Arıza Caddesi Daire No Eksik Tahta Sayısı
Perdeyi çekti. “Hadi gir içeri” dedi, “Güneş kardeş, biliyorum sabırsızsın, hadi gir içeri!” Oda gün ışığıyla aydınlanırken bir kahkaha patlattı, “Seni arsız, seni fırsatçı…” Sağ elini havaya kaldırdı, “Seni… Seni…” dedi, aklına tamamlayacak laf gelmedi; yavaşça indirdi. Başını cama dayadı. “Orhan Veli ne güzel yazmış” diye mırıldandı:
“Pencere, en iyisi pencere;
Geçen kuşları görürsün hiç olmazsa;
Dört duvarı göreceğine”
Bir süre karşı balkonda gaklayıp duran kargayı, hayvan, dışkısını bırakıp havalanıncaya kadar izledi. Ardından gözlerini aşağıya yöneltti. Cadde, günün diğer günlerine göre tenha sayılırdı. “İnsanlar ne ilginç dimi güneş kardeş” dedi. “Kimi bir tarafa giderken kimi bir taraftan geliyor. Kimi sakin, kimininse hep acelesi var. Kimineyse herhangi bir pencere olsun yeter. Öylece durup, saatlerce bakabiliyor. Ya şu etrafını sarmış onlarca asık surat arasında gülen yüz…” Bir koşu eline kâğıt kalem aldı, bunu not etti: Çöplükte parlayan bir yıldız. “Ve ne arızalar var güneş kardeş” diye devam etti. “Bu ağustos sıcağında gün ortası, üstelik bir Pazar günü, akıl işi mi dışarıda olmak? Sana meydan okurcasına… Üstelik kimi komple giyinmiş, kimininse kıçında incecik şortlar, mini mini eteklerden görünen donlar. Bıyıklar, kıllı bacaklar… Ben asla öyle bir şey yapmam güneş kardeş… Yani, gerekmedikçe çıkmam dışarı. Oldu ya çıkacağım tutarsa da, gerekirse giyinirim; ama öyle komple kapamam her yanımı. Gerektiğinde soyunduğum da olur, hem de çırılçıplak, ama evimde soyunurum. Bir ben görürüm kıçımı, bir aynalar, bir de… Âlem boş boş dolansın diye mi yapılmış ulan bu sokaklar, caddeler? İnsan dediğin evinde olmalı!” Sustu.
Bir anda ortalığı saran garip sessizliği midesinden gelen gurultu bozdu. Ellerini, çok da hafife alınmayacak göbeğine götürdü, daireler çizerek sıvazladı. “Sanırım açsın göbek kardeş” dedi. “Neyle doyurmalı seni?” Mutfağa gitti. Kapağını açtı; dolap dımdızlaktı. Gözlerini etrafta gezdirdi. Aslında, mutfağın kendisi köşede duran bir paket hazır çorba dışında dımdızlaktı. Cebinden telefonunu çıkarmak için bir hareket yaptı. Eli boşa gitti. Donla olduğunu unutmuştu. Önce masada duran telefonuna yöneldi, sonra vazgeçti. “İçin dışın lahmacun oldu göbek kardeş” dedi, “bir çorba yapmalı sana.” Bir tencere aradı. Bulamadı. Çükü kadar yalnız yaşadığı apartman dairesindeki üç tencereyi de, yaklaşık bir hafta önce içlerine su doldurup, komşu kapılara sinsice bırakıp kaçtığını bile hatırlamıyordu. Kafası o kadar iyiydi. Parmağını uzatıp sallarken gözlerini kıstı ve mırıldandı:
“Tencere, en iyisi tencere;
Arada çorba içersin hiç olmazsa;
Hep lahmacun yiyeceğine”
Karar verdi. Dışarı çıkacaktı. Ve bir tencere alacaktı. Gitti hemen giyindi. Evdeki gizli bölmelerinden birindeki paralarını kontrol etti. Birkaç kez saydı. Geçimini sağladığı dergiden kovulduktan sonra, ilk kitabının ülke çapında patlaması onun için hiç de sürpriz olmamıştı. Hatta kitaptan uyarlama bir film teklifi bile söz konusuydu. Bir kısmını cebine atıp, kalan paraları yerine koyarken, “para kardeşler” dedi, “siz beni, şu kitap gelirleri de gelene kadar bir süre daha idare edersiniz dimi?” Çıkış kapısına yönelirken, yön değiştirdi ve banyoya girdi. Aynada kendine göz kırptı. Ellerini üç numaraya vurulmuş turuncu boyalı saçlarında gezdirdi. Lavaboda duran siyah oyuncağı eline aldı. İnceledi. “Gerçek gibisin tabanca kardeş” dedi. Ve musluğu açıp onu doldurdu. İki kere tetiği çekti. Aynaya fışkıran su aşağı süzülürken, banyodan çıktı.
Bunaltıcı bir sıcak vardı. Dışarı adımını atar atmaz, kumaş pantolonunun cebinden çıkardığı tabancayı yüzüne tutup bir el sıktı. Hemen ardından ıslaklığı gömleğiyle kuruladı. Gazeteden yapma kovboy şapkasını düzeltti. İnsanların arasına karışırken, “Ne süper fikirlerim var” diye düşündü. “Şunlara bak, öyle cadde boyunca giderler gelirler, gelirler, giderler, hiç birinin aklına gelmez bu şapka fikri. Öyle sıcağın altında…” Tekrar çıkardı, ağzına iki el su pompaladı. “Aha, susuzluğumu da giderdim.” Bir elli metre kadar yürüdü. “Hele şuna bak” diye mırıldandı, “nasıl da tepiniyor.” Bir giyim mağazasının önünde, üstüne kar yağdığında giyilecek ne varsa giymiş, ölümüne dans eden delikanlıyı görmüştü. Üstelik müziksiz. Başını çevirip önce gerisine sonra ileriye baktı. “Ey, cadde kardeş” dedi, “sen nelere şahitsin.” Delikanlının tam önünden geçiyordu. “Al, işte bak” dedi, “ o kadar boş gezen varken, teyze de gitti, adres soracak bir onu buldu.” Artık mırıldanmıyor, çevresindekilerin duyabileceği bir sesle konuşuyordu. “Allah’ım, biraz daha zor bozulur akıl verseydin ya şu kullarına.” Konuşmasını ona çarpan kız böldü. “Kimisi telefona bakmaktan önünü göremez, kimisi yolda kendi kendine konuşur, kiminin delirip önüne gelene dalması ya da dama çıkması an meselesidir.” Caddeden ara sokağa saparken, adres soran teyzenin, dans eden delikanlıya çantasını ardı ardına patlatışını gördü. “Neydi o filmdeki adam mesela öyle; herif heyecanlanınca nerede olduğuna aldırmadan mastürbasyona başlıyordu. Gerçekte olmuyor mu böyle şeyler? Olur elbet. O türlüsüne rastlamadım, ama altına edenine şahitliğim var. Envaiçeşit arıza var. Envaiçeşit huy var. Peki, hiç mi yok tıkırında işleyen bir kafa? Var tabii, onlardan da var, ama bugünlerde az rastlanıyor. Ben mesela, benim hiç öyle abuk sabukluklarım yoktur. Arada bir hayalim vardır. Arada da gelip geçen kadınlara çok bakarım. Ama hepsine bakmam öyle. Yaş sınırım vardır. Boy ölçütüm vardır. Kilo sınırlamam vardır. Var oğlu vardır yani. Duranlara da bakarım tabii. Hiç çaktırmam. Ben bakarsam efendi bakarım. Öyle göz ucuyla vızzzt diye, anlamazlar bile. Sonra, hayal dedim ya; he he… Depomdan çıkarır çıkarır boy boy bir köşeye dizerim onları; kimine üç meme takarım, kimine beş… Onlar konan memelilerimdir benim, öyle bekleye dursunlar; alırım elime bir makas, göğü keserim, onlarca huri düşüverir sırayla. Onlara hiç dokunmam; memeleri kendinden, kanatları memedendir... Sadece açarım kucağımı tek tek yakalarım. Sonra da… He he… Bir kadın var şu komşu mahallede. Adı nedir tam olarak ben de bilmem. Sonu ‘el’li bir şey… Cillop gibi hatun. Alayına, gider onunla boynuz takar…”
Sırtında bir anda biten uçar tekme onu yere yığıp laflarını ağzına tepti. Kendisini tutup kaldıran eller, yumruk olup suratında ardı ardına patlamaya başlamadan, o iyice sersemlemişti bile. “Lan sen kimin karısına laf atıyorsun orospu çocuğu” diye kükrüyordu adam. Sert yumrukları arada açılıp tokat oluyor, sağlı sollu çalışıyordu. Balkondaki kadının, “O değil aşkım, o değil, yanlış kişiyi dövüyorsun” cıyaklamalarını duymayacak kadar kendinden geçmiş halde vuruyordu. Çevredekiler adamı tutup uzaklaştırdıklarında ve kadın nefes nefese olay yerine geldiğinde birkaç kişi başında çömelmiş onu ayıltmaya uğraşıyordu.
Kaldırımda boylu boyunca yatıyordu. Gözlerini zorlukla açtığında ilk gördüğü kendisini döven izbandutun, sakallarıyla gizlenen bulanık suratı oldu. Kulaklarında, tekrarlanan “Ayıldı” sözleri yankılanıyordu. İzbandut eğildi.
“İyi misin birader?” diye sordu, elini uzattı, “Kusura bakma ya, bi yanlış anlama oldu.”
Başı dönüyordu. Ayağa kalkmaya çalıştı. Acıyla yığıldı. Su içirdiler. Ağzını yüzünü sildiler. Gözlerini şöyle bir gezdirdi. Etrafını çevreleyen yüzleri izledi. Sağ eli ağır ağır pantolon cebine girerken, sol elini güçlükle kaldırıp izbanduta gel gel işareti yaptı. Adam eğildi. Biraz daha, gel kulağına bir şey söyleyeceğim der gibi bir hareket daha yaptı. Adam iyice eğilince, cebindeki tabancayı çıkarıp adamın başına dayadı. Tetiği çekemedi ama, ağzıyla gücünün yettiği kadar “bam bam” sesi çıkardı. Bununla izbandutun onun dudaklarına yapışması bir oldu. Herif, sevgilisini öper gibi aşkla öpüyordu onu. Göbekli, bıyıklı abiler, “Noluyo lan” bakışlarından sonra, hem altta acı çekeni kurtarmak, hem, pantolonların da çıkarılmaya çalışıldığını gördüklerinden, bu sahnenin tahmin ettikleri boyuta ulaşmasını engellemek adına olaya müdahil oldular. İzbanduta sopalar, tekmeler ardı ardına inmeye başlamıştı.
“Vurun sapığa!” sesleri ortalığı inletirken, kenarda durmuş olayı izleyen bir teyzenin sesi duyuldu.
“Aaa, terbiyesizlere bak, güpegündüz kaldırım üstü kayacaklar birbirlerine!”
Ortalıkta çığlık atan kadını kimsenin duyduğu yoktu.
“Hasta o” diye bağırıyordu kadın, “Hasta o, ani korkularda hep böyle oluyor!” Vurmayın diye tekrarlıyor, gözyaşları döküyordu. Kafasına bir darbe de o alana kadar devam etti.
Bir süre sonra gelen ambulans kaldırımdan tam üç baygın aldı.
Hastaneden çıktığında gün batmak üzereydi. Tedavisi yapılmış, bir ara polisler gelmiş, kendisine sorular sormuştu. Kibarca cevaplar vermiş, kimseden kesinlikle bir şikâyeti olmadığını üstüne basa basa tekrarlamıştı. Elini başına götürdü; şapkası yoktu. Aldırmadı. Ceplerini kontrol etti; tabancası da yoktu. Buna üzüldü; susamıştı. Yürümeye başlamadan önce etrafına şöyle bir bakındı. “Tekrar merhaba cadde kardeş” dedi. “Senden bir saptım başıma neler geldi bak. Tam kadınlar diyordum. Tam o kadından bahsediyordum. İşte bende de böyle bir şans var cadde kardeş; olur ya, göğün fermuarı bir açılsa da cidden cillop gibi huriler yağsa, bana düşe düşe böyle Hunili Nuriler düşer.” Avuçlarını yüzünde tutup ağır ağır çekti. “Canım yanıyor cadde kardeş, canım yanıyor. Kötü hissediyorum. Kötüyüm… Aslında, iyi insan da yoktur ya, kafası iyi insan vardır. Ve acı çekmeye mahkûm edilmiş insan acılarını bu kafa iyiliğinin ayarı kadar unutur. Sanırım ben de o iyi kafaya ulaşamayanlardanım. Sanırım yetersizim. Bir banka oturdu. Bir süre gözlerini kapadı ve sustu.
***
Evine giden yolda bir kitapçının önünde durduğunda, başında, bulduğu bir gazete parçasından yaptığı şapka vardı. Dükkâna girdi. Onu karşılayan tencereleri, oyuncakları gördüğünde, dışarı neden çıktığını çoktan unutmuştu.
“Pardon” dedi kasadaki kıza, “kitapçı değil mi?”
Kız, soru soranın görüntüsünden biraz da ürkerek, eliyle merdivenleri işaret etti, “Alt kat efendim.”
İndi. Yarım saat kadar kitaplara bakındı. Aradığını bulamayınca, asık bir suratla görevli delikanlıya yaklaştı.
“Yahu” dedi, Gökten Kediler yok mu sizde?”
Delikanlı anlamamıştı, çekingen bir ifadeyle “Ne efendim?”
“Gökten Kediler” dedi tekrar, üstüne bastıra bastıra, “Gökten Kediler, Gökten Gelip Göğe Girenler.”
Delikanlı, gülmemek için kendini zor tuttu. Yanlış anlamıştı.
“Kitap mı bu?”
“Evet” dedi. “Yazarı da benim. Ben, Hamit Hamitdoğurtan… Benim romanım.”
“Maalesef efendim” dedi delikanlı sırıtarak, “sizi de kitabı da ilk kez duyuyorum.”
Hamit’in gerçekten de böyle bir romanı vardı. Ama ülke çapında patlaması ve kitaptan uyarlama bir film meselesi, onu, akıl sağlığı gittikçe bozulunca yüz üstü bırakan, dergiden, sözde iki arkadaşının, onun eline bıraktıkları bombadan başka bir şey değildi.
Bir anda parladı. “Nasıl duymazsın!” diye bağırıp çağırmaya başladı. Delikanlının üstüne yürürken düşen şapkasına hiç aldırmadı. “Nasıl duymazsın, senin gibi kitap cahili, yazar düşmanı dallamaları kim alıyor işe? Dağıtırım burayı, patronunu çağır ulan, patronunu çağır! Kovduracağım seni!”
Sesi duyan birkaç müşteri ve diğer çalışanlar olay yerine damlamışlardı. Bir anda sustu ve parmağını etrafını saran geniş çemberde birkaç tur attırdıktan sonra durdu.
“Sen” dedi, seçtiği kişiye, “Gökten Kediler, Gökten Gelip Göğe Girenler okudun mu?”
“Hi hi” diye ağzını kapayarak güldü kız, “Hayır, ilk sizden duydum.”
“Cahilsin!” dedi kıza. Parmağını başka biri üstünde durdurdu. “Ya sen?”
Başını iki yana salladı orta yaşlı adam. “O da neymiş efendim?”
“Yaşından utan cahil!” dedi. Cahili üstüne bastıra bastıra söyledi. “Hepiniz cahilsiniz, hepiniz” diye söyleniyordu. “Dünyadan bir habersiniz! Patronunuzu çağırın bana, patronunuzu!”
O sırada, çemberi yararak, “Mesele nedir?” diye sordu şık giyimli parlak suratlı bir adam.
Avuçlarını birleştirerek Japonlar gibi selam verdi “Patron siz misiniz?”
“Evet, buyurun yardımcı olalım.”
“Efendim, ben Hamit Hamitdoğurtan. Gökten Kediler, tam adıyla, Gökten Kediler, Gökten Gelip Göğe Girenler adlı romanın yazarıyım. Bu cahil sürüsü, neredeyse üç gündür ülke çapında popüler olmuş, hatta yakın zamanda film uyarlaması yapılacak bu kitaptan bihaberler…”
Patron uyanık geçinen bir adamdı. Bilmediklerini biliyormuş gibi davranmasını iyi bilenlerdendi. Patron da değildi zaten, torpil kontenjanından iş verilmiş mağaza müdürüydü.
“Ah, efendim” dedi, “nasıl duymazlar böyle bir kitabı. Gül gül öldüm okurken. Hele o uzaylı kediler atmosferi delip geçtikleri yetmiyormuş gibi, bir de affedersiniz, o kadar gö...”
Hamit ters ters baktı.
“Nesine güldünüz, anlamadım! Çılgın bir bilim adamının dünyayı yok etmek üzere bir gökdelenin zirvesindeki laboratuvarda geliştirdiği kediden gelip kediye giden tohumların katliamı mı güldürdü sizi?”
Çakma patron ağzını bir şey söyleyecekmiş gibi açtı. Konuşamadı.
“Tabii” diye devam etti Hamit, “Kitabın başlarındaki katliam, kahramanımızın tesadüfi müthiş keşfiyle rengini kötüler aleyhinde değiştiriyor.”
Karşısındaki başını sallıyordu.
“Evet, kilit nokta tam da orasıydı dimi efendim? Yahu o ne müthiş bir buluştu öyle!”
“Dimi” dedi Hamit, “bu parlak fikir lahmacun yerken aklıma geldi. Yani, kahramanımızın yemeğine o tozdan kedi tohumlarının karışışı filan ve o müthiş yuva belleyiş, müthiş kombinasyon, üreyiş, müthiş bir silaha dönüşüş… Peki, bu silahın günün tamamında değil de sadece gece yarısından gün doğumuna kadar kullanılabiliyor olması sizce de kitabı daha etkili hale getirmemiş mi? Hani, kahraman şifresini çözdüğü tozları yutuyor ve ağzından takır takır düşmanlara fırlatıyor ya yüzlerce kediyi...”
Patron etrafındaki kıkırdamalar, fısıldamalar eşliğinde araya girdi. Ve Hamit’in sırtını sıvazlayarak çıkışa doğru sürükledi.
“Kesinlikle efendim, bence tamamıyla süper bir kitap yazmışsınız.”
Gaza gelen Hamit de kolunu patronun beline dolamıştı.
“Her üfürüşte ortalığa dağılan yüzlerce tohumun kediye dönüşürken üstlerine göğü giyinmeleri nasıldı peki? Böylece hem kedilere hafif görünmezlik kattım, hem göğü yere indirmemin avantajını finalde kullandım.”
Peşlerinden gelen grup kendilerine yapılan işaretle geride kalmıştı. Ve patronlarının kısık sesle sorduğu soru güçlükle duyuldu.
“Peki, efendim, kediyi göğü anladım da bu giriş neden, neden gökten gelip...”
Hamit eve döndüğünde hava kararmıştı. Elindeki poşeti bir köşeye bıraktı. Üstündekileri çıkardı. Donla kaldı. Banyoya girdi. Kendisini izlerken, “Ayna kardeş” dedi, “iyi dövdüler bizi.” Parmaklarını mor gözaltlarında gezdirdi. Alnındaki yara bandını söküp lavaboya attı. Musluğu açtı, yüzüne su çarptı. Başını kaldırıp kendisiyle göz göze geldi. Bir kez daha, “Ayna kardeş” dedi, “iyi dövdüler bizi.” Ve ekledi, “İyi dövdüler ama, patrona da yumruğu iyi çakıp kaçtım.
Bir köşeye bıraktığı poşet gece yarısına doğru aklına geldi. İçindeki lahmacunları çıkardı. Yedi.
YORUMLAR
7TEPE
😊 keşke bikaç bölüm yayınlasan...
Adamın bakıp içeriye davet ettiği güneşi deli. Gerisinin normal sayılmaması normal.
Sevdim öyküyü.