- 846 Okunma
- 2 Yorum
- 0 Beğeni
ESKİDEN SANATA,SANATÇIYA, BASINA ÖYLESİNE BİR SAYGI VARDI, ÖYLESİNE BİR HÜRRİYET VARDI Kİ (!) NE SİZ SORUN NE BEN ANLATAYIM.
Mehmet Akif’in ’’Şark ’’ Şiirini okudunuz mu bilmem.
Şöyle bir şeydir:
Musallat, hiç göz açtırmaz da Garb’ın kanlı kâbusu,
Asırlar var ki, İslam’ın muattal, beyni, bâzusu,
"Ne gördün, Şark’ı çok gezdin? " diyorlar. Gördüğüm yer yer
Harap iller, serilmiş hânümanlar, başsız ümmetler,
Yıkılmış köprüler, çökmüş kanallar, yolcusuz yollar,
Buruşmuş çehreler, tersiz alınlar, işlemez kollar;
Bükülmüş beller, incelmiş boyunlar, kaynamaz kanlar.
Düşünmez başlar, aldırmaz yürekler, paslı vicdanlar;
Şiir uzundur aslında...
Bu şiir, Mehmet Akif’in tüm şiirlerini topladığı Safahat adlı kitabının 7. Bölümünde yer alır.
Edebiyatla az da olsa ilgisi olan herkes Safahatın ’’Gölgeler ’’ bölümünü de, bahsettiğim ’’Şark ’’ şiirini de bilir. Peki Safahatın ’’ Gölgeler ’’ bölümünün, dolayısıyla da bu şiirin bir dönem Türkiye’ye sokulmadığını, bu bölümü ihtiva eden 2175 adet kitabın bir kısmının imha edildiğini, bir kısmının geldikleri yere, yani Mısır’a geri gönderildiğini kaç kişi bilir?
Evet 1925 yılında Türkiye’den ayrılıp Mısır’a giden Mehmet Akif, on bir yıl süren bir gurbet ve hasret döneminden sonra siroz hastalığına tutulmuş, artık son günlerini yaşadığını hissedince de vatanında ölmek üzere 16 Haziran 1936 da Türkiye’ye dönmüştür.
Dönmesine dönmüştür ama 1925 den beri - yurt dışında olduğu halde- attığı her adım takip edilen Mehmet Akif bu son günlerinde de takipten kurtulamamıştır. Hatta öldüğünde ve hatta öldükten sonra bile...Türk istihbaratına göre o İstiklal Marşı Şairi Mehmet Akif Ersoy değil ’’ İrtica-906’’ dır. Mehmet Akif ile ilgili yazışmalarda ondan ’’İrtica 906’’ diye bahsedilmektedir.
Akif’in Türkiye’ye gelişinden hemen sonra 25 Ağustos 1936 da Mısır’da yayınladığı ’’ Gölgeler ’’ adlı kitabın 2175 adedi İskenderiye limanından İstanbul’a gönderildi ama bu kitaplar ’’“Arap harfleri ile basıldığı, muhteviyatı irticaî propagandalarla dolu olduğu ve zararlı yazılar ihtiva ettiği” gerekçesi ile on kadarı delil olarak alıkonuldu, geri kalanın bir kısmı imha edildi, bir kısmı ise Mısır’a gerisin geri gönderildi. ( 4. RESİM )
Ancak hemen belirtmekte yarar var: Bu sansür veya engelleme ilk kez ve sadece Mehmet Akif’e karşı yapılmış bir şey değildi. 1934 yılında Cumhuriyet Gazetesi de Yunus Nadi’nin bir yazısı sebebiyle 27 Ekim 1934 - 5 Kasım 1934 tarihleri arasında kapatıldı. Yunus Nadi Mustafa Kemal’in TBMM de söylediği ’’ "Bugün dinletilmeye yeltenilen musiki yüz ağartacak değerde olmaktan uzaktır" cümlesini "Bugün acuna dinletilmeye yeltenilen musikî bizim değildir" şeklinde yayınlayınca "Hükümetin genel politikasına aykırı yayınlar yapmak", suçu ile kapatıldı.
Evet, hükumetin genel politikasına aykırı yayın yapmak suçtu. ( II. Abdülhamit dönemine İstibdat Devri diyenlerin kulakları çınlasın. )
Peki o dönemin sansürleri sadece bu iki örnek miydi?
Değildi elbette.
Mesela
1925 de çıkarılan Takrir-i Sükun kanunu sebebiyle ( Türkiye’deki ilk sıkıyönetim kanunu budur. ) Kazım Karabekir Paşaya sansür konmuş ve Anadolu Ajansına ’’ Kazım Karabekir’in beyanları dikkate alınmayacak ve ondan asla bahsedilmeyecektir.’’ Diye talimat gönderilmiştir.
Öylesine sansürler vardır ki aklınız durur. Mesela Meteoroloji tahminlerinin yasaklanması,tren kazası haberlerinin yasaklanması, un, şeker vesair maddelere yapılan zamlarla ilgili haberlerin yasaklanması hatta siyah kareler ile gamalı haç yapıldığı için gazetelerin bulmaca köşelerinin yasaklanması gibi...( 1940 lı yılların sansürleri bunlar )
Tekrar Mehmet Akif’e dönecek olursak:
27 Aralık 1936 da hayata gözlerini yuman Mehmet Akif’in dirisinden korkulduğu kadar ölüsünden de korkuldu ve bu korku sebebiyle cenazesine devlet erkanından hiç kimse katılmadığı gibi bir kaç üniversite hocası ve 300- 400 üniversite öğrencisi olmasa neredeyse tamamen yalnız bir şekilde defnedilecekti istiklal Marşı şairimiz.
Neden böyle olmuştu peki? Çünkü Mehmet Akif’in cenazesine katılmak ’’ Mürteci ’’ olarak damgalanmaya sebep olacaktı ve bu damgayı yiyen de o dönemlerde kolay kolay iflah olmuyordu.
Nitekim İstanbul Valiliği Mehmet Akif’in cenazesine katılanları tek tek tespit etmiş ve İçişleri bakanlığına rapor olarak sunmuştu. Cenazeye katılanlar: Saylavlardan ( Milletvekili ) Fadıl Ahmet, Şair Yahya Kemal Beyatlı, Profesör Muhittin, General Deli Fuat’ın oğlu Esat Fuat, Çolak Sekahattin, Tüccar Emin Vasfi, Kuleli Askeri Lisesi Edebiyat Muallimi Tahirü’l Mevlevi, Suudu’l Mevlevi, Fuad Şemsi, Gazeteci Feridun, Üniversite ve Askeri Tıbbiye talebeleri.( 5. Resim tam olarak okunursa daha teferruatlı bilgi edinilecektir. )
Ölümünün üzerinden tam olarak yirmi altı sene geçtikten sonra bile (27 Aralık 1962 de yani) Mehmet Akif’i anmak hatta bu anma esnasında ezan okumak ’’ İrticai davranış ’’ olarak kabul edilmiş ve bu ezanı okuyan Sami Canatan adlı şahıs Cumhuriyet Savcılığına tevdi edilmiştir. ( 6. Resim tam okunursa daha teferruatlı bilgi edinilecektir )
Bu arada hemen belirtelim ki Mehmet Akif hiç bir zaman mürteci ( gerici ) olduğunu inkar etmemiştir. Ancak o çok farklı bir mürtecidir ve bu farkını aynen şöyle dile getirir: (İlginçtir ki bu şiirin son üç dizesi de sansüre uğramıştır. O üç dize okunmaz. Bu şiiri arayacak olursanız o son üç dizeye pek çok yerde rastlayamazsınız. )
Zulmü alkışlayamam, zalimi asla sevemem;
Gelenin keyfi için geçmişe kalkıp sövemem.
Biri ecdadıma saldırdımı, hatta boğarım! ...
-Boğamazsın ki!
-Hiç olmazsa yanımdan kovarım.
Üçbuçuk soysuzun ardından zağarlık yapamam;
Hele hak namına haksızlığa ölsem tapamam.
Doğduğumdan beridir, aşığım istiklale;
Bana hiç tasmalık etmiş değil altın lale!
Yumuşak başlı isem, kim dedi uysal koyunum?
Kesilir belki, fakat çekmeye gelmez boyunum!
Kanayan bir yara gördüm mü yanar ta ciğerim,
Onu dindirmek için kamçı yerim, çifte yerim!
Adam aldırmada geç git! , diyemem aldırırım.
Çiğnerim, çiğnenirim, hakkı tutar kaldırırım!
Zalimin hasmıyım amma severim mazlumu...
İrticâın şu sizin lehçede ma’nâsı bu mu?
------------
--Sansürlenen üç mısra--
İşte ben mürteciyim gelsin işitsin dünya
Hem de baş mürteciyim çatlasanız patlasanız
Hadi assın beni kanununuz yahut yasanız.
Şiir bir sanat, şair bir sanatçı ise Mehmet Akif’e reva görülenler, diğer sansürler sanata ve sanatçıya saygı ile nasıl izah edilebilir okuyucunun takdirine bırakıyorum.
Bir başka önemli husus da şu:
Yazılan bir yazı ya da söylenen bir söz, bir sanatçının kaleminden ya da ağzından çıkmış ise - yazılan veya söylenen her ne olursa olsun- ’’ Sanatçıdır, söyler. Ona itiraz edilemez.’’ Diyerek sineye çekmemiz mi gerekiyor? Ya da da eleştirir, tepki koyarsak ’’Mizahtan anlamayan dinozorlar’’ mı oluyoruz?
Eğer öyleyse 7. Resimdeki karikatür neden yerden yere vuruldu? Neden ’’Alt tarafı bir mizah ’’ denmedi?
Ya da 10. Resimdeki kitap Türkiye’de neden basılamadı? Eğer basılsaydı ve dağıtılsaydı yazarının başına neler gelirdi?
O karikatürün de kitabın da Necip Fazıl Kısakürek’e ait olduğu söyleniyor. ( Karikatürün ona ait olduğu neredeyse kesindir. Kitabın ona ait olduğunu ise Mustafa Armağan söylemiş...)
Karikatürdeki figür Atatürk... Böyle bir karikatüre verilen tepkiyi de gazete haberinde görüyor ve okuyorsunuz sanırım...Yani öyle ’’ Alt tarafı mizah ’’ denmemiş. Hükumeti, savcıyı hatta gençliği vazifeye çağırmış bir gazete ( 8. Resim )
Kitaba gelince: Adı ’’Racilü’s Sanem’’ Yani: ’’ Put Adam ’’ Kitap rivayete göre 1975 de Necip Fazıl tarafından yazılmış ama basılamamış. Basım işi Arapça olarak Lübnan’da 1978 yılında yapılmış. İçinde Rıza Nur’un hatıraları da dahil Atatürk aleyhine pek çok şey var.
Mesela Almanya’da Cemalettin Kaplan ve oğlu Metin Kaplan bu kitabı çok tutmuş. Kitapta “Honhavari” (kana doymayan) “Put Adam” olan, yalnız Türkiye’nin değil, İslam âleminin deccali bulunan “M. Kemal”i nesl-i cedide( Yeni nesile ) tanıtabilirsek herhalde, Rabbi’mizin huzuruna çıkarken elimizde bir belge olur inşaallah!’’ deniliyor.
Kitap hakkında verilen bilgi de şöyle:
’’Bu kitap; önce Osmanlıca olarak, “Sabık Türk Zabıtı” olan bir asker tarafından yazılmış, kendi nesillerine bir zarar gelmesin diye ismini de gizli tutup, müsammasına uygun olsun diye ismine de “Put Adam” koyarak kitabı neşretmiştir.’’ Deniliyor.
Şimdi bu kitap Türkiye’de Türkçe olarak basılsa ve dağıtılsa ve gerçekten de Necip Fazıl’a aitse ’’Hımmm. Madem Necip Fazıl yazmış o halde sanatçıya ve sanata saygı gösterip sesimizi kısalım. Alt tarafı biraz mizah yapmış. Fikir özgürlüğü denen bir şey var hem...’’ Diyebilecek kaç tane demokrat(!) ve aydın(!) vatandaşımız vardır acaba?
Mesela 9. Resimde Atatürk’ü bir horoz gibi ve oldukça çirkin çizen karikatüre hiç tepki gösterilmemiş. Çünkü o karikatürde Atatürk, kendisine muhalefet eden Yunus Nadi’yi kaçırtırken onun avukatı Haydar Rıfat’ı pençelerinin altına almış. Ama 7. Resimdeki karikatürde Atatürk’ün başında silindir şapka ve elinde bir bardak var diye Hükumet, Cumhuriyet Savcıları, Gençlik göreve çağrılıyor.
İşte bazılarının ahlaya oflaya, hatta ağlayarak ’’ Eskiden hoş görü vardı. Sanata ve sanatçıya saygı vardı ’’ dediği günlerde sanat ve sanatçıya, basına böylesine bir saygı, sevgi, hoşgörü ve hürriyet vardı. Ama yine de ’’ Sanatçı, sanatçılığını bilmeli, o ağır yükün sorumluluğunu taşımalıdır’’ deyince ’’Dinozor’’ oluruz.
Velhasılıkelam şu ’’ Dinozor’’ kavramını da enine boyuna masaya yatırmak gerekiyor sanırım. Fikir özgürlüğü nedir, mizah nasıl bir şeydir anlayalım ki yanılıp da dinozorlaşmayalım değil mi?
Yazılan ve söylenen her şey - ne olursa olsun- fikir özgürlüğü ise hiç bir şeye ağzımızı açmayalım. Yok ’’Hiç kimse bir devletin başkanına hakaret edemez’’ Diyorsak ’’ Sanatçıdır. O söyler. Saygı duymak gerekir. Hoşgörü ile karşılamak gerekir. ’’ diye savunmaya geçmeyelim.
Daha da özet olarak: Çifte standartlı olmayalım hiç bir zaman.
YORUMLAR
Değerli hocam, Mimar Sinan ile ilgili şu anekdotu hatırlayalım: İnşa ettiği bir minarenin altında birileriyle konuşurken, çevredeki çocukların "Sinan'ın minaresi eğri!" dediklerini işitmiş...
Mimar Sinan çocuklara yaklaşmış, onlar gibi minareye bakıyor gibi yaparken, "Hakikaten de öyle! Doğru söylüyorsunuz çocuklar. Haydi, birlikte doğrultalım!" deyip, bir urgan getirmiş... Çıkmış minareye, urganın bir ucunu bağlamış, bir ucunu da yere bırakıp, aşağıya inmiş...Sonra, çocuklarla birlikte çekiştirmeye başlamış urganı... Nihayet, "Tamam mı, çocuklar, minareyi doğrulttuk mu?" demiş... Çocuklar da, "Tamam! Şimdi doğrulttuk minareyi!" diye sevinmişler...
Oradakiler, "Neden böyle davrandın ya Sinan?" dediklerinde ise, koca Mimar:
"Siz de bilirsiniz ki, söyleyenin kim olduğuna, ne amaçla söylediğine, ne haldeyken söylediğine filan bakmazlar, söyleneni olduğu gibi-Daha doğrusu kendi algıladığı gibi-tekrar ederler ve şimdi bu çocukların minarenin dibindeyken uğradıkları göz yanılmasını hiç akıl edemeden konuşurlar, konuşurlar, konuşurlar..."
Değerli hocam, halk da dediğimiz avam her ne kadar değerlerin taşıyıcısı, öznesi gibi görünse de, değerler için de en büyük tehdit unsurudur...
Meğer ki, tarihsel-toplumsal sürecin nesnelliği gerçekçilikle değerlendirilsin, söz konusu tehdit minimuma indirilebilsin...
Dolayısıyla, dün yapılanlarla bugün yapılanlar bir paranın iki yüzü gibidir ve siz de bu yazınızla bu gerçeği çok isabetli ifade etmişsiniz...
Selam ve saygılarımla.
Okudum,farklı noktalarda eleştiriler haklı özgürlüklere sahip çıkalım ama bu özgürlükler ne Mehmet Akifin nede Tayyip nede,M.K ATATÜRK ÖZGÜRLÜKLERİ olmasın evrensensel(dillerden,dinlerden,ırklardan,
politikacılardan uzak gerçek özgürlük,özgürlükte medeniyetlere örnek olmak lazım,onu eleşetir ,bu şunu yaptı,şu şunu yaptı değil,basın özgürdür sansür edilemez,insanlar barışçıl olarak kimseden hiç bir merciden izin almadan fikirlerini açıklayabilir ve bunun için izin almadan barşçıl gösteri yapabilir ve kendi gibi düşünenleri davet edebilir şiarımız olmalı,)değerler olsun,ikinci nokta Fatih Kanunnamesinde devletin bekası için kardeşler boğdurtuluyor(kundakdaki bebek dahil) şimdi bunu eleştirip olmasın dememelimiyiz,Kuyucu Murat paşanın Anadolu insanını parçalayıp kuyulara attırdığını görüp eleştirip sövmemelimiyiz( iSLAM inancı haksız yere bir insanı öldüren bütün insanlığı öldürmüş sayılır derken inkar edip ecdadımızı eleştirip yapılan zulumlere karşı dilsiz bir şeytan mı olalım)doğrunun peşinden koşup insanı zulumden kurtaracak her şeye destek vermeliyiz,hatasız insan olmaz Osmanlı Padişahlar birer veli değildi,şarap içenler,müptelaları,iamcasını öldürenler,baba katilleri,kardeş katilleri, vardı iktidarlarının bekası için ellerinden gelen ne varsa diğer Avrupa hanedanları gibi yaptılar,zenginlik içinde ,şatafat içinde yaşadılar halkı vergi ödemezse çok sert davrandılar,ECDADIMIZI yönetenler böyleydi karakterlikeri var mıydı tabiki vardı evrensel ahlak normları benimsenmeli halkın üzerindeki totoliter baskı grupları,plütokratlar,oligorklar yıkılmalı evrensel ahlak en yüce ideal olmalı bu evrensel ahlak standar değişmeyen değil ileri ve devamlı gelişen normlardır,selamla.