- 783 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
Taziye ve Zamana Yolculuk…
Uzun zamandır (aşağı yukarı ikibuçuk sene) internet ve sosyal medyanın hızlı gündeminden uzaktım.
29 Haziran 2018 günü sevgili Zübeyde Gökbulut öğretmenimin telefonuyla haberdar oldum; Ceylan hoca, 27 Haziran 2018 günü yoğunbakıma alınmış…
Büyük bir şaşkınlık ve kederle kapattım telefonu. Beynim zonkluyor, inanmak istemiyordum duyduklarıma. Çünkü gayet zinde ve yaşama sevinciyle dolu sesini duyduğum son telefon görüşmesinin üzerinden henüz iki gün geçmişti. Hemen sevgili arkadaşım Harun Yiğit’ i ve hocanın saygıdeğer eşi Gülay ablayı arayarak durumu hakkında bilgi aldım. Durum sonderece ciddi idi. Soğukkanlı olmaya, umudumu yitirmemeye, hocanın, bu kritik süreci başarıyla atlatacağına inanmaya çalışıyordum.
Nefeslerin hızlandığı, kanın damarda aynı hızla dolaşıp durduğu o dayanılmaz bekleyiş…
Ve inişli çıkışlı bir dokuz günün bir önceside…
Birara stabil durumunda minik minik değişimlerin olduğunu, tetkik ve tahlillerdeki değerlerin normale doğru ilerlediğinin gözlemlendiğini söyleyerek umudumu biraz daha yukarılara çekti sevgili Gülay abla. Günortasında duyduğum ve umutlarımı kanatlandıran bütün bu sevinçli haberlerin iz düşümü yüzüme yansımış, o akşam yüksek bir moralle başımı yastığa koymuştum ki…
4 Temmuz’ u 5 Temmuz’ a bağlayan gece yarısı saat 01.25 gibi gelen telefonla naïf yüreğim şu küçücük kafese sığ/a/madı, taştı...
Ah! Ah bu gece yarısı telefonları…
Babamdan bilirim…
Telefon ekranında can arkadaşım sevgili Harun’ un adını gördüğüm anda istemdışı bir refleksle; “Sakın ha! Sakın, bana kötü bir şey söyleme Harun can” dediğimi ve Harun’la aynı anda katıla katıla hıçkırıklara boğulduğumuzu, akabinde hıçkırık seslerine uyanan kızımın korku ve şaşkınlıkla dolu bir yüz ifadesiyle beni teskin etmeye çalıştığını…
Ve dayanamayıp bu hüzne gözyaşlarıyla ortak olduğunu anımsıyorum…
Konuşamıyorduk. Hattın bir ucunda sevgili Harun, diğerinde ben… Boğazımızda bin boğumla inliyorduk. Çok acı, ifadesi zor bir duygu ve dağılış…
İnanmak istemiyordum. Bu kaybı hiçbir akıl- izan düzlemine yerleştiremeyen ruh halimle cebelleşiyordum.
Birtürlü kabullenemiyordum onbeş-onaltı yıllık kadim dostumun, ustam dediğim büyüğümün bu yolculuğunu. Çok ani, gerçek dışı ve şaka gibi…
Oysaki iki gün öncesinde telefonla aradığında şunları söylemişti bana: “Refika Hanım, Gülce ve yapılacak işler konusunda geniş çaplı muhasebe ve bu bağlamda neler yapmamız gerektiğine dair istek ve öneriler üzerine konuşmak, buna ilâveten sana vermem gereken imzalı kitaplarla birkaç şey daha var. Bu nedenle mutlaka toplanmamız gerek. Lütfen, Harun ve Yusuf’ a da söyleyin gelsinler! Mutlaka ama mutlaka! lÖlür kalırım da…”
Ben de: “Hocam, o nasıl söz! Lütfen, demeyin öyle! Nerden icap etti böyle konuşmak? Hem, her ne kadar fâniliğimiz gerçek olsa da hayat bu, belli m’olur kimin ne zaman ne şeklilde gideceği? Şimdi, durduk yerde niye böyle konuşarak bizi tedirgin ediyorsunuz ki? Allah sağlıklı ömürler ve nice Gülce’ li günler nasip etsin! Daha söylenecek çok söz, yazılacak nice eser ve basılacak kitap sizi bekliyorken…” diyerek, arkadaşları arayacağıma ve ‘toplantı için gereğini yapacağıma dair söz verişle konuşmayı bitirdim.
Nereden bilebilirdim ki bunların son sözlerimiz olacağını? Beyin kıvrımlarımda yankılanıp duruyordu kararlı, bulutlu sesi ve sözleri.
Ceylan hocanın aramızdan ayrılışının ardından neredeyse bir ay oldu, ben hâlâ Gülce Sitesi ve diğer paylaşım ortamlarına giremiyordum, fenalaşıyordum, içim kaldırmıyordu. Böylesine ani bir kayıp aklımın ucundan bile geçmedi, geçemezdi de. Fakat oldu! Aklımızdan geçmeyen başımıza geldi maalesef!
Allah gani gani rahmet eylesin. Sevgili CEYLAN hocama Allah’ tan rahmet, kederli ailesine, dostlarına, edebiyat camiasına taziyelerimle başsağlığı ve sabır diliyorum.
Ve akabinde ablamın kalp krizi ve yoğunbakım süreci, hâlâ da…
Bazen görünür ya da görünmez şekilde yok oluruz ya; bedenimiz veya ruhumuz kopar an’ dan, bulunulan mekândan. Bu olayda yok olan elbette maddi varlığımızdır, dostluğumuz değil. Gerçek dostluklar ilelebet sürer özümüzde yücelerek.
Dostluk öyle derin, yalın, hesapsız kitapsız duygudur ki; ne cinsiyet ne kan bağına bakar. Günübirlik çıkar hesaplarının ötesinde sıcacık bir omuz, pervasız ve içten bir dikleniş, fitnesiz bir yakarıştır iyi kötü anlarımızda.
Ne mutlu her şeye rağmen bunu başarabilenlere...
Ve ne mutlu gitgide yozlaşan dostluk ilişkilerine inatla, karşılıklı saygı, sevgi ve inançla bugünlere taşıyabilenlere ne mutlu...
Zihin dünyam yüreğimle birlikte çıktı bir yolculuğa, maziye…
1980’lerin sonu 90’ların başı, bir Ankara anımsaması...
İşten yorgun argın geldiğim bir akşam dinlencesinde rastgele açtığım yerel bir radyo kanalında -kısacık da olsa- dinlediğim nefis bir türkü ve lirik bir sesin ruhumu sarmalayışıyla nefessiz kalışım...
"...
Neye yarar çok ile az,
Biraz sevda biraz da naz.
Yunus’ a can, Veysel’ e saz
Benim gönlüm deli gönlüm.
Yükseklerde harman olur,
Dertlilere derman olur,
Aşk deyince fermân olur
Benim gönlüm deli gönlüm."
Türkünün ve yorumlayan sanatçının adını öğrenemeden bitmişti müzik. Demek ki türkünün ve yorumlayan sanatçının adı önceden anons edilmiş ve maalesef ben de müziğin sonlarına denk gelmiştim! Tesadüf işte...
Türkünün tınıları ve o naïf, billur ses hüzünlü bir nehir gibi aktı ruhumun denizlerine, kanadım...
Adını sanını bilmediğim bu türküyü bir daha dinleyebilecek miydim? Kim bilir...
Yılları taşırken ömür yokuşunun yamaçlarında bilinmeyen güzergâhlara...
Türkü, içimde çoğalan bir ses; ben, türküde tekil ve cılız bir nefes...
***
Hangi yönden estiğini bilemediğim bir rüzgar, ansızın savuruverdi beni Ankara’ dan Antalya’ ya. Ömür kumaşım ki paralanmış...
Kırklara karışan ömrün güz bahçesinde esen hazan yeli örselemekte güllerimi, sarı-kahve tonlarıyla alalamaktaydı esrik beni.
Dile kolay. Kırk yıllık Ankara yaşamımdan yepyeni ve bilinmedik bir yaşama, Antalya’ ya sert bir geçişle dâhil olmak kolay olmasa gerek. Yabancılık duygusunun içimi ezdiği bir süreçte beni bu güzel kente bağlayan, kaynaştıran en belirgin etkendi Kale Kapısı/Yat Limanı/Cumhuriyet Meydanı ile Selekler’ i çevreleyen ve Konyaaltı Caddesi’ ne doğru bükülen noktadaki “Güllük Kavşağı” ve boylu boyunca Güllük Caddesi.
Güllük’ te, Emekliler Parkı’ ndan bakınca; masmavi denizle göğün birleştiği ufukta, -heybetiyle Beydağları’ na adeta nispet edercesine meydan okuyan - kızıl dudağıyla mey içen şuh bir kadın gibiydi Antalya. Rengârenk çiçek öbekleriyle cıvıl cıvıl şiirsel kent...
Bir yanımla Akdeniz’ in tuzlu sularını içen gözlerim diğer yanımla -hızlıca ve belki de hoyratça- akıp giden hayatın gerçekliği karşısında diklenen ruhumun biriktirdiği mısralarım ve sessiz, kimsesiz sözlerim...
2003’ ün ikinci yarısıydı...
İşte böyle bir halet-i ruhiyat içerisinde dalıvermiştim internet dünyasındaki "Antalya/Güllük" şiir ve edebiyat grubuna. Tamamıyla yabancısı olduğum bu paylaşım sitesinde ilk kez şiir ve edebiyat üzerine sesli düşünecek, insanlarla ortak paydalarda buluşarak naçizâne bir şeyler üretecektim. Ne bir sosyal çevrem, ne edebî birikimim vardı. Artık nasıl olacaktıysa...
Tek tutunduğum dal " Antalya/ Güllük" ismine olan âşinalığımdı.
Hiç bir deneyimimin olmadığı bu arenada, grup üyeliğimin ardından yoruma dayalı paylaşımlarla ısınmaya çalışıyordum.
Grubun kurucusu olan ve ismini ilk kez burada duyduğum Mustafa Ceylan’ ın, diğer grup üyelerinden elbette ki herhangi bir farkı, ayrıcalığı yoktu benim için. Ta ki internet ortamında şiir ve müzik paylaşımlarının olacağı "Antalya/ Güllük Radyosu" nun kurulduğunun duyurulduğu ana değin...
Bir kaç gün sonra...
Saat 19.30-20.00 suları...
Çarçabuk hazırlanıp yenen akşam yemeğinin ardından biraz müzik dinlemek istedim. İlk kez internet ortamında radyo dinlemenin nemenem bir şey olduğunu merak ederek "Antalya/Güllük Radyosu” nu açtım. Yayında bir beyefendi şiir okuyordu. Kim olduğunu ve kimin şiirini seslendirdiğini bilmiyordum. Bildiğim tek şey, radyodaki sesin tonuyla, vurgusuyla, duygusuyla, ahenkli geçişleri ve hançeresiyle güzel Türkçe’mizi çok güzel birleştirdiği ve şiirin ruhuna girerek dinleyiciyi de o ruhun içine çektiği gerçeğiydi. Birbirimizden habersiz olarak; yayında yorumcu O, dışarıda dinleyici ben; mest halindeydik. Öylece dinledim şiiri huşu içinde.
Şiirde ne şiirmiş Yarabbi!
Bulutlara hasret kirpiklerim ıpıslak... Bıçak ucu bir sancı sinemin ortasında... Bu neyin sızısı yüreğim, de hele…
Ruhum bedenimi terkedivermiş, şiirin efsunkâr girdabında savrulup durmakta...
Savrulan ben miydim yoksa mısraların özündeki hayat mı? Bilemedim ki...
Bir yanda içeriğiyle yüreğime saplanan şiir, öte yanda şiiri hallaç pamuğu gibi bir uçtan bir uca savuran yorum...
Derken...
Bir anonsla o naif duygu deryasından gerçeğe dönüvermiştim. Radyodaki ses: "Bu güzel öykülü şiirin değerli şairi Refika Doğan’ a teşekkür ediyor, başarılarının devamını diliyorum" demez mi! Duyduklarım karşısında şaşkınlığım iyice artmış, "gerçek mi sanrı mı" diye bu durumu anlamaya çalışmıştım. Ne yani, şimdi bu şiir benim miydi? Bu kadar muazzam bir şiiri ben yazmış olamazdım! Ancak duyduklarım da gerçekti. Evet, radyoda seslendirilen şiir bana ait öykülü bir şiirdi. Demek ki etkili bir yorumla şiir, adeta yeniden yazılabiliyormuş. Şüphesiz burada söz konusu olan ben değil, şiiri seslendiren, şiire kendi yorumunu katarak yeniden değerleyen yorumcunun marifeti ydi. Başarı O’na aitti.
Şiiri seslendiren ve yayını tek başına göğüsleyen kişiyi merak ettiğimden, yayının bitişine değin dinlemeye devam etmiştim. Hemen her şiirin aynı duygu yoğunluğuyla seslendirildiğine tanık olmuştum. Kendinden emin, dingin bir duruş ve duygu yüklü doğaçlama yorum...
Nihayetinde öğrenmiştim şiiri yorumlayan ve sunumuyla dinleyiciyi yayına kenetleyen kişiyi. O kişi Mustafa Ceylan’ dı!
***
Kısa zaman zarfında yayın hayatına birbirinden değerli arkadaşlar katılmıştı. Her birinin sunumu kendine özel, özgün ve sürükleyici...
Artan katılımla birlikte yayın da cezbedici bir hâl almış, "Mustafa Ceylan" adı etrafında saygı, sevgi, güven ve dostluğa dayalı anlamlı bir halka oluşmuştu. Gerek yayıncı ları gerek yayın akışı ve sunumu gerekse dinleyici kitlesiyle farklı, renkli ve özgürdü Güllük. Kısa zamanda kendi içinde tutarlı, disiplinli, değerlere saygılı ve titiz bir yayın politikası oluşturulmuştu. Pek tabii ki bütün bu güzelliklerin mimarı, ortak paydasıydı herkese dost ve bir şiir-edebiyat tutkunu olan "Mustafa Ceylan" adı.
Tamamen gönüllülük esasına dayanan ve usta-çırak anlayışıyla yayın yapan "Antalya/Güllük Radyosu,” kendi alanında bir ekoldü. İnternet radyo yayıncılığı konusunda yepyeni değerler yetiştirmiş, vakti gelince de kendi kanatlarıyla farklı diyarlara özgürce uçmalarına destek vermişti.
Gerek grup çalışmaları gerekse radyo yayını paylaşımlarıyla daha yakından tanır olduğum Mustafa Ceylan hakkında artık belli bir kanıya sahiptim. Herkesin ağabeyi, kardeşi, dostu, ustası olabilmeyi başarmış bir gani gönül, bir şiir sevdalısı, bir duyarlı yürek...
Çok okuyan, araştıran, sorgulayan, analiz eden, yetenekli -ve/veya yetenekli olup da koşulları elvermeyen- kalemlerin elinden tutarak öne çıkaran, yüreklendiren, vefalı, merhametli ve sezgileri güçlü bilge...
***
Yine birgün…
Radyo Güllük’ te program yapan değerli arkadaşımız Harun Yiğit’ in (ki, o günlerde sevgili Harun’ u da henüz yakından tanımıyordum.) yayında olduğu bir akşamdı. Şiir yorumlarıyla birlikte birbirinden güzel has türkülerin paylaşıldığı bir sunum…
Harun Bey, Hocam dediği Mustafa Ceylan’ a ve radyo dinleyenlerine armağan ettiği bir türkü ile bizleri kısa bir sessizliğe gömdü. Türkü adının "Bir Yanardağ Fışkırması," sözlerinin "Mustafa Ceylan", notaya alanın "İsmail İpek", derleyen ve yorumlayanın usta sanatçı "Musa Eroğlu" nun olduğuna dair bir anons... Tabii, bu anons o an için bende olağanüstü bir etki yaratmadı. Türküleri seven birisi olarak elbette mutlu olmuştum anonstan ancak beni bekleyen asıl sürprizden bihaberdim.
Ve türkü yayında…
O da ne! Çok uzaklarda kalmış tanıdık bir dostun sesini, nefesini duymuşcasına irkilerek kulak kabarttım müziğe. Evet, evet... Sonlarına doğru dinleyebildiğim ve yorumcusuyla kaynağının kim olduğunu bilmediğim o türkü! Aman Allah’ ım! O sözler, o sazlar ve usta yorumuyla o ezgi... Bittim! Sanki yıllar öncesinde kalan yitik bir parçamla tamamlanmış ruhumdu söz konusu olan. Türkü sona erdiğinde de geçmemişti şaşkınlığım. İlk defa bütünüyle dinlediğim türkü sözlerinin derinlerindeki mânâ deryasında kaybolmuş, bu muhteşem rastlantıyla bir hoş olmuştum. İçimden kuşlar gibi kıvançlı bir şükran duygusu geçivermişti Yaradan’ a. Demek bu türkünün sözleri Ceylan hocanın bir şiirine dayanmakta ve adı da "Bir Yanardağ Fışkırması" idi!
Hayatta hiç bir rastlantının boşuna olmadığına ve bunda da bir hikmet bulunduğuna dair inancımı korumaya devam ediyordum.
Ankara’ dan Antalya’ ya uzanan yaşam kavşağımda türkülerle, şiir, edebiyat ve daha nice ortak paydalarla kesişmekteydi yollarımız.
***
Takvim yaprakları eksiliyorken birer birer, mevsimler ve gün de dönüyor, değişiyordu hızlı bir devinimle. İlkyaz bitmiş, kiraz ağaçları çoktan dönüvermişti çiçekten meyveye.
Akdeniz’ in tuzu ipil ipil dökülürken şakaklarımızdan, -Ceylan hocanın şiirindeki gibi- sadece deli gönlümüz değildi yanar dağlar gibi fışkıran, ruhumuz da...
Her şey normal seyrinde ilerlerken, "Antalya/Güllük Grubu’ nda” paylaşılan bir duyuru dikkatimi çekmişti. Bir anda onlarca kişinin paylaştığı bu duyurunun konusu ne yazık ki Ceylan hoca idi. Bilgisayarın başında öylece kalakalmıştım. Hoca, apar topar hastaneye kaldırılarak yoğun bakıma alınmış, durumu ciddiyetini korumaktaymış. Karmakarışık bir durumdu o an. Ne diyeceğimi bilemez bir halde; omuzlarım düşük, hüzün deryası içim...
Bütün masumiyetiyle düşüvermişti yanağıma iki inci tanesi...
Henüz yüz yüze gelerek görmediğim bu bilge insana, bu renkli kişiliğe, bu duyarlı yüreğe dua etmekten gayrı bir şey gelmiyordu elimden maalesef.
Beklentisiz, içten ve katıksız bu dostluk köprüsünde bir ince çizgi, bir bilinmez tüneldi araf...
***
Evet...
Hızla geçerken zaman, öyle anlar olur ki hiç geçmiyor sanırsınız. Bir hastane gerçeği bütün dost yürekleri birleştirmiş, dualar kabul olunmuştu bu kenetlenme karşısında. Çok şükür ki hocanın yaşama direnci galip gelmiş, kısa sürede sağlığına kavuşarak yeniden çok sevdiği ve şiir-edebiyat sevdasını harmanladığı "Radyo Güllük" günlerine, dostlarına dönmüştü.
Ve Gülce’ li süreç...
Artık sanaldan gerçeğe geçiş zamanı gelmiş, süreç başlamıştı; aynı kentte yaşıyor olmanın ve aynı amaç etrafında birleşerek ortak paylaşımlarda bulunmanın güzelliğiyle...
2003-2005 yıllarında (Harun Yiğit’ in fikri ve Mustafa Ceylan’ ın bunu ilginç ve anlamlı buluşu ile) henüz arayış aşamasında olan ve her iki dostun da benimle paylaştığı "Gülce Edebî Çalışmaları" fikri ilgimi çekmişti. Kısa bir süreliğine dışarıdan destelemeyi, ortaya konulmaya çalışılan bu iyi niyetli çalışmanın özünü doğru okuyup anlamayı dolayısıyla kıyısında bekleyip gözlemlemeyi tercih etmiştim. Zamanla olgunlaşan ve ortak bir paydaya dönüşen dayanışmamız 2008 Eylül’ ünde aynı amaca yönelmiş (Mustafa Ceylan, Harun Yiğit, Refika Doğan, Osman Öcal, Yusuf Bozan’ dan mürekkep) çekirdek bir ekip çalışmasıyla resmiyete dönüşmüş, kenetleyip kaynaştırmıştı bizi dostluk halkasıyla. Hiç bir şekilde yadsımadığımız en güzel, en anlaşılır ve anlamlı paydaşımızdı Gülce.
Gün doğumundan gün batımına değin değil, çok daha ötesiydi Gülce’ miz.
"Gülce" ile "Mustafa Ceylan" adını daha yakından tanıma, daha etraflıca tahlil etme olanağını bulmuştum. Bir kere inanılmaz bir hafızaya sahipti. Titrek bir mum ışığıyla aydınlık bir kapıya yol aralanışınaydı tanıklığım. Kendisi geri planda dururken, başarılı olacağına inandığı insanları öne çıkarmaktan, onlara karşılıksız desteğini sunmaktan mutluluk duyan çağcıl bir Dede Korkut, bir bilge kişiydi.
Çok okuyup çok çalışan bu değerli hocamızın azmi ve emeği karşısında bazen şaşırır, şüpheye düşerdim: "Nasıl bu kadar sağlam ayakta durabiliyor?" diye. Hatta zaman zaman kendisine şaka yollu takılır, programlanmış bir robota benzettiğimi söylerdim.
Belirli zaman dilimlerinde ve yine hayatın belirli dönemeçlerinde her birimizin birer Kutup Yıldızı’ mız, bilge kişimiz vardır mutlaka; bizleri motive edip öne çıkaran, desteğini esirgemeyen ustamız, ağabeyimiz, dostumuz...
***
Mustafa Ceylan denilince; kin tutmayan, çabuk parlayan aynı hızla yelkenleri indiren, çocuk ruhlu, merhamet sahibi bir duygu insanı, bir çağcıl bilge gelir aklıma. Ele aldığı her işinde hırslı ve hızlıdır. Başladığı işi sonuna kadar götürmeye, başarmaya odaklı azim ve inanç örneği.
Şiir ve edebiyatla hemhal olmuş böyle bir yüreği, şiir ve edebiyattan - özellikle de Gülce’ den- uzak tutmak, ayrı düşünmek ölüme göndermekle eşdeğerdi.
Özünde gelenekçi yanını muhafaza ederken, öne çıkardığı yenilikçi ve dost yanıydı. Zaman zaman şeker hanım(Diyabet) yüzünden agresif tavırları olsa da, bu durum O’ nun " Yunus’ un odunu, karıncanın gölgesi" olduğu gerçeğini değiştirmiyordu.
2005-2006 yılları olsa gerek. Ceylan Hocanın yenilikçi, mucit damarının tuttuğu anlar...
"Antalya/Güllük Radyosu" nu bir tık ileri taşıyarak görüntülü yayına geçme hevesinin ağır bastığı anlardı. Büyük bir istek, azim ve inançla yola koyuldu hemen.
Deneme yanılma yöntemiyle iğne ile kuyu kazma iradesi...
O’ndaki bu kararlılık bu yorulmak nedir bilmez yapı, bizlerdeki saygıyı çoğaltıyordu elbette.
Bir akşam türkü dinleyerek tamamlanması gereken yazılarımı gözden geçiriyorken Ceylan Hoca aradı ve yeni mucitlik hevesinden ( Görüntülü TV Yayını) bahsederek yardım istedi. İstediği yardım şu idi: Kendisi işin teknik yanı ile çabalarken, ben de kendi bilgisayarımdan görüntüyü takip ederek, olası bir olumsuzluk karşısında bilgi akışı sağlayacaktım. Adeta oyuncağı elinde mutlu bir çocuk gibiydi. O hevesi kırmak, o inancı sekteye uğratmak doğru olmazdı. Elimden geldiğince yardımcı olmaya çalışacağımı söyleyerek radyo sayfasına girdim. Saat, akşam sekiz- dokuz gibi başladı da bir türlü bitmedi zaman.
Görüntü bir geliyor bir gidiyor, gerçek anlamda bir türlü netlik sağlanamıyordu. Tabii, bu durumda hoca daha da hırslanıyor, inada dönüştürüyordu başarma azmini. Nihayet tan ağarırken görüntülü yayın da gerçekleşivermiş, hoca başarmıştı başarmasına ama bu arada biz de bitap düşmüştük.
Bu arada…
Bugün aramızda olmayan fakat daima gönlümüzde yaşayacak olan ( kardeşim- arkadaşım-dostum) merhum Sevim Erdoğan, Rasim Köroğlu, Asım Kısbet, Keskinli Âşık Haydari, İsa Kayacan, Osman Öcal ve Mustafa Ceylan üstadlarımızı rahmetle yâd ediyor…
Bu değerleri tanımama vesile olan "Radyo Güllük" ve Mustafa Ceylan hocamıza aziz hâtıraları önünde bir kez daha teşekkür ediyorum.
Ceylan Hocayı bir çırpıda anlatmak elbette kolay bir şey değildir. Ancak şu kadarını söyleyebilirim ki; O’ nun itimadını, dostluğunu kazanmak başlı başına bir onur ve gururdur.
Bazen düşünüyorum da...
Ne garip!
Sanki - bilmeden- ardında bıraktığı ayak izlerine basarak ilerliyordum, rotamı çizercesine…
Hayat gerçekten de sürprizlerle dolu. Yıllarca Ankara’ da Elmadağ’ ın eteklerinde ikamet et, Abidinpaşa’ da yan yana okullarda oku, aynı şehirde aynı kamu kurumunun farklı teşkilatlarında yan yana çalış, şiir ve edebiyatla ilgilen ve orta yerinde denk gelip dinlediğin meçhul bir türkünün söz yazarı Ceylan hoca olsun, dinleyeni ben...
Ve…
Enteresan…
Tanımadığın, görmediğin o insanla yan yanayken yabancılaştıran hayat; günün birinde bir başka kentte uzakken yakınlaştırır, aynı amaç etrafında bir kez daha yan yana getirerek kesiştirir, tanışık kılar kader çizgini.
Zaman çemberinden geçerken, her geçişin kendi öyküsü kalıyordu çemberin içinde iz olarak. Ve yine her izin rengi, boyutu, derinliği, anlamı da farklılaşmaktaydı doğallıkla.
Şu evrende bir zerre olarak; izimiz nedir, ne kadardır, nasıldır, bilemeyiz elbette. Bildiğimiz tek gerçek; şiir ve edebiyat sevgisiyle yürünülen bu yoldaki kesişmelerimiz ve bu kesişmelerle edinilen dostluklar, kazanılan değerlerle bizim bu değerlere katkımızdır.
Biz; " Antalya/Güllük" ve "Gülce" dostluk kavşağında yalın, samimi, ölçülü, alabildiğince çekişmeli yergi ve övgülerimizle kalıcı ve güzel bir duruşun harcına emek harcadık.
Biz; dar günümüzde kendi gökyüzümüzdeki bulutlarla kirpiklerimizi yıkamayı da öğrendik, mutluluklarımızda gülüşler çoğaltmayı da... Bu yüzdendir;
" Dost dağının büyük çığı,
Çiğdemlerin hıçkırığı.
Su köpüğü, gün ışığı
Benim gönlüm deli gönlüm."
Biz; dostluğumuzla, gün oldu içimize akan hüzün nehirlerini de akıttık dışarıya, gürül gürül. Bu yüzden;
" Kanatlanıp göğe uçar,
Kendisinden kendi kaçar.
Hasret hasret çiçek açar
Benim gönlüm deli gönlüm."
Dedik ya...
Ve bizi Gülce’ li dostluk kavşağında buluşturan Güllük’ ten, bir şarkı olup yankılanırdı Toroslar Antalya aşkıyla:
" Ruhumuzu okşayan,
Sevgileri taşıyan,
Gönüllerde yaşayan
Bir şarkısın Antalya.”
Bir başınalığımızı unutturan güç...
İçimizdeki tınıların saza, dilimizdeki kelâmın söze düşüşüdür dostluk.
Velhâsılı kelâm…
Su akar da zaman akmaz mı? Akan zaman ömür duvarını -aşındırarak azar azar- yıkmaz mı?
Gerçek dostluklarda yıkılan yalnızca ömür duvarıdır, yürek değil! Kolay değil ama o yürek dağılmış da olsa, tez elden toparlanmayı da bilecektir.
5 Temmuz’ dan beri dağılan parçalarını toplayıp- mümkün olduğunca- birleştirmeye çalışıyor yüreğim. Zaman, en iyi ilaç olarak sağaltacaktır yüreğimizle birlikte ruhumuzu. Zira sözüm (üz) var Ceylan hocamıza. Gülce’ yi yaşatmamızı (ve ayrıca benden, Gülce Projemiz olan “NUTUK’ un” -manzum bir eser olarak- seri halde yazılıp tamamlanmasını, genç nesillere bırakılmasını özellikle) istedi. Bu onurlu görevi -gücümüz ve ömrümüz yettiğince- Gülce kurucularının ve Gülce’ ye gönül vermiş dinamik, saygıdeğer kalem dostlarımızın desteği ve azmiyle gerçekleştirmekten geri kalmayacağız inşallah.
Duygularımı paylaştım naçizâne. Ve yürek duvarıma vuran dalgaların amansız sızısını ağırlığınca…
“Mukadderat!”
Mukadderat diyerek teselli bulacağız şu üç günlük misafirhanede ağır adımlarla çıktığımız yolculukta, farkında bile değiliz adımlarımızın geri değil de ileri gittiğinin. Her durak yeni bir bekleyiş yeni heyecan ve bilinmezlik…
Görünmeyen yazıdır alınan her nefeste şükür, bilene.
Başımız sağolsun! Acımız sonsuz ve derin…
Ruhunuz şâd, mekânınız cennet olsun. Allah’ ın rahmeti üzerinizden eksik olmasın Ceylan hocam. Sizi sonsuz saygı, sevgi ve dostlukla uğurluyor, aziz hatıranız önünde saygıyla eğiliyorum.
Refika Doğan
Kasım 2018, Antalya
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.