- 407 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
SARI-YEŞİL DİREKLER
Beklediğimden çok daha sıcak geçti yaz.
Açık yaralarımın tümünü kavuracak kadar sıcak.
Oysaki bu yazı yeni evimde karşılayacaktım. Dinecekti kemiklerimin sızısı.
Minik bahçemdeki ayva ağacının altında serinlerken düşler kuracaktım yaza dair; kendimi Amazon ormanlarında olduğuma inandırarak…
Yıllar sonra geri döndüğüm bu kente kapatılmanın tekdüzeliğinden kurtaracaktım kendimi. Arkadaşlarım gelip gidecekti; allı yeşilli, morlu her çeşidinden…
Bahçe duvarının üzerinde salına salına gezinen kedimin, bir karga ile kanka olacağından habersiz; umutlar yeşertecektim bahçemde güya…
Belki de diğer bahçelerde hoplaya zıplaya gezinen özgür kedilerden biriyle flört edecekti bahçeyi çepeçevre saran tel örgünün ardından, bacaksız.
Tüm ışıklarını söndürdüğünde bu şehir, bir açık ben kalacaktım.
Saydım. Tam 64 direk dikmişler. Her birinin aralığı 10 metre kadar.
10 metre ara ile dikilmiş “Sarı-Yeşil” boyalı, kalın beton direkler… Metrik. Simetrik.
Oldukça uzun ve büyük bir bahçeden sonra; üzerinde “Acil” yazan bir ana giriş kapısı var.
O girişten itibaren başlıyorsunuz saymaya;
1…2…3…4…5…6… / 30…31…32… / 55…56…57… / 62…63 ve nihayet görünüyor 64!
64’ten sonra sola döndüğünüzde önünüze çıkıyor tımarhanenin çelik kapısı.
İki katlı yapılar, her gün yolumu gözleyen psikiyatri bölümü; K–2 / K–1 blokları.
Tel örgülerle çevrelenmiş bahçeler. Bahçeleri kaplayan kurumuş, samanımsı kısacık otlar.
Bir iki ahşap oturma bankı. Mırıldanarak ileri geri yürüyen hastalar.
Tekerlekli sandalyede uzun yağlı saçları, başında bir kovboy şapkası, kucağında gitarla bir şeyler çalıyor hastalardan biri. Bir başka hasta sürüyor tekerlekli sandalyesini arkadaşının.
Sürekli dönüyor sandalye olduğu yerde.
-“Cem Karaca’ya ne kadar da benziyor…” diye düşünüyorum, gizliden gizliye onu izlerken.
Saçmalıyorum, farkındayım. Burada oturmuş kapıların açılmasını beklerken düşünülecek şey mi ki bu? Kızıyorum densizliğime… Öğreniyorum sonradan, o da bir aşk ve anlayışsızlık kurbanı imiş. Elli yaşlarında, İstanbullu bir ailenin hiç evlenmemiş tek oğlu Yücel bey.
Birini sevmiş gençken, evlenme isteği kabul görmemiş.
Annesi ve kendisinden de deli ablaları sayesinde burada olduğunu haykırıyormuş her önüne gelene. Telefon hakkını, onlara sayıp sövmek için kullanırmış her gün meğerse.
Etrafıma bakınıyorum. Sararmış, solmuş, renklerin tümden silindiği bir dünya bu.
İyi olacaklar mı? İyi olacak mıyım? Bilemez oluyorum.
Hastaların tek bir ortak hareketleri var sözleşmişçesine… Tel örgünün ardındaki dünyada gördükleri herkese aynı hareketi çekiyorlar. Hemen yaklaşıyorlar tellere. Sağ ellerini; işaret ve orta parmakları birbirine yapışık bir şekilde dudaklarına götürüyorlar. Ve tüttürüyorlar hayali sigaralarını. Dünyaları bağışlasan kıymeti yok.
Tımarhanenin gerçek kralı sadece tek bir dal sigara.
Çiçeksiz bir hastane. Orada çiçek açmıyor. Çiçek nedir bilmiyor kimse.
Unutulmuş bir dağ başında; onların tüm bildiği çiçekler.
Çiçek kabul görmüyor.
Her gün bıkıp usanmadan ailesinin gelip kendisini çıkartacağını yineleyen genç Ayhan.
Sekiz yıldır her gün, her gün aynı hüzünlü bekleyiş; pencere önlerinde.
O boynu bükük, mahzun ifade nasıl da yer bulabilmiş gencecik yüzünde, şaşırıyorum.
Utangaç, mahcup bekliyor öylesine. İkram kabul etmiyor. Belki tek bir sigara oluyor bazen kabulü…
-“Nasılsa birazdan babam gelecek, imzalatacak kâğıtlarımı, bugün beni taburcu edecekler, evime gideceğim biliyor musunuz?” diyor sevinç içinde.
Onu her görüşümde kalbim mengeneyle sıkıştırılıyor, bir yumruk tıkıyor sanki boğazımı.
Bir travesti avaz avaz bağırıyor, yan bloğun önünde. Yere atıyor kendini sonra.
-“Burada kalmak istemiyorum! Bırakın beni, bırakın beniii!”
O canhıraş feryatlarla haykırdıkça; çarpık, sıska bacaklarını saran pantolon titriyor.
Titriyor, 44 numara topuklu rugan ayakkabılar. Zemin titriyor.
Birkaç hastabakıcı aceleyle duruma el koyuyorlar. Gençten bir doktor geliyor sonra.
-“Sizi içeri alalım, bağırmayın öyle. Hem dışarısı çok sıcak, haydi gelin bizimle. Sakin olun, sakin olun canım. Konuşacağız sadece…” diyor.
Sakinleşiyor travesti, takılıyor doktorun peşine.
Sırtında en kocamanından bir kambur, bembeyaz saçları, bembeyaz kaşları ve gürleyen sesiyle bağırıyor yaşlı mı yaşlı bir adam;
-“Bayrak benim! Bayrak benim!” diye, avazı çıktığı kadar.
Bir Albay imiş hastaneye düşmeden önce. Babası da albaymış.
Hem babasını, hem oğlunu kaybetmiş farklı zamanlarda, farklı çatışmalarda.
Hışımla dalıyor bekleme salonuna, eline geçirdiği kül tablasını fırlatıveriyor rast gele albay. Başımızı eğiyoruz, ben, diğerleri, hepimiz. Bir hastabakıcı yetişiyor yine imdada.
Kurtuluyor kafalarımız yarılmaktan.
-“Bu günlük tehlikeyi atlattık” diyor, rahatlıyoruz.
Sakinleşiyor albay. Sakinleşmiyor albay. Sakinleşemez albay, yarası büyük…
Ahh… Yaz.
Ahh… Yüksek tansiyonum.
Ahh… Kalbimin o dinmek bilmeyen ince sızısı.
Bu yapış yapışlık ta işin cabası. Çölleri hatırlıyorum kapıların açılmasını beklerken.
Çölde geçirdiğim birkaç yılın, birkaç ayını. Gündüzleri 60 derece sıcakta kavrulurken, geceleri -10 derecede soğuktan kıkırdayarak geçirdiğim o umarsız zamanı.
İçime su serpiliyor.
-“Çölde yaşamış, çöl yaşam koşullarını öğrenmiş birine İstanbul sıcağı vız gelir” diyorum kendime, “Diren!”
Saat 14.00 olunca açılıyor çelik kapıların kilidi. 15.00 olunca yeniden kapanacak.
Güler yüzlü olması gerektiği öğretilmiş bir hastabakıcı karşılıyor bizleri.
Diğer ziyaretçilerle, hasta yakınlarıyla birlikte güruh halinde giriyoruz içeri.
O bir saate sığdırılacak ne çok şey mi olabilir? Bir saatte ne çok şey olabilir, belki.
Ama öyle olmuyor işte. O kapıdan girerken içeri; zamanı kaybediyorsunuz…
Sol tarafta 6 masalı bir bekleme salonu var ve size aşina. Neredeyse tavana monte edilmiş 37 ekran bir televizyon, hep aynı siyah-beyaz bir kanala ayarlı.
Ziyaretçisi gelen hastalar o salona çağrılıyorlar. Burada adet böyle.
Beceriksiz parmaklarımı çatırdatıyorum. Kaygıyla terliyor avuçlarım. Heyecanlıyım.
Geldiğimin haberini veriyorlar. Hemen görünüveriyor kapıda. Nasıl da güzel, ona bakarken içim sızlıyor.
Sarılıp öpüşüyoruz. Kokusunu içime çekiyorum belli etmeden.
Her şey normal.
Birer sandalye çekiyoruz altımıza, oturuyoruz karşılıklı. Donuk bir gülümseme var yüzünde.
-“Hoş geldin anne” diyor.
Ne kadar sakin. Aramızdaki formika masanın üzerinde nikotinden katranlaşmış çay tabağından bozma bir kül tablası, bir kutu kola, bir supangle kâsesi, iki paket sigara bizi seyrediyorlar…
Ben kullanmıyorum. O içiyor. Çay, kahve gibi sıcak içecekler getirmek yasak.
Birbirlerinin üzerine fırlatıp haşlanmalarına engel olmak içinmiş bu kurallar.
-“Daha iyiyim…”diye devam ediyor. Doktorumla konuşuyoruz sık sık, o da öyle söylüyor. Yakında taburcu edilecekmişim, senin burada olmaman lazım diyorlar, gitmeden önce bir de sen konuş doktorumla istersen anne…”
Kulaklarım uğulduyor. İçimden kuşlar havalanıyor, sanki kalbim yerinden fırlayacak.
Başımla onaylıyorum. Kafama vura vura zorla gülümsememi sağlamaya çalışıyormuşçasına birileri… Çok sevinmiş gibi görünmek ve dahası, onu da buna inandırmak istiyorum.
-“Tabi” diyorum. “Evet, bence de çok daha iyi görünüyorsun canım oğlum benim, az kaldı. Sakın üzülme. Kafan karışıktı. Bu geçici bir süreç. Göreceksin, yakında her şey düzelecek…”
O da onaylıyor başını sallayarak. Bir istihza mı yoksa sezdiğim?
Gözlerinde ölü balık bakışı. Cansız, sönük. Ampulü çalınmış bir sokak lambası gibi…
Yaşam o gözlerin ardından nasıl izleniyor; anlamaya çalışıyorum kendi kendime.
Her gün yanındayım. Her gün 14.00 / 15.00 aralığında…
Terk edilmişlik duygusunu yaşamamasını sağlamak bütün çabam.
Çünkü doğru bu. Ben onu hiç terk etmedim ki…
Kendisini, beni, aşkları, sevdaları, gençliğin neşesini, bulutları, dağları, denizleri, çiçekleri, hayvanları, şiirleri, şarkıları, yaşamı, o mükemmel varlığını terk etmeye çalışan oydu.
Vazgeçmişti yaşamdan, yok olmak toz olmak istiyordu anladığım.
Bunu anlamam çok acı oldu. Anlayamama lüksüm de yoktu.
Yaz başında içtiği 100 adet ilacın yardımına başvurmuş. Öğrendiğimde acilen ambulans yollamak oldu ilk yaptığım. O an uzak mesafeler uzadıkça uzamış, aşılamaz olmuştu.
Bir ayrılığın ardından; ruhunun savrulan parçalarını toplamayı becerememiş olmanın azabı ile yaşamak istemiyordu benim biricik oğlum.
İki günlük yoğun bakım ünitesi, ardından teşhis ve akıl hastanesinde geçirilen koskoca, kavurucu bir yaz!
“Majör Depresyon”muş konulan tanı, öyle dediler. Yaz boyu hastanede kalsın istediler.
Bu kadar hoş, bu kadar güzel, bu kadar ahlaklı, bu kadar mazbut, duyarlı, zeki bir gencin kendini öldürme çabasının normal olmadığını söylediler.
Nedendi, yaşamdan bu vazgeçiş arzusu?
Nedendi, aslında nedenleri yadsınamayacak bu içsel olgu?
Nedendi, alt üst olması değerlerin?
Nedendi, bunca sevgiye karşın önlenemeyen intiharlar?
Kişinin amacının aslında ölmek değil; bir yardım çığlığı olduğunu bizler neden bilmezdik?
Makineler dünyasında yalnız, yapayalnız hissedenlerce ölümün sonsuz bir dinlenme olduğunu?
Kişinin kendi benliğine geri dönme arzusunu?
Biliyor musun, her gün yeniden kayboluyorum şimdi; teker teker saydığım bu Sarı- Yeşil direkler arasında…
Beni sana getiren, seni benden götüren o Sarı- Yeşil direkler.
Geri dönüşlerim daha bir muhteşem oluyor. 15.00 olunca saatler; kapılar kibarca kapatılıyor.
O zaman demir parmaklıklı pencereye geliyoruz, kimseye fark ettirmeden. Her seferinde bir kez daha vedalaşıyoruz, her seferinde… Bu gizlilik hoşumuza gidiyor, bir oyun gibi.
O daracık parmaklıklar arasından öpmeye çalışıyoruz birbirimizi bir kez daha; zar zor, güç bela…
Gözlerim buğulu mu ne? Bana mı öyle geliyor yoksa?
Bakamaz oluyorum kimsenin gözlerinin içine.
-“Nasıl olsa ilaçlı. Nasıl olsa tam olarak farkına varamaz gerçekte neler hissettiğimin…” diye düşünerek avunmaya çalışıyorum.
Yaralı bir ruhu kimyasalla beslemenin paradoksu içimi sızlatıyor.
İntiharlar kuşanıyorum, kimse bilmiyor.
Bu nasıl yanılgı?
Güçlü olmam gerek!
Bu yazı atlatmalıyım!
Onu korumam gerek!
Ona bir şey olmamalı!
Beni buradan kim kurtaracak?
Yüreğimde paslı jilet yaraları. Beynimde, çoktan uyutulmuş afyon duası.
Bir derviş dönüyor haybeye. Bir avuç yerde, bir avuç gökte. Güvercinler havalanıyor tepesinden minarenin. Kanat çırpıyorlar delicesine. Bir damga misali yüzüme yapışıp kalıyor; demir parmaklıkların izi, gölgesi. Sözlerim bitiyor. Sus pus oluyor gözlerim.
Bilmiyorum, bir yağmur sesiyle yıkanır mı şimdi tüm yaralarım?
Soruyor; zihnimde taşıdığım o yaşlı bilge. Elinde kuramsal bir terazi. İdeal ağırlık var terazinin kefelerinde. Bilgenin gözleri bağlı. Duygusal bir kürtaj yaşıyorum kalpte.
Aklın balta girmemiş ormanlarında ben de mi yalınayak geziniyorum yoksa?
Tebeşirle düz bir çizgi çizip yere, altından geçmeye çalışmak mı olacak bir sonraki basamak?
-“Bu ne acımasız infazdır?” diyorum kendime...
-“Sevenin gerildiği çarmıha yüz çevirmedim ki!”
-“Sürekli kan kaybederek yaşamam niye?”
Yorgunum şimdi, her şeyi bilmekten.
-“Sonbahar ahh… Bir gelse…” diyorum.
Canlandırıverse beni, o delicesine sevdiğim rüzgâr.
Ne yönden eserse essin; hep bir “Elveda”dı bendeki adı.
Severim hâlbuki hep sevdim ben “Elveda”ları.
Kapatıyorum gözlerimi.
Öpüyorum, sonbaharı kızıl dudaklarından.
Hazırım artık.
“Deli Kızın Türküsü”nü yazmış Silvia Plath.
Emin olun, kafamdan uydurmadım bu Yaz’ı.
—Filiz KANSU, Ekim 2008
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.