- 596 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
PANTOLONUM NEREDE?
“Öğretmenim,” diye yazmış bir yazımın altına Nedim Güzel, “bizim köyde yaptığınız staj süresinde yaşadıklarınızı da yazacak mısınız?” “Çok yakında yazarım Nedim.” dedim kendisine.
O köy stajından kalma fotoğrafları çıkardım albümden. Köyün öğretmenleri, öğrenciler ve köyün gençleri ile okul önünde çektirdiğimiz dört fotoğraf vardı. O staj günlerinin üzerinden elli yıl geçmiş. Elli yılın alıp götüremediği ne kaldı aklımda? Şöyle bir düşündüm, anlatayım dedim.
O yıllarda köylerimizdeki okullara gönderilmek üzere öğretmen yetiştiren öğretmen okulları vardı. O okulların da yurt genelinde çok dengeli bir dağılımı yapılmıştı. Kırşehir’de yatılı erkek, Nevşehir’de yine yatılı kız ilköğretmen okulu gibi.
Bu okulların son sınıflarında öğrenciler gruplara ayrılarak iki ay köy stajına gönderilirdi. İşte o iki ay mesleğin gerçekten öğrenildiği süreydi. Okulda üç yıl çeşitli dersler okuyorduk; ama öğretmenlik konusunda gerçek uygulama o iki aylık sürede yapılıyordu.
Kırşehir Erkek İlköğretmen Okulu son sınıfında, 6A sınıfındayım. Okul yönetimi, sınıfımızı gruplandırmış, köy stajına gönderiyor. Sınıfımızdaki yedi kız arkadaş bir grup, otuz üç erkek arkadaş da üç grup oluşturmuş. Bizim grup on üç kişi, staj yerimiz de Dulkadirli İnlimurat-Karşıyaka köyü.
Heyecanlıyız. Niye heyecanlıyız? Hem yatılı olmanın sıkı düzeninden kurtulup özgür olacağız hem de köy öğretmenliğini yerinde görüp mesleği daha iyi öğreneceğiz.
Köy, adından da anlaşılacağı gibi iki parça. Okul yönetimi çevresinde ev olmayan, yüksekçe bir yerde ev tutmuş. Bizim için gerekli on üç ranza, bir soba büyükçe odaya, mutfak araç gereçleri de küçük odaya yerleştirilmiş.
Tepenin başındaki bu tek ev toprak örtülü. Ne zaman yağmur yağsa hem yataklarımızın üstüne hem de mutfak olarak kullandığımız yerin tabanına su damlıyor. Kış yalarında gittiğimiz için hava çok soğuk, dışarıda kar da oluyor zaman zaman. Ev, taş kayılarak yapılmış. Yer yer aradaki çamurdan harç döküldüğü için içerideki duvardaki açıklıklardan dışarının ışığı görülüyor.
İki aylık sürede neler hatırlıyorum? Sizi gülümsetecek birkaç anım var:
Genciz, on yedi yirmi yaş aralığında on üç öğrenci. Her gün iki kişi evde nöbetçi kalıyor. Yemek hazırlanacak, temizlik yapılacak, soba yakılacak. Yaptığımız yemekler de yemeğe benzerse … Köyde Sadık adında biri var. Bizim en büyük neşemiz. Zararlı bir değil; ama akıl sağlığı da yerinde değil. İkindi üzeri ders bitip eve dönünce ara sıra köyün birkaç genciyle birlikte Sadık da evin önüne geliyor. Hemen alkış tutarak başlıyoruz:
-“ Haydi Sadık! Şu “Amanın kelle” türküsünü söyle.
Sadık hiç ikiletmiyor, başlıyor:
Amanın kelle kelle
Gel beni biraz yelle
Amanın kelle kelle
Altını üstünü yelle
Sadık’ın türküyü söyleyişinden çok, oynayışına gülüyoruz. Onun bu türküyü bizimle birlikte söylerken yaptığı hareketler hepimizi gülmekten yere yatırıyor.
Anadolu’da derler ya, “Her köyün bir delisi vardır.” diye. Sadık da kimseye zarar vermese, üstelik eğlence kaynağımız olsa da o köyün delisi.
Okulda bir müdür, iki öğretmen var. Önce biz grup olarak onların derslerini dinliyoruz. Okul müdürü Ali Korkmaz, bize çok sıcak yaklaşım gösteren iyi bir insan. Öğretmenler; Türkan Mızrak ve Hayriye Akalın. İkisi de saygıdeğer insanlar.
Bir gün çok yağmur yağdı. Evin toprak damından yağmur suyu içeriye damlıyor. Odaların tabanları da toprak olduğu için damlayan sulardan ıslanmış. Yataklar da öyle. Ne yapalım, çaresiz kaldık. O yataklarda yatılmaz. Kim düşündü, nasıl oldu bilmiyorum, bizi ikişer üçer köy evlerine dağıttılar. Ben ve iki arkadaşım, şimdi kimlerdi hatırlamıyorum, yaşlı bir dedeyle ninenin evinde kalacağız o gece. Akşam üzeri evlere dağıldık. Evin sıcak odasında dedeyle sohbet güzeldi; ama zaman geçtikçe bizim karınlardan da gurultu başlamıştı. Biz “Açız.” diyemiyorduk, dededen de ses çıkmıyordu. Dede, bizimle sohbetten hoşlanmış olacak ki “Karnınız aç mı evlatlar?” demiyordu. Gece yarısına doğru “Haydi yatın evlatlar!” dedi, biz boynu bükük yatmaya hazırlanırken birden “Allah Allah, ben nasıl düşünemedim, sizin karnınız da açtır.” Biz de tık yok. Anladı ki açız. Dışarıya bağırdı, “Kııyz, çocuklara yiyecek bir şeyler hazırlayın!”
Sini de pekmez, yufka ekmek, cere peyniri, turşu geldi. Öyle acıkmışız ki biraz sonra sini tertemiz. O pekmezin, peynirin, turşunun tadını unutamam.
Uygulama dersi öğretmenimiz Aydın İpek. Kendisini rahmetle anıyorum. Bir akşam okulun arabasıyla çıkageldi. “Bu çocuklar ne yapıyorlar, işler iyi gidiyor mu, bir bakayım.” diye gelmiş kendi söyleyişiyle. Biz, mutfak olarak kullandığımız odada yarım daire olduk, sandalyelerimize oturup sıralandık. Aydın Bey değişik konularda konuştu ve bir ara dedi ki:
-“Sigara içiyor musunuz çocuklar?”
Biz hep bir ağızdan Hababam sınıfı misali:
-“Hayır hocam içmiyoruz.”
-“Aferin çocuklar!”
Aydın Bey de biz de o arada yere bakmışız istemeden. Islak toprak tabana yapışmış Bafra, Yenice sigaralarının kağıtları. Gülümsedi Aydın Bey, “Hoşça kalın çocuklar, hepinize iyi akşamlar, sizi hep böyle göreyim.” dedi ve gitti. Öğretmenlik öyle eften püften iş değildir. Hoşgörü, sabır, bilgi, donanım ister.
Köye ara sıra uğrayan bir minibüs var; ama biz Kırşehir’e üstü çadırlı bir kamyonla sinemaya gittik bir kez. On üç kişi kamyonun arkasına doluştuk. Sohbet, türkü gırla gidiyor. Özbağ’ı geçip Kışehir’e beş altı kilometre kaldığında bir ara kamyon durdu. Bu arada, gençlik bu ya, bir arkadaşımız “Arkadaşlar, kamyondan atlayalım, şoför Kırşehir’e varınca bizi bulamayıp şaşırsın.” dedi. Boşa mı demişler “Kafamızda kavak yelleri eserdi.” diye. Biz beş altı kişi o “kavak yeli”ne uyup atladık kamyondan, şoförün haberi yok. Biraz sonra kamyon gazladı gitti. Neymiş efendim, şoför varınca şaşıracak, “Nerede bu öğrenciler?” diye telaşa düşecek. Kimsenin umurunda olmadı, biz o kadar yolu koşa koşa gittik, sinemaya zor yetiştik.
Köyün aklımda kalan bir özelliği de bu okul ve o değerli öğretmenleri olduğu halde ortaokula giden pek yoktu galiba. Okulu bitiren Ankara’ya yağlı boyacılığa gidiyordu, diye biliyorum.
On üç arkadaştık, İki ay bir özgürlük havası içinde yağmur, kar da olsa, yemekler bir şeye benzemese de mutlu günler geçirdik. Sayalım bakalım arkadaşlarımın hepsi aklımda kalmış mı?
Erdal Güzelküçük, Asım Bayık, Ömer Saraç, Yekta Şahin, Recep Taşkıran, Ahmet Kirişçi, Mustafa Ergün, Selahattin Erdoğan, Ramazan Can, Veli Çalışkan, Numan Kurt… İki arkadaşı şu anda hatırlayamadım, fotoğraflarda da yoklar.
Erdal Güzelküçük ve Asım Bayık; genç yaşta rahmetli olmuşlar. Saygı ve rahmetle anıyorum. Asım Bayık, sınıf listesinde benden sonraydı. Her gün iki kişinin nöbetçi kaldığını belirtmiştim. Staj sonuna doğru sıra Asım’la bana gelmişti; ama son günler olduğu için diğer arkadaşların çoğuna sıra gelmiyordu. Asım buna itiraz etti. Ben de “Ne olacak canım, arkadaşlar için yapalım.” desem de kabul etmedi. “Kura çekelim, kimler çıkarsa onlar tutsun.” diyordu. Tartıştık, kavgacı bir değilim; ama gençlik heyecanı olmalı, birbirimizin üzerine yürüdük, arkadaşlar araya girdiler. Bu olaya hâlâ üzülürüm. Nur içinde yat üç yıllık sınıf arkadaşım Asım Bayık.
Başka bir yazımda da anlatmıştım ya, burada da anlatmadan geçemeyeceğim. Ramazan Can, staj arkadaşlarımızdan biri. Gece gündüz ders çalışır. Çok da tutumludur. Aldığı her şeyi bir defter yazar. “Yirmi beş kuruşa çekirdek aldım, bir liraya sinemaya gittim.” gibi.
Staj köyünde o tepedeki evdeyiz. Ben ve bir arkadaşım nöbetçiyiz. Diğer arkadaşlar okula gittiler. Ranzalarımızın arasında kocaman bir soba var. Aklıma bir şeytanlık geldi. Ramazan’ın beş altı yıldır giydiği söylenen yeşil kadifeden yivli bir pantolonu var. Paçaları lime lime olmuş. Okuldan gelince pijama niyetine giyiyor. Yeşil rengi bile uçmuş. Kiminle nöbetçiydim hatırlayamadım; ama arkadaşıma dedim ki:
-“ Ben, bu Ramazan’ın pantolonunu yakacağım.”
-“Olur mu, Ramazan pantolonsuz ne yapar, yıllardır giyiyormuş.”
-“Yeter arkadaş, her tarafı dökülüyor, lime lime olmuş.”
-“Ama bilirse ben karışmam.”
-“Tamam.”
Pantolonu dolaptan çıkardım, sobaya attım. gürül gürül yandı kadife pantolon kiriyle, püskülüyle. Çok zaman geçmeden arkadaşlar geldi. Gelen “Soba da sıcakmış,üşüdüm.” diye sobanın başına koştu. Bu arada bizim Ramazan harıl harıl pantolon arıyor. “Yahu arkadaşlar, benim pantolonum nerede?” “Ramazan bırak şu altı yıllık pantolonu, yenisini alırsın.” diyorum. gülüşüyoruz. Ramazan şüphelenmiş olacak ki gelip sobanın kapağını açıyor, Sobanın içinde pantolon yanmış, kabartılı yerlerinde köz daha duruyor. Ramazan bize kızsa da gülüşüp işi tatlıya bağlıyoruz. O da altı yıllık pantolonunda kurtuluyor.
Karadenizli kooperatifçinin kızına âşık olan arkadaşımızla kooperatif binasının etrafındaki turlarımız da ayrı bir anı. Adını yazmayayım, kendisi okuyunca gülümseyecektir.
…………..
İşte böyle, Nedim Güzel’le, o güzel ses ve saz sanatçısıyla Ankara’da tanıştık, internet ortamında iletişimimiz oldu. Bir mesajında “Öğretmenim, bizim köydeki günlerinizi de anlatın.” dedi. O zaman ilkokul birinci sınıftaymış Nedim. Biz ona türkü söylettirirmişiz. Nerden nereye? Belki staj sırasında bir iki saat Nedim’in sınıfına girmişizdir; ama Nedim bugün “Öğretmenim” diye saygıda kusur etmiyor.
Arkadaşlarıma sağlıklı yıllar, Nedim’e sevgiler.
……………………………………………………………………
Numan Kurt
10 Aralık 2018
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.