- 590 Okunma
- 0 Yorum
- 1 Beğeni
İslamoğlu Allah’ı insanlaştırırken…
Önceki yazılarımda da değindim. Aklı merkeze alıp yaşayanların gücü ancak ‘parçalara’ yeter. Parçalardan yaparlar yorumlarını. Ve varlığı büsbütün kuşatamayacaklarından dolayı da vahiy gibi ’emin’ olamazlar. Vahiy ise, nazar-ı âlâdan âleme baktığı için, bütüne göre konuşur. Bütüne göre konuşmak demek, tabir-i caizse, Hak olan Allah’ın herşeyin hakkını tam vererek konuşmasıdır.
Herşeyin tüm detaylarıyla kuşatılmasıdır. Herşeyin hakkının tam verilmesi ise, bir yönüyle adalete, bir yönüyle ilme bakar. Bu nedenle haddini bilen aklın ahlakı, Kur’an’daki sarih bir beyanla kanaati çelişirse, kanaatinin/gördüğünün üzerine soru işareti koyup vahyin dediğini anlamaya çalışmaktır. Çünkü aklı tabiatı gereği hata edebilir ama vahiy hata etmez. Biz müslümanlar böyle inanırız.
Bütünü elde ettiğinizde parçalar hakkında sağlıklı hüküm verebilirsiniz. Fakat yalnız bir veya birkaç parçaya sahip olmakla bütün hakkında ‘kendinden emin’ yorumlarda bulunamazsınız. Mevlana’nın (k.s.) ‘körlerin fili tarifi’ örneği ve Bediüzzaman’ın ‘gavvas/dalgıç-hazine’ misallendirmesi bu noktayı tasvir etmek içindir. Ne körün tuttuğu yer filin tamamıdır ne de gavvasın bulduğu mücevher hazinenin hepsi. Vahyi merkeze almak, işte, öncelikle bunu itiraf etmektir: Benim aklım parçalara dokunur. Bütünü ise yalnız Allah bilir. Salih seleflerimizin metinlerinde sıklıkla kullandıkları “Allahu’l-a’lem” tabiri de bunun ifadesidir.
“De ki: Göklerde ve yerde gaybı Allah’tan başka bilen yoktur!” buyuran Neml sûresinin 65. ayeti de bu sırrı fısıldar bize. Evet, “Bildim!” sandığınız dışında ne kalıyorsa, o sizin gaybınızdır. Gıyabınızdadır. Ve siz, ‘insan sınırlılığı’ içinde yaşadığınız için, hep bir gaybınız olacaktır. Birşeyler hep gıyabınızda kalacaktır. Aman ha! Parçaları bilmekle bütüne hâkim olduğunuzu zannetmeyin. Haddinizi aşmayın. Gaybı bilen, bütüne hâkim olan, yalnız Alîm olan Allah’tır.
Bu yüzden ‘akıl merkezli olanlar’ bütünden korkarlar. Bütünün kuşattıklarının dışında kalmasından ve asla kuşatamayacak olmalarından endişe ederler. Cennetin/cehennemin sonsuz olmayacağına dair görüşleri hep bundandır. Öyle söyleseler de, amaçları Allah’ı ebedîlikte biricikleştirmek, bu biricikleşme adına insanı ebedîlikten diskalifiye etmek değildir. Asıl amaçları: Aklın kuşatacağı alanı sınırlamak, yani, onu sonsuzluktan kurtarmaktır. Sonsuzun varlığının kabulü, bir açıdan, aklın acziyetinin kabulüdür çünkü.
Mustafa İslamoğlu benzeri modernistler cennet-cehennem bahsinden dalarlar bu ‘sınırlandırma stratejisi’ne. Ahiretin sonsuzluğuna dair Kur’an’daki ifadeleri, hem de icma-ı ümmetin rağmına, ‘çok uzun bir zaman’ olarak tevil ederek ve ahiretin ebedîliğine dair bütün rivayetleri bir kalemde çöpe atarak meş’um mesailerine başlarlar. (Artık Allah yaratışında ‘insanlaştırılmaya’ başlanmıştır.) Sonra Kur’an ayetlerindeki farklı anlam tabakalarını inkâra saparlar. Sonra kendi yorumlarından başkasını ‘uydurulmuş’ sayarak reddederler. Sonra ‘spesifik’ gördükleri, aslında ise kuşatamayacaklarını bildikleri, tüm bilgi kaynaklarını (güya Kur’an adına) tekfir ederler. Aslında bunların hepsi kuşatılamayan gaybı yokedebilmek içindir:
“Ebced/cifre dayalı Kur’an yorumu, harflerle yapılan hokkabazlıktır. (…) Fakat ebced üzerinden tezini isbat etmek isteyenler, hokkabazlar kadar dürüst değildirler. Tüm güçleriyle muhatabı ebcedle varılan sonucun hakikat olduğuna ikna etmeye çalışılar. Bunun harflerle ve rakamlarla oynanan bir oyun olduğunu saklamak için hakikate işkence ederler.” (Mustafa İslamoğlu, Kur’an’ı Anlama Yöntemi, 339. sayfa)
Halbuki mürşidim bu sadedde der: “Bunun, bu yanlışında beş vecihle hata var. Hem kitapları, ulemayı, tefsirleri görmediğine ve mânâ-yı sarîhî ile, mânâ-yı işârî ve mânâ-yı küllî ile hususî ferdlerin farkını anlamayan bir cehalettir. Necmeddin-i Kübrâ ile Muhyiddin-i Arabî gibi binler ulemaların, küllî hadiselere, hatta nefsin cüz’î ahvâline dair âyâtın mânâ-yı sarîhi değil, işârî mânâlarını beyan sadedinde çok yazıları var olduğu mâlumdur. Hem âyâtın mânâ-yı işârî-i küllîsinde her asırda efradı bulunduğu gibi, bir ferdi bu zamanda ve bu asırda Risale-i Nur ve bazı şakirtleri de bulunduğuna eskiden beri ulema mâbeyninde makbul bir riyazî düsturu olan ebced ve cifir hesabıyla bir tevafuk göstermek, elbette hiçbir cihetle ayatı şahsî fikirlere alet ediyor denilmez. Ve böyle diyen büyük bir hata eder. Ve dekaik-i ilmiyeye ihanet eder.”
Sonra tek gözlülükte öyle bir derine inerler ki kelimelerden mecazı bile kaldırırlar. Yani bir kelime birkaç anlama gelemez onların gözünde. Birkaç anlamda kullanılamaz. Günlük hayatın içinde olagelen, hemen hepimizin bir şekilde yaptığı, mecazları bile yasaklamaya başlarlar. Yapanları tekfire yeltenirler:
“Allah’ın bir ismi de ‘Bedi’dir. Kur’an’da geçer. Bedi olan Allah’ın ismi bir insana verilemez. Verilmemeli. Mevla da Allah’ın ismidir. Ayet okuyacaksın gideceksin Allah’ın yarattığı bir kula Mevlana diyeceksin. Yani edep yahu demek lazım. Bu ne tevazu derler adama. Bir de bu ismi kendine koyana dönmek lazım. Bu ne tevazu, hani tevazu? Hani mahviyet ayakları falan nereye gitti?” (Mustafa İslamoğlu, Çay TV)
Arkadaşım. İki ucunu birden söyledim sana. İslamoğlu da bu işe cehennem ve cennetin sonsuz olamayacağına dair yorumlarıyla başladı yolculuğuna. En nihayet mecaza kadar indi ve Bediüzzaman, Mevlana (k.s.) gibi daha nice ümmetin medar-ı iftiharı ismi, verdiği tek manaya mahkûm zannettiği kelimelerle itham etti.
Sonsuzluk dedim ya başta, aynen öyle, sonsuzlukla problemleri var bunların. Kuşatamadıkları herşeyle problemleri var. Spesifik saydıklarına düşmanlıkları da bundan. Akıllarına sığmıyor çünkü. Güya Allah’ı takdis ederken aslında Allah’ı sınırlandırıyorlar. İnsanlaştırıyorlar. İncir çekirdeği zihinlerine sığacak bir tanrı tasavvuru arıyorlar. Bildiklerine, kendi ‘göre’lerine, bakış açılarına mahkûm ediyorlar (hâşâ) Allah’ı. Vahyini kendi yorumlarına sınırladıkları gibi kelimeleri de mecaza müsaade etmeyecek bir kafese kapatıyorlar. Şimdiden diyeyim: Bu yolculukların biraz daha ilerisi ümmeti tekfir ile yalnız kendilerini müslüman bilmektir. “Neden?” derseniz, Allah’ı böyle takdis sûretinde sınırlandırmaya yeltenenler, elbet gün gelip kendilerini de ümmeti içinde takdis edecekler. Belki de şimdiden ediyorlar. Öyle ya. Şu ‘indirilmiş din-uydurulmuş din’ muhabbetinin arkasındaki saik bundan başka ne ola ki?
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.