- 867 Okunma
- 2 Yorum
- 1 Beğeni
Miyase’nin İbriği
Çorak sıvalı kerpiç ev, evin solundaki odunluk, ekmek tandırı, odunluğun hemen önünde öteberi ekilmiş bahçe; tezek kokusu, koyun gübresi, avluda mütemadiyen yanan ocak… Yıllardır hiçbir şey değişmemişti sanki. Değişen yalnızca Miyase miydi yoksa?
Genç kızların imrendiği, genç erkeklerin gözdesi Miyase gitmiş, çocukların eğlencesi Miyase gelmişti. Ne güzelliğinden bir emare ne de imrenilesi bir yanı kalmıştı.
Cemal Pehlivan derlerdi köyde kocasına. Güçlü kuvvetli, yakışıklı bir gençti o vakitler. Miyase’ye kavuştuğu gün dört koyunu kurban etmişti. O bile artık çilesine katlanamaz olmuştu. “Yetti gayrı” diyordu kendi kendine. Hastalıklarıyla mı uğraşsın deli bir kadınla mı? Hele ikinci karısının dırdırları hayatı çekilmez kılıyordu.
“Ömrümü yedi Deli Miyase” diyordu kuma da. Çocukları tembihleyip pınar yolunda taşlatıyordu. İstediklerini yapanlara taze yumurta veriyordu. Yılsın, kaçıp terk etsin köyü istiyordu ama Miyase’nin çocukların taşından, kadınların alayından usanacağı yoktu.
Sabah uyanır uyanmaz bakır ibriğini alır, pınar yolunu tutardı. Ne söylediği anlaşılmasa da bir türkü mırıldanarak ibriği doldurur, getirip suyu bahçedeki tek selvi ağacının köküne dökerdi. Bu, yemek ve uyumak dışında yaklaşık otuz yıldır mütemadiyen yaptığı tek şeydi. Tarlaya gitmez, çamaşır yıkamaz, yemek yapmaz, ağılı temizlemez hatta kocasının önüne bir tas su bile koymazdı.
On beş yaşında gelin olmuş, on altı yaşında doğum yapmıştı Miyase. Ay parçası gibi bir oğlu dünyaya geldi. Yemedi yedirdi, içmedi içirdi. Gül kokuları sürerek büyüttü yavrusunu. Kınalayıp ellerini askere gönderdi. Bir acı haber yetti Miyase’nin delirmesine. Şehit düşen yavrusunun askere gitmeden önce aldığı ibriğe sarıldı. Onu yavru belledi, onunla avundu. Aklını yitirdi ama sevgisini hiç kaybetmedi. Deliler daha büyük severmiş gösterdi cümle âleme. Yavrusundan kalan tek hatıra oldu ibrik. Bakır ibrikle yattı, bakır ibrikle kalktı. Yıllarca su döktü selvi ağacının köküne. Sanki her yeşeren filiz, oğulcuğuna gönderdiği bir hediye gibiydi. Kimsenin anlayamadığı türküler yaktı. Pınar yolu adeta gurbet ile sıla arasındaki yol oldu.
Miyase’nin varlığına katlanamayan kuması ne yaptıysa kurtulamamıştı ondan. Cemal’i kışkırtmış dileğini yerine getirtememiş, çocukları üzerine salmış bıktıramamış, hatta yemeğine fare zehri koymuş öldürememişti. Cemal evde yokken kaç defa meşe bir sopayla dayak atmış, saçını başını yolmuş, ocaktaki közle bacaklarını dağlamış ama yine de Miyase’den kurtulamamıştı.
Bir gün oturdu, sabahtan akşama kadar ondan kurtulmanın yolunu düşündü. Ne yaptıysa sonuç vermemişti ancak Miyase’yi başından defetmeye kararlıydı.
“Boğazını sıkıp öldüreyim” diye geçirdi içinden. Bir süre sonra bunu yapması halinde başının derde gireceğini düşünerek vazgeçti bu fikirden. Tarlaya götürüyorum diye yazıya çıkarıp, ormanda bir uçuruma atmayı planladı ancak bu fikir de çok tatmin etmedi kumayı.
Pencereden deli kadını izlemeye koyuldu. Bir yandan planlar kuruyor bir yandan küfrediyordu. Miyase’nin garip hareketlerine odaklandı.
Miyase selvi ağacını okşuyor, ibrikteki suyun bir damlasını bile boşa harcamadan özenle köke döküyordu. Arada bir ibriği bir bebeği kucaklar gibi kucaklayıp öpüyor, ince parmaklarını ibriğin gövdesinde gezdiriyordu. Her pınara gidip gelişinde, kurulmuş bir makine gibi aynı hareketleri eksiksiz tekrar ediyordu.
Yıllardır gülümsediğini görmediği deli kadının, ibriğe sarılırken hafifçe tebessüm ettiğini fark etti. Bunda bir anlam olmalıydı. Belki on kez aynı anı tekrar izledi. Miyase’nin hiçbir hareketi bir öncekinden farklı değildi. Hızlı adımlarla selvi ağacının önüne geliyor. Önce sol eliyle ağacı okşuyor, sonra eğilip bir şeyler söylüyor, daha sonra da suyu usul usul boşaltıyordu. İbrikteki su bitince doğruluyor, ibriği bağrına basıyor ve tebessümle öpüyordu.
Bütün bunları gördükten sonra Miyase’den tümden kurtulamasa bile, ona en azından zarar vermenin bir yolunu bulmuştu. Habis bir düşünce belirdi aklında. “Belli ki ibrik deli karı için çok kıymetli. Eğer ibriği kaybedersem kahrolur.” diye geçirdi içinden. Bunu nasıl yapacağını planlamaya başladı. Cemal eve gelene kadar da bu düşünce ile zamanı geçirdi.
Nihayet akşam oldu. Yemekler yendi, her günkü işler yapıldı. Kuma, oldukça neşeliydi. Oysa somurtur, deli kadın odasına gidene kadar bir kez bile gülümsemezdi. Cemal’e hizmette kusur etmemeye, onun moralini bozacak tek kelime konuşmamaya çalışıyordu. Uyku vakti gelene kadar da zamanı aynı mülayimlikle geçirdi.
Miyase, bir zamanlar öteberi koymak için yapılan odaya geçti, hazır yatağına serilip uykuya daldı. Kuma da Cemal’in koynunda uyuyormuş gibi yapıp, onun da uyumasını bekledi. Gece yarısı sessizce çıktı yataktan. Ayakuçlarına basarak Miyase’nin yattığı odaya yaklaştı. Gıcırdamasın diye gün içinde menteşeleri yağlamıştı. Sessizce açtı kapıyı ve Miyase’nin yatağına yöneldi. Ay ışığının içeri düşmesi için perdeyi birazcık araladı. Yorganını biraz aşağı çekince ibrik göründü fakat Miyase ibriğe sıkıca sarılmış, bağrına bastırmıştı. Tutmuyor, adeta bir mengene gibi kavrıyordu. Kuma, Cemal’in uyanmasından da korkarak planı ertesi güne bırakıp yatağına gitti.
Günlerce ibriği Miyase’den alabilmek için uğraştı. Her defasında odaya giriyor ancak Miyase ibriğe sıkıca sarıldığı için başaramıyordu. Nihayet bir gece Miyase’nin ellerinin ibriği sarmadığını gördü. Usulca ibriği çekip, hızlı adımlarla dışarı çıktı. Ören yerine doğru bütün hızıyla koştu, ibriği taşla ezdi. Bir bakır yumağı haline gelen ibriği önceden kazdığı toprağa gömdü. Üzerine de büyükçe bir taş koyup eve geldi. Yatağına uzandı ve derin bir uykuya daldı.
O sabah bütün köylü Miyase’nin sesiyle uyandı. Miyase’nin sesi bir kurt tarafından boğazlanmış buzağının feryadı gibi yükseliyordu. Deli kadının feryadı bütün köyü ayağa kaldırmıştı. Cemal de uyandı. Miyase’nin bin türlü ezası vardı ama hiçbir zaman sabah erkenden kalkıp böyle feryat etmezdi. Fırlayıp kalktı yataktan. Avluya çıkınca Miyase’nin saçlarını yolarak ortalıkta koştuğunu gördü. Arada kendini yere atıyor, sonra aynı güçle zıplayıp doğruluyor ve koşmaya başlıyordu.
Cemal deli kadının önüne geçmeye, onu durdurmaya çalıştı ancak Miyase’nin cılız bedeni adeta bir aslanın gücüyle donatılmıştı. Miyase’yi durdurmak mümkün değildi. Kuma bile bu feryattan korkmuş, kapıdan dışarı adım atamamıştı. Köylü, Cemal’in evinin önünde toplandı. Miyase’yi durdurmak için hiçbir güç, hiçbir söz tesir etmiyordu. Parmakları ile toprağı kazıyor, kazdığı toprağı avuçlayıp kokluyor, bir şeyler söylüyor sonra bir adım ötesini yeniden kazmaya başlıyordu. Öyle nizami yapıyordu ki bunu, kuma, ibriği bulmasından korkup arka bahçeden ören yerine geçti. Acelece, eğip bakır yumağına çevirdiği ibriği çıkardı. Ne yapacağını düşünürken bir çerçinin arka yoldan geçtiğini gördü. Bir avuç kırık leblebi alıp, bakır ibriği çerçiye verdi. Sonra leblebiyi savurdu.
Miyase adım adım toprağı tırnaklarıyla kazmaya devam ediyordu. Cemal de dâhil kimse onu durdurmaya cesaret edemedi. Saatlerce bütün avluyu, evin önünden geçen sokağı ve nihayet ören yerini tırnakları ile eşeledi. Kumanın ibriği gömdüğü yere gelince toprağı iyice kokladı. Sonra büyük bir çığlık atıp iki eliyle esvabının gerdan kısmını parçaladı. Bütün hızıyla köyden çıkıp tepeye doğru koşmaya başladı. Feryatlar, ağıtlar gittikçe yavaşladı. Miyase tepeyi aşıp gözden kayboldu. Kimse arkasından gitmedi ve o günden sonra Miyase’nin ne ölüsüne ne dirisine rastlayan oldu.
YORUMLAR
Okuyanı ağlatmaya gerek var mıydı? Allah bütün Miyaselere sabır versin... emeğinize sağlık