- 1060 Okunma
- 5 Yorum
- 1 Beğeni
Kadere inanmayan Allah'ın birliğine inanır mı?
“Eşyadaki varlık nuru eşyaya taallûk eden ilmin nurunu gerekli kılar.” 29. Lem’a’dan…
Ebubekir Sifil Hoca’nın, İslamî Bilincin İhyası kitabında, Hz. Mu’âviye’ye (r.a.) ehl-i sünnetin istikametli bakışını izah sadedinde yaptığı bir alıntı var. Vekî’ b. el-Cerrâh’a atfen İbn Asâkir’in Târihu Dimaşk’ta naklettiği bu söz şöyle: “Mu’âviye, kapının halkası mesabesindedir. Onu yerinden oynatanı, ondan daha yukarıdakilere kastetmekle itham ederiz.”
Devamında diyor ki Ebubekir Hoca: “Sahabe hakkında ‘gözden çıkarılabilecekler listesi’ tasarlayıp, Hilafet’i Saltanat’a dönüştürme sürecinde saltanatı boyunca ortaya koyduğu icraatlar konusunda tarih kaynaklarının yer verdiği birtakım nakillere istinaden Hz. Mu’âviye bu listenin başına yerleştirildiği zaman arkası çorap söküğü gibi gelecektir.”
Bu ’çorap söküğünün’ sergüzeştisinin nasıl olabileceğini de detaylandırıyor mezkûr kitapta: Önce listenin başında yeralan Hz. Mu’âviye (r.a.), sonra onun tarafını tutan (dolayısıyla ona yapılan suçlamalara ortak) diğer sahabiler, sonra tarafsız kalmayı tercih eden (yine dolayısıyla pay sahibi) sahabiler, sonra Hz. Mu’âviye’den (r.a.) bağımsız olarak Hz. Ali’yle (r.a.) anlaşmazlık yaşamış diğer sahabiler… Suçlamaların/ithamların, gözden çıkarılacaklar listesinin, önü alınamaz bir şekilde böyle devam edip gideceğini söylüyor haklı olarak. Yani, tabir-i caizse, dansa yanlış ayakla başlayanın, ilerisinde de rezillik çıkarması kaçınılmaz oluyor. Yeter ki kapının kulbuna dokunma cür’etini kendinde bulsun.
Sahabenin büyükçe bir kısmını böyle ’güvenilmez’ kıldıktan sonra İslamî kaynakların uğrayacağı güven problemini varın siz hayal edin. Kanaatimce: Akaidle ilgili her meselenin böyle bir yanı var. Yani, dansa yanlış ayakla başlamak gibi, silsile şeklinde bütün sistemi etkiliyor akaidle ilgili yanlış duruşlar. Küçümsemeye veya ’O kadarcık kusur kadı kızında da bulunur canım!’ demeye gelmiyor. Ebubekir Hoca’nın belirttiğine benzer bir endişeyi Bediüzzaman’ın da ’imanın altı rüknü hakkında’ belirttiğine şahit oluruz Meyve Risalesi’nde:
“Neden bir cüz-ü hakikat-ı imaniyeyi inkâr eden kâfir olur ve kabul etmeyen Müslüman olmaz? Halbuki, Allah ve âhirete iman, birer güneş gibi o karanlığı izale etmek lâzım geliyor. Hem neden bir rükün ve hakikat-i imaniyeyi inkâr eden mürted olur, küfr-ü mutlaka düşer ve kabul etmeyen İslâmiyetten çıkar? Halbuki sair erkân-ı imaniyeye imanı varsa, onu küfr-ü mutlaktan kurtarmak lâzım geliyor.
Elcevap: İman, altı rüknünden çıkan öyle bir vahdânî hakikattir ki, tefrik kabul etmez. Ve öyle bir küllîdir ki, tecezzî kaldırmaz. Ve öyle bir külldür ki, kabil-i inkısam olmazlar. Çünkü, herbir rükn-ü imanî, kendini ispat eden hüccetleriyle, sair erkân-ı imaniyeyi ispat eder. Herbiri herbirisine gayet kuvvetli bir hüccet-i âzam olur. Öyle ise, bütün erkânı bütün delilleriyle sarsmayan bir fikr-i bâtıl, hakikat nazarında birtek rüknü, belki bir hakikati iptal edip inkâr edemez.”
İşte, ben de, alıntıladığım endişelerden hareketle kaderin inkârını savunanları aynı şeyle itham ediyorum. Hatta Vekî’ b. el-Cerrâh’ın sözünü birazcık değiştirerek diyorum ki: “Kader iman kapısının halkası mesabesindedir. Onu yerinden oynatanı ’daha yukarıdakilere kastetmekle’ itham ederiz.” Bu yazımda da, mürşidimin Meyve Risalesi’nin 9. Meselesi’ndeki izah metodunu taklid ederek, erkân-ı imaniye ile kaderin arasındaki ilişkiyi göstermeye çalışacağım. Tevfik Allah’tan. Ve hamd yalnızca Ona.
Kadere iman ile ’nasıl bir Allah’a iman ettiğimiz’ arasındaki ilişkiyi, serinin önceki yazılarında kısmen ifade etmeye çalışmıştım. Katkı olarak diyebilirim ki: Kadere iman tevhide imanın bir gereğidir. Eğer siz tevhide imanı ’herşeyi yaratanın o olduğuna iman’ olarak anlıyorsanız (ki tevhid özetle bunu ifade eder) o zaman, yalnız mekana değil, zamana yayılmış hilkatlerin de tümünü ona vermek zorundasınız. İkinci bir ilahtan, kalbinizdeki iman gereği, bahsedemezsiniz. Bu bahsedemeyiş Allah’ın zatına layık şekilde bütün isimlerini/sıfatlarını da kapsar.
Bunu bir kenarda tutun. Daha evvel bir yazımda da izah etmeye çalıştığım, ’bizim bilişimizle Allah’ın bilişi arasındaki farka’ gelelim buradan. Çünkü tevhid tam da bu zeminde herşeyin dengesini değiştiriyor. Allah’ın bilişiyle bilişimiz arasında kurduğumuz yanlış türde bir benzerliğin, subhaniyeti açısından, nasıl bir sorun içereceğini gözler önüne seriyor.
Evet. İnsan, yaratıcı olmadığı için, dilediği/irade ettiği fiileri yaratacak bir ilaha muhtaçtır. Eğer insanı ’kendi fiilerini yaratan’ olarak görmüyorsak, tabir-i diğerle onu küçük bir ilahçık gibi düşlemiyorsak, o halde insan irade ettiği fiileri yaratamaz. Sadece diler ve lütfedilirse kazanır. Bu ’dileyiş ve kisb’ onun sorumluluğunun kaynağıdır. Ancak burada bir nüansa dikkat çekelim: Yaratıcısı kendisi olmaması hasebiyle, insanın, iradesiyle yaratılan fiilerin mahiyetini öğrenmesine de gerek kalmaz. Bediüzzaman’ın misal olarak sıklıkla kullandığı mide ve gıda örneklemesi burada da işimize yarar:
“Zîhayat içinde en eşref ve ihtiyarca en geniş olan insandır. Hâlbuki, insanın, ef’âl-i ihtiyariyesi içinde en hafifi ve en zâhiri, söz söylemesi ve yemek ve içmesi ve düşünmesidir. Hâlbuki, insanın bunlarda dest-i ihtiyarının müdahalesi ne kadar az olduğu, azıcık düşünmekle anlaşılır. Hâlbuki, mahlûkatın en eşrefi olan insanın eli, tasarruf-u hakikîden bu derece bağlı olsa, başka hayvanat ve cemadat, sırf birer memlûktan ve Hâlıkın hesabıyla dönen ve çalışan birer mahlûk-u musahhardan başka birşey değillerdir.”
Yani insanın fiilerinin yaratıcısı olmadığının en zâhir delili, o fiilerin mahiyetlerinden ve işleyiş süreçlerinden bihaber oluşudur. Yemeği ağzına koyan insan, o aşamadan ta hücrelere lazım olan gıdaların gerekli oranlarda ulaşmasına kadar geçen tüm aşamalardan habersizdir. Neler olduğunu ancak uzun araştırmalarla, o da kısmen, öğrenebilir. Dikkat ediniz, ’öğrenebilir’ diyorum. ’Yaratır’ demiyorum. Fiileri yaratan kendisi olmadığından fiilerin mahiyetinin ne olduğunu aklıyla bir derece keşfeder. Sonradan keşfeder.
Gözlemcidir. Bu keşfi bile o fiilin her tekrarlanışında şahidi olma değildir. Ancak özet bir bilgilenmedir. Bu noktada altını tekrar çizmemiz gereken şey: İnsanın ancak Allah’ın yarattığı fiilerin mahiyetini öğrenen pasif bir biliş konumunda olduğudur. Kur’an da bize meleklerin lisanıyla bunun dersini verir zaten: “Senin bize öğrettiğinden başka bilgimiz yoktur.”
Peki, kaderi inkâr edenlerin çamurlu ağzıyla konuşursak, Allah olup olacak herşeyi bilmiyorsa, takdir etmiyorsa, yani bunları aynı bizim gibi (hâşâ) sonradan öğreniyorsa, onları kim yaratmaktadır? Biz, yaratmadığımız fiileri, onları yaratan Allah olduğu için, merakımızla ve aklımızla sonradan öğrenmekteyiz. Nasıl yaratıldıklarını bilmemiz zarurî değildir. Peki, Allah (hâşâ) kendisinden başka kimin yarattığı fiiller vardır ki, onların bilgisini sonradan öğrenecektir de bilişi insanın bilişi gibi sınırlı/sonradan olacaktır? Yani göklerde ve yerde Allah’tan başka bir ilah mı vardır ki, (hâşâ) Allah da onun fiilerinin mahiyetini sonradan bir bilişle “Aaa bak böyle yapmış!” diye öğrenecektir? Tevhide iman ’bilişlerin de tekliğini’ zaruri kılmaz mı?
İşte, kader, tevhidin bir gereği olmaya bu noktada başlar. Herşeyi yaratan Allah olduğuna göre o zaten yaptığını bilendir. Birşeyi yaratmak, ancak bilmenin yaratmaktan önce veya beraber olmasıyla mümkündür.
Kelimelerin kifayet etmediği bu durumu ıstılahta ’ezel’ diye tabir ediyoruz. Birşeyin nasıl yapılacağı bilinmeden o şey yapılamaz. “Yaratan bilmez olur mi hiç?” ayeti bize bunu hatırlatır. Yani herşeyin bilgisi yaratışından öncedir. (Bu ’öncelik’ ve ’birliktelik’ kafanızı çok karıştırmasın. İnsanın sınırlı penceresinden konuşuyoruz. Altını çizmek istediğimizse; ilim, irade ve kudret üçlüsünün birbirinden ayrılmaz oluşudur.) Bediüzzaman’ın ’yapan bilir…’ cümlesiyle dikkatimizi çektiği şey de budur.
İkinci birşey: Unutmayalım. Allah’ın bilişi bizim fiilerimize veya irademize bağlı değildir ve olamaz. Çünkü bizim bilmemizle onun bilmesi arasında niteliksel bir fark var. Biz yaratmadığımız fiilerin mahiyetini bilmeye çalışıyoruz. Bilmesek de yaratılabilir veya yaratılacak olan şeyleri keşfetmeye gayret ediyoruz. Onlardan etkilenerek bizde bir biliş oluşuyor.
Duyularımız, hislerimiz, duygularımız, aklımız… Hepsi bu fiillerden ’etkilenerek’ biliyorlar. Allah ise etkileyerek biliyor. Yani ’yaratarak’ biliyor. Bizi etkileyecek olan fiiller zaten onun yaratışının ürünü. Cenab-ı Hak, kendisinden bağımsız, sonu ne olduğu kestirilemeyen fiiler yaratıp, sonra da onlardan etkilenip (hâşâ) “Aaa bak böyle oldu şimdi!” diye öğrenmiyor. Allah’ın bilişi böyle bir biliş değil. Allah yaratanın bilişiyle biliyor. Biz yaratılanın bilişiyle öğreniyoruz. (Arkadaşım, burası çok mühim, kaçırma.) Bu nedenle, tam da şu noktada Allah’ın ’bilmesinden’ bahsedebiliriz, ama ’öğrenmesinden’ bahsedemeyiz. Onun bilişi öğrenmenin ima ettiği acziyet kusurundan münezzehtir. Subhaniyetinin boyasıyla boyalıdır.
Gördüğünüz gibi bu noktada kadere iman ile Allah’a tevhid ile iman arasında yakın bir bağıntı var. Tevhide ne kadar kemal manada iman ediyorsanız, kadere imanınız da o kadar kaçınılmazlaşıyor. Herşeyi yaratanın o olduğuna iman eden bir mü’minin, herşeyi bilenin/takdir edenin de o olduğunu kabul etmesi kaçınılmaz oluyor. Bu yüzden ben, başta söylediğim gibi, kaderi inkâr edeni kapının halkasına elini uzatmakla itham ediyorum. Nereye varacağını bilmiyorsa aptaldır. Biliyorsa şirkini saklayarak ilerliyor demektir. (Yazı çok uzadığı için, imanın diğer şartları ile kadere iman arasındaki bağlantıyı sonraki yazı veya yazılarda idrak/izah etmeye çalışacağım, inşaallah.)
YORUMLAR
Dinimiz İslamın Güzel Ahlak üzerine inşa edilmiş bir din olduğunu, ve dini temsil eden DİYANETİN Bu mevzularda öncü davranmasıyla, siyasete bulaş mamasıyla, Piyasadaki din tacirleriyle mücadele etmesiyle, En önemlisi de ciddi bir eğitim sistemiyle bu işler çözülür.
Aksi halde cemaatlerin ekmeğine yağ sürmek olur.
Zaten dinin çok tartışılması da bu tür sebeplerin neticesidir.
SAYGILARIMLA
belkibirharfimben
Dinimiz dürüst inancı bildiren, ibadeti, temizliği esas bilen, ibadet edebilmek için sıhhatini daima korumaya çalışan, fikrini,ruhunu,vücudunu temiz tutan, ayrıca Hacc ve zekat gibi ibadetleri için helâl yollardan çalışıp zengin olmağa gayret eden bir müslüman olmamızı teşvik eder.
Bir doktor, hastasını öldürmüşse, kabahat doktorudur, doktorluğun değil.
Bir mühendisin yaptığı köprü yıkılmışsa, kabahat mühendisin, mühendisliğin değil.
Kabahat hiçbir zaman dinin değildir.
Saygılarımla
Elbette ki tüm eğitim kurumlarımızda, hatta kamu ve özel sektörde, dini ve ahlâki bilgilere yer verilmeli, insanımız manevi olarak doyurulmalı kî memleketimizde,kul hakkı yemek, yalan,kötülük, terör, cinayet, tecavüzler yayılmasın ve memleketimizin kaderi hâline gelmesin.
Dinsiz bir millet yaşayabilir mi? Yaşarsa da nasıl yaşar, buna yaşamak denir mi?
Hedefleri tutturabilmek adına başarılı hırslı olmak adına kamu ve özel de seminer eğitim verilirken, dinimiz İslâm nefs,başarı, hırs hakkında ne diyor, bize aydınlık yolu gösteren Kur' an ne diyor, ayetler,hadisler, büyük din âlimleri ne diyor diye bakılmalı, aslında nefsini öğretmeli insana, bilinçli mevki makam sahipleri. Aslında dinimiz hayatımızın içine girmeli artık. İnsanın var olduğu her yerde manevi olarak dine doyurulmalı.
Diyelim ki küçük bir esnaf, islâmda ticarî ahlak nedir, ne değildir, ahilik kuralları nedir bilmeli ve hayatına tatbik etmeli, bağlı oldukları odalarda denetlemeli.
Hakikat şudur ki; Yüce dinimiz ve onun esasını teşkil eden Kur'an' imiz, müsbet ilimlerin merkezinde ve özünde, Müsbet ilimlerde Yüce dinimizin ve Kur'anımızın çevresinde ve hizmetinde olarak Allah' ın yarattığı nizâm alemini temsil ve teşkil eder.
Yani çevreyi görüp, merkezi idrak edememek;
Dışı görüp, içe nüfuz edememek;
Bu cehaletin ifadesi değil mi?
Eksikliğimiz değil mi?
Bu tevhide eremeyen insan, hüsrana uğramaz mi?
Ve bu irfan ve ideolojiye sahip olamayan millet tüm kötülüklere, teröre maruz kalmaz mı?
Bu bizim için, toplum için felaket değil mi?
Hepimiz müslümanız ama taklit mi yoksa hakkını veriyor muyuz, kitabımız Kur' anın kanunlarına kurallarına uyuyor muyuz, sünneti yaşayabiliyor muyuz?
Önce Yaradanın ilahi ve değişmez kanun ve kurallarına uymayı öğreneceğiz...
Saygılarımla
Yeni versiyon dinimizde günah ve haramlar içkiyle sınırlı.
Tecavüz, hırsızlık, talan, yalan, kul hakkı gaspı devlet malını götürmek, hak yemek filan dandik günahlar.
Aman içki içmeyelim, gerisi masal !
Çalıyor çırpıyorsan, kul hakkı yiyorsan, yalancı talancıysan, tecavüzcü, düzenbaz sahtekarsan, kadere iman etsen neeee etmesen ne !
Biraz da bunları yazın...
belkibirharfimben
mirim
Rabbimiz biz kulları için daima en iyisini ve hayırlısını ihsan eder. Şer ve kötülük Rabbimizden gelmez, bize şer görünmesi başımıza gelen olayların iç yüzünü bilemeyişimizden kaynaklanır.
Diyelim ki, içki içen biri, devam ettiği sürece, akıl hastası olması, kimliğini, zekâ ve hafızasını kaybetmesi kaçınılmazdır. Çünkü alkolün beyin hücrelerini tahrip etmesi psikolog ve fizyopatalogların bildiği bir kanundur. O halde kişi alkole devam ederse, aklını, kimliğini ve ruhi meleklerini kaybettiğinde kanunun hükmü yerine gelmiş olur. Bütün mesuliyet kişinin kendisine aittir. Hem ruhi hem de fizyopatalojik kaderidir. Eğer bu halde iken bir cinayet işlerse, bedende bir hastalık oluşur ve sonuçta hastane, hapishane ya da tımarhaneye düşerse, toplumun bakıma muhtaç ferdi haline gelir ve bu durumda da kişi toplumun kaderi olmuş olur.
İçki içmeyi yasak eden Allah' dır. İçki içenlerin ve akibetlerinin ne olacağını en iyi bilen de Allah dır . Akli herşeye yeten birinin, kanun ve hükümden faydalanacağı yerde, nefsine ve keyfine uyup, başına gelen felaketlerin mesuliyetini Allay' a yüklerse buda yanlış bir kader anlayışı.
" Onun her ihsani hayır, her verdiği lütuftur."
Saygılarımla