- 732 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
İki Sakar Dağcının Dışında Herkesin Hikayesi
Sanayi devriminin üzerinden 2-3 yüzyıl geçmiş. Gökyüzü sigara markasını değiştirmiş mesela. Artık fabrikaların büyük, metal bacalarından çekiyor içine dumanı. Ee efkarı büyük. Çoktan geçti dizleri yaralı çocukluk yıllarını. Gökyüzü, düşmüyor artık...
-Bak yine ayağı takıldı, şu yolu buraya kim koydu-
Sizce bay Dickinson karısını çok mu seviyordur? Sıradan bir 1920 yılı günüydü. Yine bayan Dickinson düşüyor ve yine bay Dickinson onun kanayan yerlerine pansuman yapıyordu. Karısının bu durumuna çok içerlenen Earle E. Dickinson düşünüyor, taşınıyor ve günümüzde dahi halen kullanılan pratik yarabandını icat ediyor. Belki de sürekli kaza geçiren karısının mızmızlanmalarından bıkmıştır, kim bilir...
-En güzel ben severim ve yarabandı en çok onun yaralarına yakışır-
Bulutlar yine salkım saçak ve yaşamın rengi kızıla çalıyor. Bakmayın bana, işte bilindik akşam saatleri. Etrafımda, sanki ben durursam dünya dönmekten vazçecekmişcesine çizmeye devam ettiğim küçük çember ve ayaklarım altında ezilen, ezildikçe rengi çıkan mor bir üzüm gibi gün. Uzanmış boylu boyunca, ağaç dallarının bittiği yerden uzuyor; ezik, basık, yorgun ve de son derece eskimiş lakin hoş kokulu...
-Ama onun uykusu yok ay, biraz geç mi doğsan bugün-
21. Yüzyılın birinci çeyreğindeydik onunla karşılaştığımızda. Fakat düşünüyorum da ikimiz de birinci dünya savaşına katılmışken, kavimler göçüğüne ve Hz. Adem’in acılar içinde Hz. Havva’yı aradığına şahit olmuşken ne kadar ’yeni tanışmış’ olabiliriz ki? Ortak bir şey var aramızda; şu bu diyemem, dememi istemeyiniz, aramızdaki şey koca bir insanlığın kendisidir. Derken sakın kolaya kaçmak için böyle söylediğimi düşünmeyin, gerçekten öyledir. Onu ve aramızı uzun uzun anlatacağım, fakat beni merak etmeyin. Dünya mesela, mars ya da uranüs, hepsi güneşten alır ışığını. Yoksa görünmezler bile, anlıyor musunuz? Ben çemberimin sınırlarını yineliyorum, gezegenim ona yöneliyor, parlıyorum.
-Varoluşumun amacı değil onu sevmek, bizzat sebebi.-
Bilir misiniz? 21. yüzyılda ölmek fevkalede zordur. Lakin ölüler bilmez. Mesela tek derdi koca göbeğini doyurmak olan şu bey amca bilmez. Her zaman poşetleri dolu ve cüzdanı şişkindir yine de hep acelesi vardır. Bakmayın bey amca dediğime, kravatı bile kendisinden beydir ve bundandır ki yine kravatına hürmet edilir. O ölümden hiç korkmaz çünkü zaten ölüdür ve muhtemelen ölüm onu aniden bulacaktır çünkü o ölümü hiç istemeyecektir. Dediğim gibi, yirminci yüzyılda ölmek en çok ölmemiş olanlara zordur ve yaşıtları oyun oynarken mendil satan, çaldığı melodikanın sesinden başı ağrımış çocuğun önünden; göbeği kendinden, bencilliği göbeğinden de büyük adamın öylece geçip gideceği yüz kilometre öteden belliyken, son ana kadar bir umutla yüzüne bakan bir kız var. İşte ben o kızın gözlerinde kolayca ölebileceğimi düşünüyorum. İçim bir nebze rahat...
Of! Boşa konuşuyorum. Tabiki cebindeki son parayı da çocuğa verdi! Anlattıklarıma bir anlam veremiyor musunuz? Afedersiniz, benim hatam. Onu izlerken düşüncelerimin kontrolü benim elimde değil. Beni dinlemeye hala devam ediyorsanız filmi biraz geri saralım. Nasıl tanıştığımızı anlatmayacağım, belki başka zaman. İnsanlık tarihinden dem vurmayı da düşünmüyorum, hem, bizi bu kadar bilmeyin. Saçlarından basetmek istiyorum mesela.
Sabahları sarıya, akşamları kızıla daha yakın olan bakır renkli, lüle lüle, omuzlarından dökülen ve fazla da uzun sayılmayan saçlarından. Geçen yaz kestirmeseydi şimdi sırtının ortalarında olurdu. Kısacık kestirdi. Ah o zaman ne üzülmüştüm! Kederimi görmeliydiniz. Ama şimdi uzadılar, eskisinden de güzel, parlak şimdi. İlk gördüğümde ise sımsıkı bir örgünün içindeydi bu saçlar. Kader benim ayağıma takılmıştı ve ben de onun saçlarına içine düşmüştüm. Öyle zor bir pozisyondu ki, ben baş aşağı ve tüm vücudumla uçurumun boşluklarını selamlarken, incecik bileğiyle beni çektiğinde, tüm kış spor salonunda şişirdiğim kaslarımdan da, kocaman vücudumdan da utanmıştım.
Benim hayatımı ilk kurtarışı işte böyle oldu. Bembeyaz elleri ve bilekleri nasıl kızarmıştı öyle! Sürmesi için krem uzattığımda kaşlarını hızla çatmış ve şöyle demişti:
"Bu kızarıklıklar birazdan geçer. Peki siz dağcı beyfendi hep böyle aptalca mı davranırsınız? Ya ayağım kayarsa diye hiç bir önlem almaz mısınız? Bu kadar dik ve dar bir yokuşta ceylan gibi seke seke yürüyorsunuz. Ne karabinanız var ne perlonunuz! Kemerinizi de takmamışsınız..! Siz dağcılık derslerini pazardan mı aldınız Allah aşkına! Ya ben olmasaydım!"
Düğünümüzü aynı dağın eteklerinde yaptık. Uçurumu arkamıza alıp gülümsedik. Allah’tan Hande’nin dayısının oğlu nikah memuruydu, yoksa zordu başka birini şehir merkezine tam 200 km uzak bir yere getirmemiz. İkimizde işsiz güçsüz sayılırdık. Ama mutluyduk. Birkaç ay düzenli çalışıp para kazansak da, onu takip eden aylarda seyehat aşkımız yüzünden o parayı harcıyorduk. Bu yüzden hiç bir zamam bir evimiz olamadı. Kiracılık da bize göre değildi, ya ev sahipleri tarafından kovuluyorduk ya da biz sıkılıp gidiyorduk. Sonra bütün bu kurulu düzen girişimlerinin bizi yorduğunu, hatta aramızı dahi açtığınını anladık. Çünkü ikimiz de yapamazdık, böyle bir hayat bize göre değildi, sıkılırdık. Annemiz, teyzemiz gelince mutlu olsun diye istemediğimiz bir hayatı yaşayamazdık ki? Hande, annemin börekler açan, perdeleri kar beyaz gelini olmaya çalıştı bir süre. Ben de Semiha teyzenin evine ekmek getiren, mesaisi belli tatili belli memur adamı olmaya çalıştım. Ama sonra yine taktık sırt çantalarımızı, atladık benim karavana. Karavan artık bizim evimizdi, yuvamızdı. Başka yerde barınamazdık.
Ben eskiden de sakardım ama ondan sonra iflah olmaz bir sakar oldum. O da her seferinde tutup kaldırdı beni düştüğüm yerden. İncecik bilekleriyle. Hayatımı o kadar çok kurtardı ki... Saysam inanmazsınız. Yine de deneyeyim, belki inanırsınız. Tam 3 sefer daha dağda düştüm. Birinde kafamı, birinde ayağımı kırdım. Ayağımı kırdığımda bana aylarca o baktı. Evimize ekmek o getirdi. Kafamı kırdım dedim ya, gerçekten kırdım. Beyindeki bazı dokular mı ne zarar görmüş, Hande’ye sorsanız tıp dilindeki adını, ne sıklıkla görükdüğünü falan hep sayar döker size. Benim bunca hastalığım kadını tıpçı yapacaktı az kalsın. Neyse işte, kafayı kırdığımda da hafıza gitti benim, tabii geçiçi süreliğine demiş doktor, bir aya kalmaz yerine gelir. Ama Hande bu, dayanamaz ki onu hatırlamama. Bir ay boyunca ağladı, istinasız her sabah, fotağrafları yığdı kucağıma, başladı anlatmaya. Ara ara hatırlamıyorum diye dayak bile yedim. Hasta halimde. Ama neme lazım, ondan başkası çekmezdi kahrımı. Annemin doğum günleri, anneler günleri... o günlerde de hayatımı kurtaran o oldu,dedim ya, hayatımı hep o kurtardı. Ben de bir kere öldüm.
Ben de bir kere öldüm... Onun için... Dramatik bir hikaye olsun istemezdim, sizi üzmek istemezdim. Belki birkaçınız sinirlendi, birkaçınız küfür ediyor.
"Hadi be ordan..! Yeşilçam’a bağlamasanız olmuyor..!" Haklısınız. Hande’yle biz de çok gülerdik dizi mizi izlerken. İlla sonunda biri ölecek mi, pehhh... derdik.. Ama ölüm bu, takdiri ilahi. Şimdi Hande hiç gülmüyor öyle dizilere. Zaten Hande artık dizi izlemiyor. Dağa da çıkmıyor. Annesinin yanına taşındı. Benim karavanı sattı geçen hafta, ben öldükten 5 ay sonra, biraz borcumuz vardı, yarısıyla onları ödedi, yarısını da çocuk esirgeme kurumuna bağışladı. Küçüktü zaten karavan, öyle fazla da etmedi. Bağış yaparken bir şey istedi, bana da burada bir iş verin, dedi. Şimdi tek mutluluğu bu işi. Orada neler neler yapmıyor ki.
Benden sonra o da sakarlaştı. Ayağı hep aynı yerde takılıyor. Bebek giysileri satan küçük bir dükkanın önünde. Eli kanıyor.. çantasından yarabandıyla kalonya çıkarıyor. Önce kalonya damlatıyor, mikrobu kanasın diye. Sonra yarabandını takıyor. Allah gani gani rahmet eylesin, Dickinson amca, diyorum içimden. Ben onun açık yarasına bakmaya dayanamam ki, gönlüm sancır. Kolanyayı bulan adamın adını bilseydim, ona da teşekkür ederdim. Neyse, zaten o da bu hikayeyi okuyamaz sanırım. Az sonra sahile iniyor, bir banka oturuyor.
Çantasından bir sigara çıkarıyor. Uzaktaki fabrika bacalarının dumanlarını izliyor. Her seferinde daha derin çekerek sanki onlarla yarışıyor. Ağzından çıkan dumanlar o lüle lüle, saraydan çıkma bir kadınınkilere benzeyen saçlarıyla öyle tezat ki. Tam bitmeden söndürüyor, çöpe atıyor. Biliyorum, aslında o da sevmiyor.
Kalkıp yürüyor. Evin yolunu tutuyor. Az sonra müdürünü görüyor. Çalıştığı çocuk esirgeme kurumunun müdürünü. Müdür onu görmüyor. Az sonra adamın karşısına küçük bir çocuk geliyor. Mendil alır mısınız, diyor. Öyle tatlı ki. Müdür azarlayıp yanından kovuyor. Az sonra benimki gidiyor çocuğun yanına. Ondan kendisiyle ve ailesiyle ilgili bilgiler alıyor. Ertesi gün çocuk elinde müdüre gidiyor, dün hiç bir şey görmemiş ki, müdürden yardım istiyor. Müdür utanıp kızarıyor, kızarıp bozarıyor... Günler onun için böyle akıp gidiyor... Ben mi bu hikayenin neresindeyim? Size demiştim, ben bizim hikayemizi anlatmayacaktım ki..! Mendil satan çocuğun hikayesi bu, denizin hikayesi ya da fabrika bacalarının hikayesi. Belki de dağın yamaçlarının rüzgara fısıldadığı bir hikayedir. Belki de gerçek değildir. Belki de biraz değiştirilmiş, biraz abartılmış bir hikayedir. Belki de hikaye bile değildir..
✒Nida
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.