- 467 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
ŞEKERİM
Son zamanlarda bu şehrin yoğunluğu beni iyice yormuştu. İki günlüğüne de olsa buralardan uzaklaşmaya karar verdim. İstikametim otogar. Trafik, tek kelime ile facia. Bazen, nasıl yaşıyoruz bu kentte şaşırıyorum.
Sonunda sırtımda çantam otogarın orta meydanındayım. Bana gideceğim yönü çağrıştıracak bir ses, işaret bekliyorum. Bu düşünceler içinde birden gözüm “Emniyet” kelimesine takıldı. Perona yaklaştığımda ise üzerinde küçük bir “Öz” sözcüğü de gördüm.
Kısa boylu, kara kuru tenli simsar “Abi nereye? Ankara’mı abi? Ankara, İzmir, Diyarbakır…” diyerek beni takip ediyor. Bense “‘Ah! Bir bilsem nereye gideceğimi, söyleyeceğim arkadaş” diyerek onun önü sıra yürüyorum. O ise arkamdan “Abi, Ooo! Yolculuk bizden sorulur. Size konforlu ve güzel bir yolculuk yaptıracağımız kesin. Pamuk gibi arabalarımız var abi. Eyvallah, sizi bulutların üzerinde uçururuz. İçinde yok, yok. Araçlarımız son model ‘Garantili yolculuk abi, garantili’ diyerek yanım sıra geldi.
Bu kez başımı çevirerek “Gözüm sen sanki ‘Cennete yolculuk’ tarifi yapıyorsun. Ben ağacı, suyu olan bir yere gitmek istiyorum.” diyerek ‘Emniyete’ doğru emin adımlarla ilerledim.
Simsar, baktı ki beni ikna edemiyor bıraktı peşimi. Bense şaşkın bir vaziyette adamın benden vazgeçişine dönüp bakarken iki eli belinde beni izlediğini, sanırsam biraz da kızdığını fark ettim.
Göz göze geldiğimizde “Abi. Tamam, tamam gel işte… Gel de seni Bartın’a göndereyim. Orası bu dünyada ‘Cennetin gözü’ olarak tarif edilen yer. ‘Amasra’ abi, duymuşsundur adını. İstediğin her şey var orada. Nazlanma gel artık. Valla bir hurileri eksik diyorlar ora için...” dedi.
Bir vakit sonra kendimi simsarla acenteye girerken buldum. Simsar bankonun arkasında çiroz bir şahsa, “Abi, bir Bartın kes?” dedi. Simsarın, dünyada -cennet gözü- olarak tabir edilen bu yer tanımına neden itiraz edemediğimi anlamadım.
Acentedeki adam “Beyefendi yalnız kırk numaram var. İsterseniz hemen keseyim.” dedi. Çok şaşırtıcıydı. Kırk yaşımdaydım, kırk numara ayakkabı giyiyorum. Ve şimdide bineceğim otobüste kala kala kırk numaralı koltuk kalmıştı.
Cam kenarında, candan bir yolculuktu istediğim. Sırt çantamı üst bagaja koyarak, oturdum. Çok geçmeden yanımdaki koltuğa başında sarık, entarisi ayaklarına kadar uzamış cübbesi ile sakalları bir karış boylarında ben yaşlarda bir bey yanaştı. Sakalın ağırlığı vardı üzerinde. Başındaki takke ise apayrı bir hava katmış muhtereme. “Selamünaleyküm,” diyerek sakalını eliyle sıvazladı. Ardından da uzun entarisini toplayarak yanıma oturdu. Selamına karşılık vererek "Aleykümselâm.” dedim. Sonra kafamı pencereye dayayarak çevreyi izlemeye başladım. Bir süre sonra sessizliği yanımdaki bey bozdu. Direk “Yanlış anlamazsanız size bir şey soracağım, izninizle. Bizim oranın insanına pek benzemiyorsunuz da?” dedi.
Nerede yaşıyorduk ki benzetememişti? Hafifçe gülümseyerek “Pardon giydiğim pantolonumdan mı yoksa yüzümün renginden mi anladınız?” diye cevap verdiğimde adamın eli takkesine gitti. Alaycı olduğumu düşünmüş olmalı ki dik dik baktı. Biraz sonra otobüs hareket etti. Şehrin kalabalık trafiğinden sıyrılarak uzaklaşmaya başladık. Adam dümdüz karşıya bakıyordu. Araç, arada bir akslar yaparaktan, yalpalıyor. Anlıyorum ki şoför tüm boşlukları değerlendirmeye kararlı.
İstanbul’dan çıkıp otobana girdiğimizde dalmışım. Ne kadar ilerlediğimizi bilmiyorum. Birden tiz bir “Allah” sesiyle uyandım. Tabii “Allah, Allah” sözleri nakarat şeklinde devam ediyor. Otobüsteki yolcuların çoğunluğunun giyim ve kuşamı aynı tarzda. Ayakta, orta kapının yanında biri bir şeyler okuyor. Okuduğu cümlesinin sonunda herkes bir ağızdan “Allah, Allah” diye tekrarlıyor.
Uyur, uyanık halimle sersemceyim. Biraz kendime geldikten sonra su isteme bahanesi ile muavine el ettim. Aslında otobüsün çoğunluğu aynı sima idi ama yine de merakımı yenememiştim. Muavin yanıma geldiğinde “Su, rica etsem. Ve nedir bu durum, anlayamadım. Bilgi verebilir misiniz?” dedim.
Muavin, hiçbir şey söylemeden gidip suyu getirdi. Ardından eğilerek “Abi, bunlar otobüste 36 kişilik bir grup. Biz sefer hariciyiz. Bunlar Selimiye Cami ve çevresini gezmek için Bartın’dan İstanbul’a gelmişler. Biz şimdi geri dönüyoruz. Güzergâhımızda yolcu varsa alıyoruz. Sanırsam siz öyle bindiniz bu arabaya.” dedi.
“Hımm! Öyle miydi?” diyebildim. Tam bu arada ortada, yaşlıca bir adam “Bakınız! Bu bir kol değil mi? Ona da bağlı elimiz.” dedikten sonra elindeki küçük kitabı düşürdü. “Ne oldu şimdi? Yüce rabbimiz bu kitabı tutmak için bize el vermiş. Yani görüyorsunuz elimizin bir amacı var. Yüce Rabbimiz işte bize göz vermiş. Bunları görelim, okuyalım diye. Anlayacağınız her şeyin bir manası, karşılığı var.” dedikten sonra yine otobüstekiler bir koro halinde “Âmin.” diye karşılık verdiler. Ben bu kez biraz daha şaşkınca bakınıyorum. Neyse otobüs, standart terminal ve dinlenme tesislerinde mola vermeden devam ediyor. En sonunda köy yolu gibi bir sapaktan içeri girerek kır kahvesi benzeri bir yerde durdu. Birer ikişer insanlar inmeye başladı. İçerisi inanılmaz derecede esans kokuyor, nefes alınacak gibi değil. Fırsat verseler kendimi bir panter çevikliğinde dışarı atacağım ama kaplumbağa hızında ancak inebildim.
Durduğumuz yer sanki cennetten bir köşe, burasını çok sevdim. Sonra geldiğimiz yere bir de otobüsteki insanların haline bakınca, yaşanılan çelişkinin büyüklüğüne hayret ettim. Her şeye rağmen demek ki bazı güzellikler kendini koruyabiliyormuş. Ne güzel diye iç geçirdim. Sigara içmek için sağa sola bakınırken büyük binanın yan tarafından geçen dereyi fark ettim adımlarımı hızlandırarak oraya vardım. Derenin üzerinde iskele tarzında bir çıkıntı ve çıkıntının üzerine bir masa yerleştirilmiş. Dolunayın tüm görkemiyle suya düşmesi ve yansıması harika!
Hemen sandalyeye iliştim ve sigaramı yaktım. Bir gökyüzüne bir suya bakıyorum. Ortam enfes. Doğa ne kadar da güzel böyle. Çok geçmedi birinin bana doğru yaklaştığını fark ettim. “Merhaba, oturabilir miyim?” dedi.
“Tabii tabii buyurun. Oturabilirsiniz.” dememe kalmadan adam oturdu. O da sandalyesine yerleştikten sonra elindeki bastonu masanın kenarına bıraktı. Gözüm bastonun güzelliğinde. Adam “Hayırdır pek beğendin gibi bakıyorsun?” dediğinde “Yooo sadece gözüm daldı.” diyebildim.
İhtiyarın söyleyecek şeyleri olduğu her halinden belli. “Baston deyip geçme evladım. Benim yaşlarımda bu baston her şeyin oluyor. Bazen dayanacağın bir dost bazen de bir silah. Eskiden varlıklılar onu aksesuar olarak kullanırlarmış. Şimdi biz yaşlılar bunu dayanak olarak kullanıyoruz. Onun içindir ki belki ağaçların çokluğu belki de bura insanının bastona erken ihtiyaç duyması, bir sektörün doğmasına sebep oldu.” Sonra bastonunu tekrar eline alarak “Şu gördüğün, bastonun yapımında o kadar çok emek var ki evladım bilemezsin.” dedi başını sallarken ve dizini ovalarken.
Ancak adamın anlattıkları beni pek sarmadı. Kulağım halen akan derenin çağıltısında. İhtiyarın okullu değil ama alaylı olduğu belliydi. Beni sohbetin içine çekmeye çalışmasından da anlıyordum.
Adam, sanki onu özel dinlemeye gelmişim de o da meraklı dinleyicisine anlatır gibi devam etti. “İşte insan, yolculuğa dört ayağıyla başlıyor. Sonra da iki ayağıyla devam ediyor. İnsanlaşmada tam oradan başlıyor sanırsam. Bir işe yarıyor mu? Bilemiyorum. Ama benim yaşlarda işte üçayaklı oluyorsun. Sonra yine ilk başladığımız yere dönüyoruz.” dedi.
“Amcacığım sizinle sohbet etmeyi isterdim ama fazla zamanımız yok. Birazdan aracımız kalkacak. O nedenle söyledikleriniz yarıda kalacak.” dediğimde;
“Ooo! Yoksa sen o grupla mı geldin evlat? Onların daha çok yapacak şeyleri var. Onlar öyle hemen kalkmaz.” dedi.
Şaşırdım! “Nasıl yani? Siz nereden biliyorsunuz ki?” dedim.
“Ha! Bu arada benim adım Ataman, evlat.”
Ben de “Bahadır,” diyebildim.
Devam etti. “Onlar daha namaz kılacaklar, azıklarını yiyecekler. Hem namaz vaktine daha çok var. Nerden baksan en az kırk dakika buradasın, fazlası da benim olsun.” dedi.
Madem çıktık bir yola, devam edelim istedim. Ataman amcanın anlatacakları varsa!
“Sahi sen nerelisin evlat?” dedi.
“Rizeliyim Ataman amca,” dedim.
“Ya öyle mi? O şerefsiz, boyu devrilesi de oralıydı.” dedikten sonra ayın gümüş ışığında, gümüş tabakasını çıkarttı. Alüminyumdan üretilmiş kirli, paslı sürahinin yanına kapağını açarak koydu. İçinden pelür kâğıtlardan bir tanesini aldı. Parmaklarının arasına yerleştirerek kabaca kıyılmış Ahlât tütününden bir tutam koydu. Ardından sarmaya başladı. Yaptığı onun için ekstradan bir iş değil gibiydi. Hatta sigarasını sararken etrafını da bakınmayı ihmal etmiyordu. Bir ara göz göze geldiğimizde “Sen de ister misin? Bir de böylesini dene. İyidir fazla öksürtmez.” dedi. Öyle bir söyleyişi vardı ki reddetme cesaretini bulamadım kendimde. “Hadi sar Ataman amca. Bir de onu deneyeyim. Belki sigaramı değiştiririm. Ucuza da geliyordur herhal.” dedim. Gülüştük.
“Ooo! ÖTV, KDV yok evladım. Tarladan direk dudak arasına!” Sonra “Sahi sen nerede oturuyorsun?” dedi. “Kırşehir’de doğdum ve büyüdüm. Aslına bakarsanız babam oralı.” ben arkasından ne gelecek diye merak ederken gözlerim ellerinde, kulağım sesinde.
“O şerefsiz var ya o şerefsiz, boyu devrilesi o da ora doğumlu.” dedi tekrardan. Bu kez yüzüme hiç bakmıyordu. Sigaraları ince bir işçilikle sardı sonra dudağına götürerek, ıslattı, yapıştırdı. Ve ilk dalı bana uzattı. Konuşmasının tonunu bu kez daha da artırarak “O şerefsiz de orada çalışıyordu.” Arkasından final sorusunu sordu. “Evlat, kimlerdensin sen?” dedi.
Aklımdan bu şerefsizlik benim sülaleye kadar gelecek mi diye merak ederken, içimden de sallayım aman kim nerden bilecek dedim. Ancak doğrucu Davut yanım yine ağır bastı.
“Ateşlerdenim Ataman Amca.” dedim. Ve merakla sözcük dizilimini neyle bütünleyeceğini, bekledim. İhtiyar, sigarasını sarmış ağzına alacaktı ki “O şerefsiz de Ateşlerdendi.” dedi. Gözlerini bana dikti. Şaka mıydı bu? Arabaya binmem bu adamların içine düşmem, arkasından bu yaşlı adamla karşılaşmam. Tamam, ben bir rüyada olmalıyım dedim. Ataman Amcanın verdiği sigara elimdeydi. Hızlıca yaktım. Normal sigara gibi içime çektim. Bu kadar olaydan sonra oldu olacak belki biraz keyif alır, kendime gelirim dedim ama ne mümkün. Bir öksürük aldı beni. Ciğerlerim neredeyse yerinden sökün edecek, sürahiden bir bardak su doldurup bana uzattı.
“İç şunu iç birazdan kendine gelirsin.” dedi.
Gözlerimden yaşlar geliyor. Ağlamaklı haldeyim. “Ataman Amca sen şaka gibi adamsın? Etmediğin küfür kalmadı. Bu şerefsiz kim, ben de çok merak ettim. Artık öğrenmek de şart oldu.” dedim.
Ataman Amca “Bak evlat, yıllarca Rizeli Dursun Ateş’in Kırşehir’deki fırınında çalıştım. Sonra bir nedenle ayrılmak zorunda kaldım. Adamla aramız gayet iyiydi, güzel davranırdı. “şekerim, şekerim” derdi bize hep. Sonraki yıllar bir başka iş başlangıcı yaparken sigortamın olup olmadığını sordular. Ben de tam on altı yıl ekmek fırınında çalıştım. Patronum da çok iyi bir insandı. Sigortamı mutlaka yapmıştır dedim. Ama adamlar bir baktı. Sonuç ne beğenirsin. Bir gün bile sigortam çıkmadı. Meğer adam bana “Şekerim, şekerim” değil de hep “Sikerim, Sikerim” diyormuş da haberimiz yokmuş. Yıllar sonra onu anladım.” dedi.
Bakakaldım yüzüne. Güleyim mi ağlayayım mı bilemedim. Sonra kendimi tutamadım ve bastım kahkahayı. Bu kez Ataman Amca bana bakakaldı.
Zaman nasıl geçmiş anlayamamıştım. Cemaatin hareketlendiğini gördüğümde ise telaşla toplanmaya başladım. Öte yandan sohbeti böyle bırakmak da istemiyorum. Ama en nihayetinde gitmek zorundaydım. Ve Ataman Amcaya başına gelenler için gerçekten çok üzüldüğümü söylerken o da “Evlat, geçti artık,” dedi. O zaman anladım ki yola kiminle çıkacağınız kadar -yolda ne yaşayacağınızı belki bilmiyor olabilirsiziniz ama- güvendiğiniz insanın sizi yarı yolda bırakmaması da bir o kadar çok önemliymiş. Ve Ataman amcanın son bir söyleyecek sözü olduğunu anladığımda duraladım. Ataman Amca bastonuyla masaya birkaç kere vurdu
“Evlat; hayat, bir yolcuğa benzer. Nerede konaklayacağını nerede yaşayacağını bilemezsin. Sen bir hesap kitap işi yaparsın ama o seni kendi planına dâhil eder. Yaşanacak bir şey varsa onu engelleyemezsin. Gidilecekse bir yol, belki küçük adımlarla sonra koşar adımlarla yürünecektir. Ama unutma ki önemli olan hızın değil, sürekliliğindir. Gerçi ben artık kaplumbağa hızında gidiyorum ya! Sahi, Sen?” dedi.
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.