- 637 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
Dönemeyen Bir Dönme Dolap-26
Oradan ayrıldıktan sonra ne yapacaktım? Bu konuda herhangi bir planım yoktu. Yürürken bir karara vardım: İşte, artık evsiz yurtsuz tam bir serseriydim; öyleyse orada burada sürterek hayatıma devam edecektim. Her yer benim evimdi, her yer benim yurdumdu. Aslında yeni bir ev ve yeni eşyalar alacak kadar param vardı. Üstelik servetime şimdi bir de istimlak edilen evimin kamulaştırma bedeli olarak alacağım para da eklenmişti. Ne kadar olduğunu bilmesem de yüksek bir meblağ olacağından emindim. Aslında ömrümün geri kalan kısmını bir otelde kalarak da geçirebilirdim. Bu ihtimaller bana cazip gelmedi. Evet ben bir serseriydim ve böyle devam edecektim.
Yürüdüm, yürüdüm. Kendimi artık kullanılmayan eski bir karayolunda buldum. En az asfaltının yüzde sekseni kopmuş, yer yer ot kaplı bir yol. Eski, tozlu, çamurlu, bazı trafik işaret levhaları da arada sırada karşıma çıkıyordu. İleride bir tepe var, yol belki de tepenin etrafından dolanarak gidiyor. Değilmiş, çünkü bir tünel çıktı karşıma. İçine girdim. Az ışık alan yani loş bir yerdi. Çok net olmasa bile içini görebiliyordum. Yirmi metre kadar gidebildim ancak, çünkü bundan sonrası moloz yığınlarıyla kaplıydı; anlaşılan çökmüş. Üstelik buradan insan dışkısı kokusu da geliyordu. Bu da gösteriyordu ki insanlar tarafından kullanılmış, belki halen de kullanılıyordur.
Geri döndüm, çıkışa yaklaştıkça koku azalıyordu. Daha önce fark etmediğim bir şeyler de gördüm, demek ki dikkat etmemişim: Tünel girişinin sağ tarafında eşyalar vardı. Ne olduklarını inceledim. Üzeri mukavva ile örtülmüş bir tahta palet, mukavvanın üzerinde kir içinde bir battaniye. Bunlardan da anlaşılıyor ki burada yatıp kalkan da var. Ayrıca bir poşet ve etrafında ekmekten konserve kutusuna, gazete kağıdına varıncaya kadar çokça çöp de gözüme çarptı.
Ortalıkta çok sayıda karasinek var, vızıldayıp duruyorlar. Belki başka mahluklar da vardır ama dert değil.
Poşeti karıştırdım. Üç tane konserve -barbunya, ton balığı ve yaprak sarması- çıktı içinden, biraz da kurumuş ekmek. Birini yemeliydim, acıkmışım. Konserveler şüphesiz başkasına aitti, fakat sahibi burada olmadığı için izin isteyemezdim. Hava da kararmak üzereydi. Bu saatte gidip bir yerden yiyecek alacak değildim. Yaprak sarmasını alıp tünelin dışına çıktım, içeriye göre burası daha aydınlıktı. Konserve kutusunu açtım, mecburen elimle içinden sarmaları alıp yedim. Burada çatal, kaşık, bıçak ne gezer? Bunu bulduğuma şükretmeliyim. Tam doymasam da açlığımı biraz gidermiştim. Bu kadarı yetmeliydi. Sarmaları yerken yağlanmış ellerimi otlar arasındaki bir gazete parçasına sildim.
Tekrar tünelin içine girince sırt çantamı çıkardım. Buraya geldiğimden beri nedense bu ağırlığı boşu boşuna taşımış, çıkartmayı akıl etmemiştim. Yatağın yanına bıraktığım çanta aklıma bir fikir de getirdi: Eğer bu pis yatakta yatmaya karar verirsem, çantamı yastık olarak kullanabilirdim.
Birkaç kere tünelin dışına çıkıp tekrar içeri girdim, karanlık iyice bastırdı, ortalıkta hiç ses yoktu. Bu da gösteriyordu ki yollardan ve yerleşim yerlerinden oldukça uzaktaydım. Hiç ses yok dedim ama beni yalancı çıkarmak istercesine bir ağustosböceği ötmeye başladı. Hoşuma gitmedi, hatta rahatsız bile oldum bu ötüşten, çünkü sıkıntı veren tekdüze bir ses... Palet yatağın üzerine oturdum, uzun uzun bundan sonraki hayatımda ne yapacağımı düşündüm. Çok sayıda senaryo ürettim, ama bunların hiçbiri hoşuma gitmedi. Nasıl hoşuma gitsindi ki, hepsi normal bir insanın sürdüreceği yaşantıyla ilgiliydi. Oysa artık ben bir serseriydim ve serseri gibi yaşamaktan vazgeçmeyecektim. Kararlıydım.
Çantamı başımın altına koyup paletin üzerine uzandım. Pis kokulu yorgana benzeyen şeyi daha doğrusu battaniyeyi yan tarafa iteledim. Uzanır uzanmaz gözlerimin önünde bazı görüntüler belirmeye başladı. Bunlara hiçbir anlam veremedim. Anlamdan vazgeçtim şekillerinin bile nasıl olduğunu anlayamadım. Yuvarlağa benziyor bazen ama tam yuvarlak değil, elips gibi, yok o da değil. Üçgen, dörtgen, beşgen... Bilmem kaçıncı “gen gen”... Hiçbiri değil. Ayrıca görüntülerde renk sorunu da var: Siyah beyaz mı, renkli mi? Karışık, karışık... Görüntüler akıcı oldu; sağdan sola ve soldan sağa akıyorlar. Sonra dönmeye başladılar; önce saat yönünde sonra aksi yönde. Neden sonra gözlerimi kapatmayı akıl ettim, siyah bir perde indi ve görüntülerin gösterisi sona erdi. Bir müddet gözlerim kapalı durdum, açtığımda tünelin ağzının yan tarafında hilal şeklindeki ayı gördüm. Bir anlam veremediğim o görüntüler de artık yoktu. Hoş bir manzaraydı, seyretmesi zevk veriyordu. Görüş alanımdan çıkıncaya kadar ayı izledim.
Geceyi uyanık geçirdim. Ortalık ağarmaya başladığında gözkapaklarım ağırlaştı, bedenimi tatlı bir uyuşukluk sardı. Dalmışım. Ne kadar uyudum bilmem, belki de birkaç dakikadır; ama birden sıçrayarak uyandım. Adeta yüksek bir yerden düşmüş gibi hissettim kendimi. Tekrar gözlerimi kapattım, kendimden geçmişim. Uyandığımda ortalık apaydınlıktı. Yattığım yerden doğruldum, paletin üzerinde bağdaş kurup oturdum. Pis bir koku geliyordu yattığım yerden, ama ben gece bunun farkında olmamıştım. Daha önce duyduğum insan dışkısı kokusundan farklıydı.
Öksürük sesi duyuyorum. Galiba bir gelen var. İşte tünelden içeri girdi. Uzun boylu, zayıf bir adam, yüzünü seçemiyorum. Bana yaklaştı, şimdi yüzünü çok net olmasa da görebiliyorum. Çünkü ışık arkasından vuruyor ve iyi görmemi engelliyor. Sanırım benim yaşlarda benim gibi bir serseri. Aramızdaki mesafe bir metreden aza inince bir nara attı ve sağ ayağı ile kafama vurdu. Paletin üzerinden yere düşüp yuvarlandım. Bir tekme de sırtıma geldi. Davetsiz misafiri kendi mekanında görünce çok sinirlenmiş ki, bir tekme daha savurdu, bu da bacaklarımın arasına... Emekleyerek ondan uzaklaştım, ellerimle yerden kuvvet alarak ayağa kalkıp kaçtım, ama tünelin çıkışına doğru değil. Çünkü mekan sahibi buna engeldi. Molozların olduğu yere gelince ayağım bir taşa takıldı ve yere düştüm, bu düşme sırasında elim taşlara sürttüğünden kanamış olmalı ki bir sıcaklık hissettim. Adam üzerime doğru geliyordu ve onu nasıl bertaraf edeceğimi bilemiyordum. Ayaklarımın ucuna kadar gelmişti. Nasıl olduğunu, nasıl becerdiğimi bilemiyorum; adama bir çelme taktım. Beklemediği bu hareket onun ayaklarının yerden kesilmesine ve sırtüstü düşmesine neden oldu. Düşerken kemik çatırdısına benzer ses duydum. Adam bu hareketimden sonra ayağa kalktığında beni mutlaka öldürürdü. Ama kalkmadı, kalkamadı. Numara mı yapıyordu acaba? Biraz daha zaman geçti gene kalkmadı. Ben kalktım, yerde yatan adama eğilip baktım, nefes alıyordu ve kafasının etrafında yumruğumdan daha büyük taşlar vardı. Demek ki kafasını bunlarda birine vurmuştu.
Oradan gitmek için harekete geçtiğim sırada adamın kımıldamaya başladığını gördüm. O anda onu öldürmeye karar verdim. Az sonra kendine gelecekti; kaçsam yakalardı, yakalayınca da sonum gelirdi. İki elimle ağır bir kayayı aldım ve kafasına vurdum, “ah” dedi, çığlık attı ama ölmedi. Aynı kayayı bir kere daha bir kere daha kafasına indirdim. Kaç kere vurduğumu saymadım, ama çok olmalı. Bütün vücudu son vuruşumdan sonra titredi titredi ve kaskatı kesildi. Hareketsiz kaldı. En ufak bir canlılık belirtisi göstermiyordu. Yer kan içindeydi, ama köpük gibi ne olduğunu bilmediğim beyaz bir sıvı da vardı.
Çantamı sırtıma takıp tünelden çıktım. Şehire gidecektim. Önce karnımı doyuracak ve bundan sonraki hayatımla ilgili yeni planlar yapacaktım. Ana caddede yemek yenecek mekan çoktu. Bunlardan birine girdim, ev yemekleri yapan bir lokantaymış. Önce bir mercimek çorbası istedim. İçine birkaç parça ekmek doğrayıp yedim. Parça etli nohut siparişi verdim. Bunun nohutlarını yerken bir şey yoktu ama etlerinden yerken burnuma tüneldeki kan kokusu geldi; midem bulandı. Kusmak üzereydim, lavaboyu garsona sordum. Orada midemdekilerin hepsini çıkardım. Aynaya baktım yüzüm sarıbeyazdı, tıpkı bir cesedinki gibi yüzümdeki bütün kan çekilmişti. Masama döndüm, yemeği yemem imkansızdı, Hesabı ödeyip çıktım.
Vitrinlere bakarak bir müddet oyalandım. Az sonra bir polis karakolunun önündeydim. Caddede arka arkaya park etmiş üç polis aracı bekliyordu. Kapıda elinde silah bir polis nöbet tutuyordu. Bir anda işlediğim cinayeti itiraf etmeye karar verdim. Karakolun merdivenlerini çıkıp nöbetçi polisin yanına gittim. Güleryüzlü genç yaşlarda bir adamdı.
-Amca buyur, dedi.
-Ben bir cinayet işledim. Bir adamı öldürdüm.
-Şaka yapma amca ya!
-Şaka değil, gerçek. Cezam neyse verin.
-Suçların cezasını polis değil mahkemede hakimler verir. Ama gene de senin şaka yaptığını düşünüyorum.
-Yemin ederim ki gerçek. Nasıl olduğunu istersen anlatayım.
-Yok yok, bana anlatma. Gel seni başkomisere çıkarayım ona anlat.
Dedi ve o önde ben arkada başkomiserin odasına girdik. Kalın bıyıklı, babacan bir başkomiser.
-Başkomiserim bu amcanın bir maruzatı varmış, deyip polis gitti. Başkomiser:
-Hoş geldin baba. Ayakta durma, oradaki koltuğa oturup derdini anlat, dedi.
Sırtımdaki çantayı çıkarıp yere koydum ve koltuğa oturdum.
-Ben, bugün bir adamı öldürdüm. Bu cinayeti itiraf etmeye geldim. Dedim.
Başkomiserin yüzü asıldı, bu asıklık fazla sürmedi, tekrar o gülümseyen bakış yüzüne geldi.
-Tamam baba, olayı az sonra anlatırsın. Önce sana bir çay söyleyeyim, hem çayını içer hem de anlatırsın. Deyip masanın üzerindeki zile bastı, gelen görevliye iki çay getirmesini söyledi. Çayların gelmesi uzun sürmedi.
-Şimdi anlat,
Deyince, evimin yıkılmasından başlayıp en ince ayrıntısına kadar olayı anlattım. Başkomiser:
-Babacığım, sen hayal filan görmüş olmayasın! Çünkü sende katil suratı yok. Ama gene de bu olayı araştıracağız. Çantan burada kalabilir, giderken alırsın. Yanında taşıyıp da yorulma, deyip beni ifade vermem için yandaki odaya gönderdi.
İfadem tamamlandıktan sonra iki görevli elemanla birlikte bir polis aracına binip o eski tünele gittik. Tünelden içeri girip yattığım yere götürdüm onları. Polislerde el fenerleri vardı ve etraf bunlarla gündüz gibi aydınlanıyordu.
-İşte şu paletin üzerinde yattım, bir konseve yedim, etraf çöp doluydu ve sahi bir de pis kokulu bir battaniye vardı. Dedim. Polislerden biri:
-İyi de amca, burada ne palet var ne konserve ne de battaniye. Olan sadece birazcık çöp.
-Evet, şimdi yok ama daha önce vardı. Biri alıp götürmüş olmalı.
-Tamam, diyelim ki eşyaları biri götürdü, cesedi de götürecek değil ya! Gel bize cesedin yerini göster!
Cesedin olduğu yere gittiğimizde de şaşırdım. Ceset de yoktu, yerdeki kan ve beyaz sıvı da... Polisin biri:
-Amca ceset de yok. Şimdi ne diyeceksin?
-Eşyaları götüren cesedi de kaldırmıştır.
-Senin işlediğin bir cinayetin delillerini neden bir başkası yok etsin? Üstelik yerde kan izleri de yok. Anlattıklarındandan burada olan çöp ve bir de şu anda duyulan dışkı kokusu.
-Elimdeki bu yaraya ne diyeceksiniz. Burada oldu.
-Belki de kazayla düştün, elin o sırada yaralandı; belki de bayıldın ve bu olayın etkisiyle böyle bir hayal gördün.
Karakola döndük. Durumu başkomisere anlattılar. O da bana:
-Bak babacığım, canın istediği zaman çay içmeye gel. Kapımız sana günün her saati açık. Ama bu tür hikayelerle ya da hayallerle bizi oyalama. Dedi.
-Ben yalan söylemedim. Yaşadıklarımı anlattım, hepsi doğru. Beni tutuklayın, mahkemeye çıkarın; cezamı çekeyim.
-Ortada ceset yokken, biz seni tutuklayamayız ve hiçbir mahkeme de sana ceza veremez.
Başkomisere söyleyecek başka söz bulamadım. Yanından ayrılırken yüzü çok ciddiydi ve:
-Baba sen hayal görmüşsün, bir doktora görünsen iyi olur. Hadi, şimdi güle güle. Ha, sahi çantanı da unutma! Dedi.
Karakolun merdivenlerini inerken nöbetçi polis de bana takıldı:
-Amca, senin cinayet fos çıkmış. Dedi ve hafif sesli bir kahkaha attı.
Kaldırımda küçük adımlarla yürüyorum. Fren sesi, vites sesi, siren sesi, korna sesi birbirine karışıyor. Sinirlerim gergin, suratım asık, muhtemelen saçlarım da dikleşmiş, burnum normal halinden daha büyük olmuş, yanan gözlerim küçülmüş mü büyümüş mü farkında değilim. Yürüyorum işte yürüyorum...
● ● ●
(Devam edecek...)
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.