpüşlerinle, ılgıt ılgıt akar görürüm düşlerimden, yüreğime. Kan uykularım bir ateş sanrısıyla kesilir orada. Benim tat alışlarım gecenin karanlığında saklı.” Gözlerini, kan kırmızısı çaya dikti. Sanki düşündeki düşler o sıcak çay ve kırmızılıktan akıp gitti. Ne kötüydü. Söyleyeceklerini düşlerine saklamak oradan akmak, geceyi beklemek. Düşleri örten gece yataklık mı yapıyor tüm güzel insanlara; -Düşler, insanların rahatlama tarlaları değil midir? Metrekaresi belli olmayan.-
Selma bardağı, hasat ettiği bir ürün gibi avucuna aldı. Biraz sıksa belki çay yerine kan fışkıracak. O, yaptığının farkında bile değildi. Aslan yavaşça elini uzattı, eline. O an göz göze geldiler, yaptığının farkına vardı, bardağı yavaşça bıraktı.
“Ne sıkıcı birisin.” dediğinde gözleri ateş parçası oldu. Yanlış anlaşıldığını fark ettiğinde Aslan;
“Sıkıcı” derken bardağı sıkma eyleminden dolayı kullanmıştım.” dedi ve dudağında muzip bir gülümse belirdi.
“Her zamanki yaptığını yapıyorsun değil mi? Zaten normal tümceleri anlamazken bir de bu sözcüklerle oynayıp beni şaşkına çeviriyorsun. Müsaadenle lavaboya gideceğim.” Kalktı, sandalyenin üzerine baktı. Anlamsız bir bakıştı. Arkasında iz bırakmamak ister gibi yürüdü. Elini yüzünü yıkamış döndü. Yüzü bu kez bembeyazdı. Ne oldu sorusunu sorma gereği duymadı. Onun daha çok gerileceğini düşünerek. Sanki okuduğu kitabın arasına bir ayraç koymuş gibi aynı yerden başladı konuşmaya.
“Kimi zaman kabulleniş addetmişiz susmayı kimi zaman da bir başkaldırı. Kimi zaman saygıdan olsa gerek susmuşuz kimi zaman susmak lazım geldiği için susmuşuz. İşte susmak nereye kadar; sana yazmadan, yazılmadan. Geçen günler benim için kolay değil. Biliyorum ki bu hesapsız ve kitapsız ilişkinin bir başlangıcı olduğu gibi bir sonu da olacak. Ben başlangıçları hep sevmişimdir. Sonları ise sev(e)medim.” dedi. Saçlarına parmaklarını bir tarak gibi soktu. Bu sıkıntılı durumlarda yaptığı bir şeydi. Aslan’ın gözünün içine bakarak;
“Ben kendimi acıtıyor ve kendime acıyorum. Tam da bulmuşken aşkı bırakma, yorulma git gidebileceği yere kadar diyorum her defasında. Seni acıtmamaya çalışırken kendimi acılara mahkûm ettim.” Yüzünde acı bir gülümsemeyle sözlerin devamını karşısından bekler gibi baktı.
Ancak sağanak gibi akan sözler karşısında Aslan akıntıya karşı bir şeylere tutunmalıydı. Elleriyle masanın köşelerini tuttu. Oradan aldığı destekle, “Amacım hiçbir zaman seni üzmek ya da incitmek değil.” dedi sağ elini alnına götürürken. Mahcup bir şekilde Selma’ya baktı.
Selma, “Kırılmak ve kırmak… İnsan, ilginç yaratık. Bazen kendinden uzaklaştırmak için hiç olmadık şeyler icat etti her seferinde vesselam. En kötüsü de ne biliyor musun? Seni kırmamak adına kendimi param parça ettim. Şimdi bir pazılın parçaları gibiyim.”
Elleriyle masanın üzerindeki eşyaların yerlerini değiştirdi. “Oysa içinden geleni söylemeli ve yazmalısın. Yoksa bastırılmış bu duygular yine çıkacaktır bir gün önüne. Aslan, bugün zaman varken kendini ifade edebileceğin en keskin sözcüklerle söyle bunu,” dedikten sonra Aslan, Selma’nın ellerini takip etmeye başladı. Bir türlü sohbete adapte olamıyordu.
Aslan, “Eksik kalacak bir yanım. Hiçbir zaman eski ben olamayacağım.”
Selma, “Eksik bırakma kendini ve vicdan yapma, her şeyi ulu orta söyle. Yoksa ben ne çok eksiliyorum yaşamdan sen öyle söyledikçe. O neşeli gülen yüzüm maskem olacak, acılarımı saklayan; bir sen bileceksin yaraladığın kadının ıstırabını.”
Aslan, “Maskesiz olsun her şey. Acılarını bal eyleme. Onu bir giz gibi saklama ve bağır, çağır; söyle. Ama içinde sızı kalmasın öylece. Yaralı bir kadın tehlikelidir. Ben yaralamam, yaraları sararım. Yaran senin içindedir. İçtendir. İçten söyle, yaz ama içinde saklama.”
Selma, “Düşüncelerimiz sadece düş yolculuklarımızla konuşmazlar bazen kalbinizin yalnızlığına yoldaşlık da ederler. İki kişi karşı karşıya gelince artık başka bir yolculuğa çıkar, akar dudaklardan bal şerbeti gibi. Sözcüklerin tadı bir göz koyuşa yardım ve yataklık eder ve bir eğlence olur dudaklarda.”
Aslan, “Biliyorum konuştuklarımızın çoğunda düşünce, ibrikten akan bir su gibi yıkar ortamı. Sözcükler uçsuz bucaksız. Konuşmanın engin ışıklarıdır düşünceler, sözcüklerin hapishaneleridir bir şekilde; istese de gittiği yer, gördüğümüz son noktadır aslında.” dedi.
Selma kendi hapishanesini düşündü. Evde kalsa evle, sokağa çıksa çevresiyle kuşatılmış haldeydi. Kolay değildi yaşam. İçindeki sevgiyle kendini hapsediyordu. Oysa onu ifade etmek, evde “Odam Kireç Tutmuyor” türküsünü, sokakta “Sensiz Olmuyor,” şarkısını mırıldamak, parklarda “Hatıralar”ın adlı sözlerini avazı çıktığı kadar söyleyerek arşınlamak istiyordu. Düşünceleri içinde gidip gelirken onun teklifini bekliyordu. Ev, sokak ve meydan hapishanelerinden kurtulmak için. Oysa şimdi kafasındaki hapishaneden o sözcükleri çıkarıp söyleyip söylememe noktasında gerildi.
Selma’nın gerginliğinin bedende yansımasını gördü. Bir başka insan vardı karşısında eskiden gülümsemeleri dudaklarından dökülürken şimdi yanakları salkım saçak inmişti aşağılara.
Aslan, “Sonuçta hep birilerinin sorunlarını yatırdık şu masalara; Yılmaz’ın dediği gibi -Hayat bize mutlu olma şansı vermedi sevgili, biz kendimizden başka herkesin üzüntüsünü üzüntümüz, acısını acımız yaptık çünkü.- Bir türlü kendi sorularımızı soramadık birbirimize,” dediğinde gözleri fal taşı gibi açıldı. Ve devam ederek “Yalnız kalma korkusundan mı yoksa hayatı paylaşacak birini bulma isteği mi yoksa sessizliğin beyaz soğukluğundan kaçma isteğimizden midir?”
Selma söze girip girmeme noktasında tedirginliğindi. “Gerçek bunların bağrında yatıyor. Ruhumuz içimizde dönüp dolaşırken kendi duvarlarımızı aşsa bu kez karşının duvarlarında yarıklar açmak mı açılan aralardan girmek mi benimki?” dedi. Ve gözlerini bu kez masanın üzerindeki bir bibloya dikti. Biblo Alacakaya mermerinden gibiydi. Alacalı bulacalı. Çatlaklıklar belli belirsiz ama kulak bölümünün kırılıp sonrada yapıştırıldığını fark etti. Eliyle ona uzandı. Kulağın önemini düşündü. Söyleneni duymak çok önemliydi. Öyle değil miydi? Annesinin babasının söylediklerini duymuş ama onlara kulak asmamıştı. Bir erkekle evlenmeden sağda solda buluşması onun için doğru, ailesi için yanlış bir şeydi. Ama bu kulaklar onları duymamıştı. Eliyle yapıştırılan bölümün yüzeyine dokundu. Çok hoyratça yapıştırıldığını anladı. Halen bibloyu yokluyordu. Gözlerinin görmediği ama elinin fark ettiği kabalıkları bir heykeltıraşın eserinde aradığı kusurları bulmaya çalışması gibi davranmasına anlam veremedi.
“Sözlerini ve davranışlarını bu kadar net ifade etmene sevindim. İlk önceleri bir boğuntunun içinde olduğumuzu düşündüm. Bizi biz yapan neydi? Hayatın içinde üleşme duyguları sadece sözcüklerden mi ibaretti? Sözcükler mi insanları kötü yapar yoksa insanlar mı sözcükleri kötüleştirir?”
Selma, bu birlikteliği güzel bir şeyle taçlandırmak istiyordu. Aslan onun düş bahçesinin gezginiydi. Bu gezginle artık hayatını birleştirmek istiyordu. Ama Aslan halen sözcüklerle başka bir yolculuğun içindeydi.
Aslan biraz mahcup biraz da kırılmış gibi “Haklısın, sözcüklere bana hissettirdiklerinden yola çıkararak anlam yüklerim.” dedi.
Selma, şu anlatılanların tüm özetinin Nazım’ın dizelerinde olduğunu düşündü. “Evet, evet. –Ne kötü insanın aklıyla, yüreği arasında çaresiz kalması. Ne kötüdür an kadar yakın, bir asır kadar uzak olması. Bilir misin? İnsanın bildiğini anlatamaması ‘ben’ deyip susması. ‘sen’ deyip donakalması.” Kaç zaman olmuştu ateş düşeli bu bedene. Aslan, hep onu sevsin, mutsuzluğunu yok etsin, varlığıyla biçimlendirsin istiyordu. Sözler, yazılar, şiirler artık yetmez olmuştu.
Dünyaya baktığı gözler şimdi bir top alevine döndü. Tek mekân iki insan. Ateş ocağa düşmüş harlanarak, bacalardan duman çıkmalı, kıvılcımlar başka şeyleri yakmadan.
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.