- 536 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
HENDEK / Doğan Soydan
Sabah erken çıkmıştı evden, hastaneye gelinceye değin saat on oldu. Kayıt numarası aldıktan sonra oturacak bir yer aradı; yoktu. Beş altı yaşlarında çocuğuyla oturan kadının yanına varıp dikildi. Kadının,“Kızım kalk amca otursun,” demesini bekledi ama olmadı. Hemşire, “Kapının önünden çekil!” diye çıkışınca yer değiştirdi. Biraz sonra ayakta durmaktan yoruldu, bacakları sızladı. İçinden,“Hey koca Halil, canını taştan taşa çal, şimdi de böyle titre işte!” dedi.
Sıra kendine gelince kapıyı tıklatıp girdi. Somun yüzlü, elma yanaklı doktor sordu:
—Neyin var amca?
—Neyim yok ki Doktor Bey! dedi, gerisini getiremedi. Astımlı göğsü inip inip kalktı. Daralan nefesini toparladıktan sonra:
—Sarı sıcağın altında hendek kazmak kolay mı? Bu rezil canı daha ne kadar sürükleyeceğim, bakalım!” diye söylendi.
“Hendek,” sözünü duyan doktor kuş gibi ürktü. “Ne, ne diyorsun! Sen hendekçi misin?
—Evet, bir zamanlar öyleydim Doktor Bey.
- Desene ben vatan hainiyim! Çık! Başıma iş açmadan çık git!” diye bağırdı. Halil şaşkın! Hiçbir şey anlamamıştı söylenenden. Bir kusur işlediğini sanarak:
—Dur hemen celallenme Doktor Bey. Benim yıllar önce kazdığım hendek senin başına niye iş açsın ki?” dedi.
Doktor:
—Haaa Anlaşıldı! Demek sen kıdemli bir hendekçisin öyle mi? Yani hendekçi başı… Çabuk çık git! dedi.
Hendekçi Halil titreyen sesiyle:
“Dur hele Doktor Bey dur hele!” diyerek derdini anlatmaya çalıştı ama Doktorun ardı ardına, “Çabuk çık git!” demesi onun konuşmasına izin vermiyordu.
Doktorun zile basmasıyla güvenlikçinin gelmesi bir oldu. Güvenlikçi, bir ayağı kapının içinde bir ayağı dışındayken,
Doktor:
—Bak burada bir hendekçi var! POİ. kaçtı? dedi telaşla.
Güvenlikçi cin gibi adam, belli ki şifreli konuşmaya alıştırılmış. “Bir beş beş Doktor Bey…” deyip gitti.
Güvenlikçi gittikten sonra, Hendekçi Halil, Doktorun masasına biraz daha yaklaştı:
— Doktor Bey’im, ben içeri girince ne güzel konuştundu. "Neyin var amca" diye sordundu. Ben de, "Neyim yok ki her yanım sızılıyor," dedimdi. Allah’ı seversen söyle, ne oldu ki birden celallendin, hangi sözüm seni ürküttü? Yaşça ben büyüğüm ama yolda sen büyüksün, saygım var. Farkında olmadan kusur ettimse hoş gör, kusurumu görme… Bak, göğüs kafesim iyice daraldı, içindeki kuş ha uçtu ha uçacak. İnan ki ayakta durmaya mecalim yok Doktor Bey, diye dil döküyordu.
—Doktor: Sen ne halt ettiğinin farkında mısın? Utanmadan bir de itiraf ediyorsun; vatan hainliği marifetmiş gibi… Sizin açtığınız o hendekler bu aziz milletin başına ne belalar getirdi biliyor musun? Ne canlar gitti ne ocaklar söndü!
Doktor, masadaki sürahiden bir bardak su doldurdu, ağzını çalkalayıp yandaki lavaboya püskürttü. O, ağzını çalkalayıp suyu püskürtürken, Hendekçi Halil, uykudan yeni uyanmış da gördüğü korkunç bir rüyayı anımsamış gibi Doktora dik dik bakarak:
—Dur hele duuur! Sen beni Doğu’da hendek açan o teröristlere mi benzettin yoksa? Yazıklar olsun sana Doktor Bey yazıklar olsun! O kadar mektep okumuşsun ama kafan cahil kalmış. Bir baksana bana! Her yanım sızılıyor, benden terörist olur mu? Ben derdimle cebelleşirken sen neler düşünüyorsun! O hendekleri açanların da açtıranların da elleri kırılsın! Ama ben akılsızın biriyim! Güvenlikçiye, “POİ kaç?” dediğinde anlamalıydım. “Bir beş beşmiş…” Aferin vallahi! Ne güzel üstü örtülü konuşuyorsunuz. Beni polise ihbar edeceksin he mi? Yazıklar olsun sana!” diyerek kapıyı çarpıp çıktı. Tavana asılı yeşil EXİT yazısının gösterdiği ok yönüne doğru giderken başını bir sağa bir sola çeviriyor, kendi kendine söyleniyordu:“Ben ne dertteyim o ne dertte! Ulan ben terörist olsam buraya gelir miydim? Dağlarda çadır hastanesi açardınız da hepiniz ayağıma gelirdiniz; hem de tıpış tıpış gelirdiniz!”
Öfkeden ağzına köpük yığılan Hendekçi Halil’i gören bir kadın, “Sakin ol emmi sakin ol!” diyerek elindeki su şişesini ona verip uzaklaştı.
***
Hendekçi Halil, çarşının bu ucundan öte ucuna doğru dalgın, üzgün, yavaş yavaş yürüyordu. Az önce hastanede yaşadıklarını düşündükçe başını bir o yana bir bu yana çeviriyor, sövüp sayıyordu. Astım hastalığından dolayı nefesi daralmış, alnı boncuk boncuk terlemişti. Bu rahatsızlığının sigaradan kaynaklandığını bildiği halde, her zaman, “celladım,” dediği paketten bir sigara çıkardı. Ceplerini karıştırdı kibrit, çakmak yoktu. Sigarayı parmaklarının arasına aldı. Akasyaların gölgesine sığınarak dalgın, üzgün yürüyordu. Çarşı camiinin minaresinden metalik ama yanık bir ses yankılandı; cuma salası okunuyordu. Ölmüşlerini anımsadı, duygulandı. “yalan dünya…” dedi. Sonra ne düşündüyse, sözü değiştirdi, “kahpe dünya,” dedi. Sigara içen biriyle karşılaşırsa ateş isteyip kendi sigarasını yakacaktı. Epey yürüdü ama sigara içen birine rastlamadı. Derken, lokantadan çıkan takım elbiseli, kırmızı kravatlı genç biri sigara yaktı. Hendekçi Halil’e doğru geliyordu. Hendekçi Halil, bu kırmızı kravatlının yolunu kesti:
—Çükünü yediğim, ataşı ver de şu cuvaramı yakayım, dedi.
Kırmızı kravatlı genç adam, Hendekçi Halil’in yüzüne ters ters bakıp yürüdü. Adam yerine konulmamak ağrına gitti Hendekçi Halil’in. Bir kez daha, “Kahpe dünya!” dedi, tükürdü.
Sabahtan beri karşılaştığı terslikleri, “Hayırdır inşallah!” diyerek geçiştirmeye çalıştı. Kendine güveni olmayan birinin görüntüsü vardı yürüyüşünde; boynu kısaltmış, beli kamburlaşmıştı.
—İşte böyle Hendekçi Halil… Kurt kocayınca köpeğin maskarası olurmuş diyenler boşa söylememiş. Sen de Doktorun, kırmızı kravatlının maskarası oldun ya! Deli Doktor neyse de torunum yaşındaki şu kırmızı kravatlıya ne demeli… Adam yerine bile koymadı beni, diye düşündü, boynu biraz daha kısaldı, beli biraz daha büküldü.
Yakamadığı sigara elinde yürürken, ansızın iki el, mengene gibi yapıştı iki koluna. Baktı, iki polis…
Hendekçi Halil: “Nereye kardeşim, suçum ne benim?” dedi. Bir yandan da, “hendek” sözünden korkan doktoru düşünüyordu. “Korkak herif yapacağını yaptı yine! Vatandaş ölmüş yanmış umurunda mı?”
Hükumet konağına doğru yürüdüler.
Tekrar:
—Suçum ne kardeşim, nereye götürüyorsunuz beni?”
—Sağındaki polis: “Savcı Bey’in emri…” dedi,
Hendekçi Halil:
—Ben bu yaşıma kadar hükumet kapısından girmemiş, sabıkasız bir adamım. Savcıyla, hakimle işim olmaz benim. O deli doktor beni yanlış anladı, dedi; bir yandan da Savcının yükleyeceği suçları düşünüyordu:
*Örgüt kurmak, örgüte üye olmak,
*yardım yataklık etmek,
* Hendek kazmak,
Bunları düşününce çocukları gözünün önüne gelip dikildi."Gün görmemiş yavrularım! dedi gönlünden, sonra da seslice, “Vay anam vay!” diye inledi. Yürürken sanki dizinin bağı çözülmüş gibi zorlanıyordu.
Kapısında, Cumhuriyet Savcısı yazılı odaya girince, polisler, “Şahsı getirdik efendim,” deyip çıktılar. Savcı daha bir şey sormadan, o, “Efendim ben hükumet kapısı görmemiş, sabıkasız bir adamım. O deli doktor beni yanlış anladı!” dedi. Halil’in ayakta durmakta zorlandığını gören Savcı yer gösterdi, “otur,” dedi; bir yandan da bıyık altından gülüyordu. Savcının bıyık altından güldüğünü görünce Hendekçi Halil biraz rahatladı.
—Adın ne senin?
— Efendim, adım Halil Taşkıran ama bana Hendekçi Halil derler.
— Peki Hendekçi Halil, nasıl olur da sen bir savcıya çarşının ortasında, ‘çükünü yediğim’ dersin hem de ateş istersin? deyince, Hendekçi Halil derin bir nefes aldı.
“Hımmm! demek bunun için getirmişler…” diye düşündü, korkuları dağıldı.
— Sizin Savcı olduğunuzu ben ne bileyim efendim, alnınızda yazmıyor ki! Baktım karşıdan efendi biri geliyor. Efendi adamlar olgun olur, hoşgörülü olur, diye düşündüm, istedim. Bir de çok dalgındım Savcı Bey’im, kusuruma bakmayın, dedi.
Savcı, makam koltuğundan kalkıp pencere önündeki küçük masaya geçti. “Gel otur da anlat bakalım, niçin dalgınsın? Geçerli bir mazeretin varsa affedeceğim, yoksa atarım içeri(!)
Hendekçi Halil, hem doktorun ‘hendek’ sözünden nasıl korktuğunu anlatıyor hem savcının tepkisini yoklamaya çalışıyordu:
— Adam, “hendek,” sözünü duyunca çıldırdı, beni kapı dışarı etti. Ağrımı sızımı içime gömüp hastaneden kaçtım Savcı Bey’im.
- Peki, Doktoru korkutan o hendekler neyin nesi, ne düşünüyorsun?
-Efendim ben ne deyin; aşağı tükürsem sakal yukarı tükürsem bıyık... Ölen de insan öldüren de... Bir kardeş kavgası ama yarası derin oluyor.
— Sen bu hendek işine bulaşmasan sana Hendekçi Halil demezler. Demek ki var bir bit yeniği…
—Müsaade et anlatayım Savcı Bey’im, vallahi bit yeni falan yok, müsaade et anlatayım.
Hendekçi Halil’in korkusunu, telaşını gören Savcı, yumuşak bir ses tonuyla:
— Anlat dinliyorum, dedi.
Hendekçi Halil, konuyu, bir zamanlar Çukurova’da geçen eski ırgatlık günlerine götürdü:
—Efendim, eskiden biz Çukurova’ya çalışmaya giderdik. O zamanlar traktör az, şimdiki gibi kepçe, dozer falan yoktu. Koca Çukurova’nın toprağı bizim elimizden, sırtımızdan geçerdi. En çok da çeltik, pamuk ekilirdi. Bunun ikisi de bol su ister. Sulamak için hendek gerek; hendek açmak için de amele gerek, ırgat gerek… Bizler baharın ucu çıkınca soluğu Çukurova’da alırdık ta kırağı düşünceye değin… Yazı yaban ırgat dolardı, amele dolardı. O koca Çukurova’yı parsel parsel böler adam boyu hendekler açardık. Biz kazdıkça toprak güler, suladıkça pamuklar, çeltikler coşardı. O zamanlar gençtim, kuvvetliydim; iki adamın iki günde yaptığı hendeği ben tek başıma bir günde yapardım. Onun için bana Hendekçi Halil derler.
Hendekçi Halil bunları anlatırken, Savcının da Çukurovalı olduğunu, memleket öyküsünü keyifle, özlemle dinlediğini bilmiyordu.
Gün ikindiye dayandı, kalkıp gitmeye yeltendi. Savcı kolundan tutup oturttu. “Çukurova’da yaşayıp da unutamadığın bir olayı anlatırsan seni serbest bırakacağım, yoksa bir savcıdan ateş istemenin,‘çükünü yediğim demenin cezasını çekersin,” dedi. Bunu söylerken bıyık altından güldüğünü gören Hendekçi Halil de güldü.
—Efendim, biz Çukurova’da hendek açarken kimi ağalar paramızı vermezdi yada az verirlerdi. O zamanlar Adana’da çınar gibi iri bir adam vardı, Büyüksaat’in orada arzuhal yazardı. Ağalar paramızı vermeyince gidip derdimizi ona anlatırdık. Engin gönüllüydü; amale demez ırgat demez derdimizi dinler, sonra da bir arzuhal yazıp elimize verirdi, para bile almazdı. Öldüyse ruhu şadıman olsun! Arzuhali gören ağa, mahkeme kapısına gitmekten korkar, paramızı hemen verirdi.
Efendim, tam kırk yılımı verdim Çukurova’ya. Toprağını sıksanız terimiz akar. Sonra Kepçeler, dozerler çıkıp da traktörler çoğalınca ırgatlık bitti, köye hapsolduk. Yarı aç yarı tok, derdimizle cebelleşir dururuz. Şükür ki köyümüzde o arzuhalci gibi iyi bir öğretmenimiz var. Her akşam yaşlıları, gençleri okula toplayıp kitap okuyor. Çukurova’nın ağalarını, ırgatlarını, eşkıyalarını anlatıyor. Hele de son okuduğu kitap sanki bize bizi anlatıyor! Onun için her akşam koşa koşa gidiyoruz okula. En son, “İnce Memed, Abdi Ağa’nın yeğenini öldürdü, Abdi Ağa’yı da yaraladı. Abdi Ağa ise, yeğenini Hatçe’nin öldürdüğünü ileri sürüp onu hapse attıracaktı.
Hendekçi Halil bunları anlattıktan sonra keyifli güldü, "Eğer Savcı Beyim beni serbest bırakırsa doğru okula gideceğim. Bakalım İnce Memed ne oldu, Abdi Ağa ne yaptı, Hatçe Hapse girdi mi?..
Hendekçi Halil sözünü bitirince, Savcı, çekmeceden bir kitap çıkardı. Arka kapağında krem rengi pardösülü, siyah gözlüklü bir fotoğraf vardı. Fotoğrafı göstererek, “Bu adamı tanıyor musun?” dedi. Hendekçi Halil uzun uzun baktı, gözünden birkaç damla yaş döküldü akçıl sakalına. Kalkıp kapıya doğru yürüdü. Savcı, “Hani sen bir olay anlatacaktın,” dedi.
***
Burası bu genç Savcının ilk görev yeriydi. İlçe küçük olduğundan fazla iş olmazmış. Söyleşmek için Hendekçi Halil gibi birini ararmış meğer.
Hendekçi Halil, Savcının ısrarına sevindi. "Adam yerine konulmanın" sevinci parlıyordu gözlerinde:
—Efendim, biz Çukurova’ya giderken bir küreğimiz bir de ince yorganımız olurdu. Yorganı dürüm yapıp küreğin sapına takar omzumuza atardık. Bizi gören herkes Çukurovacı olduğumuzu bilirdi. Bazen iş bulamaz, aylarca handa yatardık. Bir seferinde Yanımda Karaca Ahmet adında bir hemşerim vardı; aynı köyden… Bir ay iş bulamadık. Para pul yok, aç, perişanız. Bir gün oluktan akmış gibi yağmur yağıyordu. Hanın bir köşesinde uyuşuk uyuşuk yatıyorduk. Hancı bizi çağırdı. Vardık kapının eşiğine. Basık ökçe kunduralı, fötr şapkalı bir adam; üzgün olduğu belli... “Babam öldü, bu yağmurda mezarcı bulamadık, siz deşer misiniz?” dedi. “deşeriz,” dedik. Pikaba binip bir köy mezarlığına vardık. Yağmurun sicim gibi yağması işimizi kolaylaştırdı, toprak gevşemiş... Mezarı iki saatte deştik, bir de lahit yaptık ama ölünün başı hangi tarafa gelecek, bilemiyoruz. Ben, “Şu taraf olacak,” dedim, Karaca Ahmet itiraz etti, “Bu taraf olacak,” dedi. Yanlış yaparsak günah olur diye korkuyoruz. Zaten yorulmuşuz, ıslanmışız, acıktık da… Mezarı iki saatte deştik ama bir saat de “Başının hangi tarafa geleceğine” karar veremedik Savcı Bey… Bilirsiniz, acıkan insan öfkeli olur. Öyle öfkelendik ki mezarın içinde yumruk yumruğa giriştik! O bana vuruyor ben ona… Belki yarım saat boğuştuk. Yüzümüz gözümüz kanadı, elimiz ayağımız yara bere içinde. Derken, mezarlık yolundan kara bir cip gelip durdu. Cipten inen beyaz şalvarlı bir adam yanımıza geldi; o köyün ağasıymış. “Niye dövüşüyorsunuz, hem de mezarın içinde? Ayıp, günah!” dedi. O zaman genciz tabi… “Emmi, ben diyorum ki ölünün başı bu tarafa konulacak, o diyor ki bu tarafa olacak! İkimiz hemşeriyiz, aynı köydeniz emmi. Şu halimize bak!” dedim. Ağa, nerelisiniz? dedi. Benden önce Karaca Ahmet konuştu: “İkimiz de Maraş’ın köyündeniz ağam; aynı köyden,” dedi. Ağa bir bana bir Karaca Ahmet’e baktı: “Ulan hergeleler, başını kıçını ne yapacaksınız! Onu ölünün sahibi düşünsün, size ne! Siz paranızı alın keyfinize bakın,” diye öfkelendi. Biraz sonra cenazeyi getirdiler. Paramızı aldık, keyfimize baktık (!) Nasıl keyifse…
Hendekçi Halil anlatırken, Savcı bir yerde neşeleniyor, gülüyor bir yerde hüzünlenip düşünceye dalıyordu.
Hendekçi Halil kapıdan çıkmak üzereyken Savcı, "Hendekçi Halil..." diye seslendi gülerek. Elini Hendekçi Halil’in omzuna koydu, ‘Fakirin keyfi öyle olur,” dedi. Çekmeceden çıkardığı o kitabı uzattı; “Bunu eve götür torunların okusun,” dedikten sonra bir paket sigara bir de çakmak verdi. “Giderken yolda içersin, ama bir kibrit çöpü için kimsenin çükünü yeme…” dedi.
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.