- 1218 Okunma
- 5 Yorum
- 3 Beğeni
Madeleine
Metronun kalabalık oluşu Theodora’nın bana söylenmesini engellemiyordu:
‘’Biraz daha kızınla ilgili olmalısın’’
Benim tarafımdaki sessizlik fırtınanın hızını keser miydi?
‘’Bütün yaptığın ekranının, onu bulamazsan kitabının arkasına saklanmak.’’
Hiç bir şeyin hız keseceği yoktu.
‘’Kızının sana ihtiyacı var ve sen ortalarda yoksun.’’
Kızımın mı, yoksa annesinin mi bana ihtiyacı var? Cevabı kestiremiyordum.
‘’Daha dün akşam bana ‘Babam hasta mı? Hiç beni yatırmaya gelmiyor’ diye bana soruyordu. Çocuk dört yaşında ve sen hala onunla iki saatten daha uzun bir süre beraber olmadın.’’
Doğru, olmadım.
Bir süre konuşmadı. Delacroix istasyonunda duruyorduk. İnenler inmiş, binenler yerlerini almıştı ama kapılar hala açıktı. Aklıma 1990 daki bir sınav sorusu geldi:
‘’Aşağıdakilerden hangisi Hristiyanlık üzerine tablolar yaptığı halde kendisi Hristiyan değildir?’’
‘’Hayatta Delacroix olmaz; adamın adında bile haç kelimesi geçiyor’’ mantığını kullanıp Ingres’i işaretlemiş ve ıskalamıştım. Eugene Delacroix... ‘’Haç’ın soylusu’’ anlamına gelen ismiyle adam Yahudi çıkmıştı. Şaka gibiydi. Hatta babam da aynısı söylemişti, dönem sonu karnemi gördüğünde.
Kapılar kapanma sesiyle ben de geçmişten yirmi sekiz yıl sonrasına döndüm.
‘’Sen de kardeşim Claudia’dan farklı değilsin. Onun kızının hayali arkadaşı var, Claudia’nın ruhu duymuyor. Yokluğundan senin kızının da bir hayali arkadaş peydahlayacak yakında.’’
Benim hayali arkadaşım hiç olmamıştı. Tek bildiklerim genelde Amerikan sinemasının korku filmlerinde boy gösterenlerdi (Görünmediklerine göre ’adı geçenlerdi’ demem daha doğru olur):
‘’Babamın boğazını kesmemi Frank söyledi anne. Böylece içine giren kötülük dışarı çıkabilirmiş’’
Umarım Claudia’nın kızı daha iyi öneriler alıyordur arkadaşından. Gerçi Claudia’nın nobranlığını düşününce de, insan içinden hayali arkadaşın önerileri o kadar da kötü olmayabilir diye geçiriyor.
‘’Lütfen çocuğunla biraz daha fazla ilgilen. Hiç olmazsa akşam yemeklerini sen yedir.’’
Sen de yedirmesen de çocuk yemeklerini kendisi yese? Dört yaşındayken ben... Yalan söyleyecek değilim, dört yaşında nasıl yemek yediğimi hatırlamıyorum.
Clemenceau... Brüksel’in bir başka istasyonu. Yine bir Fransız... Bu devlet adamın Belçika’yla bağlantısını kuramadım. Clemenceau ve Foch: Birinci Dünya Savaşı’nın son senesinde Fransa’nın tepesindeki isimler. Adlarına iki tane de uçak gemisi yapıldı ama bu istasyona isim olmasına ne gerek var?
‘’Söyle bakalım, kızın en çok hangi yemeği seviyor?’’
‘’Pizza’’ Duraksamamıştım.
‘’Evde yaptıklarımızdan?’’
Duraksadım. Hatta durdum. Metro ise Gare de Midi’ye doğru devam etti.
‘’Haberin bile yok. Peki, dün gün boyunca onun üzerinde hangi renk tişört vardı?’’
‘’Çocuğunla ilgilenmiyorsun’’ demişsin. İtiraz etmemişim. O zaman daha neyi kanıtlamaya çalışıyorsun? Tartışmayı uzatmamak adına sesimi çıkarmadım.
Gare du Midi! Buradan Amsterdam trenine bineceğiz. Bizimle beraber metro vagonun çoğu burada iniyor. Kalabalık hızımızı ayarlayıp, bizi yukarı, tren gişelerinin olduğu kata çıkarıyor, tam gişelerin önünde bırakıyor. Netten alınmış biletler cebimizde, gişeye yüz vermiyoruz.
Dolaşmaya başlıyoruz istasyonun içinde. Aklımda bir yerlerden kahve ve kruasan bulmak var. Gözüme kestirdiğim kafe bir anda gözlerimin önünden siliniyor ve yerini uzun saçlı, genç bir kadın alıyor. Kıvırcık saçları büsbütün manzaramı kapatıyor, kafede kruasan servisi yapıp yapmadıklarını göremiyorum. Kıvrak bir hareketle kenara çekileceğim ama kadın çoktan benimle göz teması kurmuş üstüne bir de gülümsüyor. Ben de gülümsüyorum ama oldukça huzursuz bir gülümseme benimki. Biliyorum ki Theodora yanıbaşımda ve kızdan çok bana bakıyor. Kızın gözlerini dikmesini bedelini ben bir şekilde ödeyeceğim; gülümsememi fazla belirgin yapmayarak faturayı hafifletmeye çalışıyorum.
Sessizliği kadın bozuyor.
‘’İyi günler. Size bir şiir yazmak istiyorum. İster misiniz?’’
İtiraf etmeyelim, bugüne kadar benim için şiir yazan olmadı. Ben adına şiir dediğim dizleri başka hanımlara, kedime hatta odun parçalarına (Eski tenis raketime ama ne raketti, biliyor musunuz?) yazmışlığım vardır. Ama bilgim dahilinde kimsenin şiirlerine konu, konu mankeni, hatta figüran olmadım. Şimdi ise bu kadın karşıma geçmiş, Theodora’nın yanında bana şiir yazmak istiyordu. Bir ilk ile karşı karşıyaydım. Diğer bir ilk de herhalde sonrasında Theodora tarafından başımın taşla ezilmesi olacaktı.
‘’Hayır, istemiyorum’’ diyemedim.
‘’Evet, şahane olur’’ da diyemedim.
Sadece çaresizlik içinde genç kadına baktım.
‘’Sizden para ya da başka bir beklentim yok. Burada’’ arkasını dönüp üzerinde bilgisayar olan masasını gösterdi, ‘’böyle bir oluşumumuz var. İsteyenlere ayak üzeri şiirler yazıp, günlerinin güzel geçmesini umuyoruz.’’
‘’Bahşiş de mi istemiyorsunuz?’’
‘’Kesinlikle hayır.’’
Theodora’ya baktım. O da beni bırakmış, kadını süzüyordu.
‘’Tamam’’ dedi, ben ise sessizliğimi korudum.
‘’O zaman bana biraz bugün başınıza gelenlerden bahsedersiniz daha anlamlı dizeler oluşturabilirim.’’
Meğerse Theodora bu anı bekliyormuş. Başladı evden beri devam eden kavgamızı ‘’Dedi... Dedim...’’ şeklinde anlatmaya. Onu dinlerken aslında ne kadar az ‘’dediğimi’’ farkettim.
Diyaloğu bir vakanüvis sadakatiyle anlatıp, sonrasında tarihçi hassasiyetiyle yorumladı. Artık sabah evden üç kişi çıkmış gibiydik: Theodora, ben, bir de şaire.
Genç kadın sabırla dinledi, sonra başladı dizelerini söylemeye. Bu noktada farkettim ki Brüksel’de olmamıza rağmen kadın benimle İngilizce konuşmuş, şiirini de şimdi İngilizce terennüm ediyordu:
Bir kapının gıcırtısı kadar,
Senin yokluğun da beni üzer.
Kimi zaman bebeğimiz ağlar,
Kimi zaman süt taşar,
İçeriye seslensem,
Duvarlar beni tekrar eder.
Tabii ki böyle bir şey değildi; çok daha toz pembe, umut dolu, Theodora’nın anlattıklarıyla ilgisi olmayan, bu yüzden de onu daha da gaza getirmeyen dizelerdi. Bittiğinde eşim sordu:
‘’Peki, sizin için biz ne yapabiliriz?’’
‘’Bir sarılmaya ne dersiniz?’’
Ben yine bir şey demedim. Sadece bir adım geri attım ve Theodora’ya giden yolu boşalttım.Masasının üzerinde bıraktığı karttan adının Madeleine olduğunu öğrendiğim genç kadınla Theodora birbirlerine sarıldılar ve ayrıldılar.
Şiiri aklımızın çekmecelerinden birine koyduk ve kahveyle kruasanlarımızı almaya yöneldik.Kafenin masasında otururken ben de ayaküstü dizeler söylemeyi denedim.. Olmadı.
YORUMLAR
İlhan Kemal
İlhan Kemal
İki kız kardeşin isimleri İstanbul ve Roma'yı temsil ediyor gibi. Sonradan "ilahi müdahale" gibi sahneye çıkan kız ise Kudüs'ü... Arada geçen Hristiyanlıkla ilgili bilgi kısmından sonra böyle bir şey şekillendi kafamda. Umarım çok fazla sembolizme kaçmamışımdır. Selamlar, saygılar.
İlhan Kemal
Yıllar önce bir öğrencimin evinde Ayşe Kulin'in Adı Aylin kitabını ilk gördüğümde kendi kendime ''Yazar kitapta kendinden bahsediyor olmalı. Baksana Aylin adı, Ayşe Kulin'in ilk ve son hecelerinden oluşuyor'' demiştim. Öyle değilmiş.
Bu öyküdeki saptamalarınıza da bayıldım ama belirtmeliyim ki en azından bilinçli şekilde o bağlantıları ben kurmadım. Bilinçaltım bir rol oynamış olamaz mı? Hayır demek mümkün değil. Ama isimlerin nereden geldiğini açıklamayı denersem belki gerçeğe daha yaklaşmış oluruz.
Theodora benim hikayelerimde eşime verdiğim isim. Hatta hikayelerimi iki kapak arasına toplarsam kitabın adını Theodora'ya Mektuplar koymayı düşünüyorum.
Kardeşinin adını ise beraber çalıştığım bir iş arkadaşımın adı. Kendisi Brezilyalı olmasına rağmen bir Alman soyadı varç Böylelikle bana eski Alman teniçi Claudia Kohde-Kilsch'i anımsatıyor. Kızkardeşin ismini ondan, karakterini ise eşimin gerçek hayattaki kızkardeşinden aldım.
Madeleine... Brüksel Gare du Midi'de bize şiir okuyan genç kadının adını hatırlamıyorum. Madeleine gibi bir şeydi diyorum kendi kendime. Belki biraz da Proust'a göz kırpmak için, bilemiyorum. Bize söylediği şiiri de hiç hatırlamıyorum (Öyküdekini o satıra gelince uyduruverdim)
Dediğniz gibi bir bağlantıyı bilinçli olarak kurmaya kalksam şu şekilde yaparmışım gibi geliyor:
Eşim Konstantina olurdu. Allah'ın cezası, Tanrı'nın yeryüzündeki gazabı baldızım ise Alexandria. benim gözümde hem kardeş olup hem de iktidar mücadelesi yapan bu ikisi çünkü. Her ne kadar öyküdeki merkez karakter olsa da karar ları aslında almayan olduğu için de şair kadına Romana derdim (En sevdiğim dönemlerden olan, 4 ve 6 yüzyıl arası kilise tarihini özetleme amacıyla)
Klişedir, okuyucunun metne katkıda bulunduğu söylenir. En azından sizin için bu böyle diyebilirim. Saygılarımla.
grafspee
Tahminim tutmasa da, yine de isimlerin gelişigüzel olmadığını, her birinin esin kaynağı ya da az olsa hikayesi olduğunu görmek güzel. Sıradan anların sıradışı hikayelerini yazan sizden de başka türlüsü beklenmezdi zaten. Elinize sağlık.
Delacroix 'in ''Halka Yol Gösteren Özgürlük'' resmi ile yıllar sonra Gazze'de çekilmiş olan Filistinli gencin sapan ve bayrağı ile objektife yansıyan fotoğrafının arasında benzerlikle kurulan bağdaki ironiyi de eklersek daha bir şaşı bak şaşır olacaktır sanırım . :))
Ayrıca, Theodora o peronda olmasa neler olurdu? Bunu da merak etmiyor değilim hani!
Sevgilerimle...
İlhan Kemal
Theodora peronda olmasaydı? güzel bir soru. Kaçamak cevap verip o zaman anlatan Amsterdam'a gitmez, paşa paşa Brüksel'deki dairesinde otururdu demek olmaz. Gayet iyi bir atölye çalışması olurdu: Şimdi resimden Theodora'yı çıkartıyoruz ve aynı öyküyü tekrar anlatmayı deniyoruz. Umarım denemeye zamanım olur. Saygılarımla.
Şiir çok güzel bir şiir, ayaküstü yazılabileceğine inanmıyorum. Tabii ki öykü de çok güzel. İlhan Bey, merak ettiğim şey, karakterin batılı olması yazara konu ve içerik açısından yazara kolaylık sağlayıp sağlamadığı. Tebrik ederim.
İlhan Kemal
İdeal tartışma grubu sorusu. Kendimce yanıtlamaya deneyeyim:
Anlatılan konuya, bulunulan mekana ve yapılan eyleme göre değişir. Barda bir kadın yanınıza yaklaşıp ''Söylememe izin verin, çok hoşsunuz'' deyip, sonra da kocasının koluna girip yoluna devam ediyorsa bu sahneyi Türkiye'de anlatmak inandırıcılığından kaybettirir. Ya da yanıbaşınızdaki muhasebecinin geçmişte askeri pıiot olup, Kaddafi'yi bombaladığını öğrenmek, bu öyküdeki gibi yolunuzu kesip size şiir okuyan genç kadınlara denk gelmek, her evin bir uçak hangarının olduğu, hangarın içinde uçakların bulunduğu, evlerin sitenin ortak uçuş pistine bağlantısı olduğu yerlerde yaşamak... Bunları (ki hepsi bizzat tanık olduğum durumlardır; kurgu değillerdir) Türkiye Cumhuriyeti'ne taşıyamazsınız. Taşırsanız da okuyucuyu ikna edemezsiniz.
Öbür yandan gündelik hayatın detayları da okuyucuya yabancı gelecek, onun ortamı hayal etmesini zorlaştıracaktır. Bir çok öykümde okuyucunun bu tür detayları yakalayamadığını farkettim. O detayları açıklamaya kalkışınca da anlatı hantallaşmaya başlıyor.
Umarım kabaca bir fikir vermeyi başarabilmişimdir. Saygılarımla.