- 715 Okunma
- 1 Yorum
- 0 Beğeni
Clara ve ben
Okuduğunuz yazı Günün Yazısı olarak seçilmiştir.
Ben insanların engelli olabileceğini okuma yazmaya başladığım sıralarda okuduğum, Heidi’nin hikâyesindeki Clara’dan öğrendim. Ondan önce görmedim, duymadım. Belki vardı, aileleri onları, oda içinde, odalara saklıyorlardı. Belki antik çağlardaki gibi; tanrının cezalandırdığı kul olduklarını, hatta topluma yarar sağlayamadıkları gibi ailelerinin de topluma katkı sağlamasına engel olduklarını varsayıp, onları ıssız yerlere, dağlara, çöllere bırakıyorlardı. Ya da Claralar kendilerini güzel kamuflaj ediyorlardı. Bunlar oluyordu olmuyordu bilmiyordum ama sarı, uzun lepiska saçlarıyla, akça pakça, çok güzel bir kız, hikâyenin sayfaları arasından, tekerlekli sandalyesine oturmuş hayata küskün, bana küskün öylece bakıyordu. Yüz ifadesinden; güçsüzlük, düşkünlük, çaresizlik akıyordu, çok acımıştım ona. Hemen babaannemin yanına koşup
“Babaanne, neden Allah bazı insanlara kötü davranıyor? Bak bu kitapta Clara yürüyemiyor!” diye sormuştum.
Babaannemin cevabı ilginçti.
“Allah kötü davranmaz çocuğum! Clara büyüklerinin lafını dinlememiş, Allah da onu çarpmış.”
O günden sonra büyüklerin lafından çıkmayı bırak, sanki onların köleleri olmuştum.
Sonra ortaokulda bir ahraz düştü hayatıma. Clara gibi bir uzvu çalışmayan, ama dipdiri, capcanlı. Uzaylıymışcasına incelemeye koyuldum. Acaba ne yaptı da Allah onu çarptı diye acıyordum adama. Tuhaf bir heyecana kapılmıştım, hep yanında olmak, adeta içine girip onun duygularını okumak istiyordum. Babam yaşlarındaydı, babamlarla şakalaşıp gülüşüyorlardı ve babamlar onun tuhaf el, kol hareketlerinden ne dediğini anlıyorlardı. Bir gün bana bakıp bir şeyler söyledi babama. Babam tebessüm ederek bana döndü.
“Neden amcana öyle bakıyorsun?”
“Nasıl bakıyormuşum ki?”
“Bilmem! Amcan diyor ki “ Bana acıyarak bakmasın! Ben çok iyiyim”
Çok utandım. Hemen odadan çıktım. Ertesi gün O, beni yanına çağırıp, saçlarımı okşayana kadar da ortalıkta hiç görünmedim.
Liseye eriştiğim yıllarda, Clara’yı Allah’ın çarpmadığını biliyordum artık. Ancak içimdeki acıma duygumu yok edememiştim, bakışlarımı ona göstermemek için gözlerimi kaçırıyor ya da sayfaları görmezlikten geliyordum. Oysa etrafımı azımsanmayacak bir hızla çoğalan Claralar sarıyordu. Yalnız tekerlekli sandalyelerle değil, değneklerle gezen, el kol hareketleriyle konuşan, kendini ifade edemeyen Claralar. Çünkü kalıtımsal, doğuştan veya çeşitli hastalıklarla beraber; yetersiz sağlık hizmetlerinin, trafik kazalarının, afetler ve terörün yok ettiği organlarından dolayı engeliyle yaşamak zorunda olan insanlar çoğaldı memleketimizde. Kimisi ağabeyimiz, kimisi kız kardeşimiz, kimisi yeğenimizdi… Onları nasıl dışlayabilirdik veya onlar bizden nasıl uzaklaşabilirlerdi. Onlar hep yanımızda, içimizde olsun istedik, öyle de oldular. Ve nihayetinde eskiden antik çağdan kalma bidatlarla köşe bucak gizledikleri, kilit altında tuttukları engelli çocuklarını da gün yüzüne çıkardı aileler. Artık onlar isteklerini, ihtiyaçlarını anlatacak kadar özgüvenli, bizler de onların üzerimizde yük olmadıklarını anlayacak kadar bilinçlendik. Onları ötekileştirmeden göğsümüze basabildik. Güvenerek bize sarılabildiler.
Bu yolda devlet de iyi denebilecek adımlar attı. Hala biraz eksikleri olsa da insanlarımızı hayata kazandıracak, günlük yaşantılarını kolaylaştıracak psikolojik, fizyolojik ve anatomik ihtiyaçlarını karşılayıp, geliştirecek maddi yardımların yanı sıra engelli birey ve ailelerini medikal, psikolojik, sosyal, politik, kültürel alanda aktivitesini güçlendirecek faaliyetlerde bulundu.
En büyük gelişimi ben ve Clara yaşadı.
O, sağlanan imkânlarla, çevrenin güzel yaklaşımıyla ve teknolojinin yardımıyla kuytu sayfalardan çıkıp, ait olduğu yere yerleşti. İçe kapanıklığından, isyanlarından, kaprislerinden kurtuldu. Heidi’nin dediği gibi, “çiçekleri toplamak için yürümek ve çabalamak gerek.” tiğinin bilincinde, hayata daha güzel bakıyor ve hayatın her alanında başarı imzaları var.
Ve Clara’nın yalnızlığına eşlik eden, ondan daha çok hayata küskün, kırılgan, çaresiz, kendisini yalnızca çocuğunun engeline adayan, bu uğurda savaşan, bütün umutlarını çocuğunun engelsiz yaşamasına odaklayan anneler; en mutlu anlarında bile kocaman hüzünler, korkular taşısalar da, geleceğe umutla bakmanın, çocuklarıyla gurur duymanın hazzına da varabiliyorlar.
Ben, gündüz keçi sütü, kuru ekmek yeyip, kırlarda seken, gece samandan yatağında yıldızları seyrederken güzel düşler kuran, engelli arkadaşı için üzülen, iyileşmesi için çırpınan Heidi gibi olmaktan çoktan uzaklaştım. Heidi benim yaşımda olsaydı ne olurdu bilmiyorum ama ben şimdi daha gerçekçi, daha somut, daha acımasız bakıyorum hayata. Çünkü engelli de olsam, engelsiz de olsam hayata bir kez geldiğimi ve hayatın çok kısa olduğunu biliyorum. Sabır, sevgi, sebatla altından kalkamayacağımız engelin olmadığını biliyorum, ayrıca değiştiremeyeceğimiz durumlar varsa onu olduğu gibi kabullenmek gerektiğini, onunla yaşamasını öğrenmemiz gerektiğini biliyorum. O zaman neden azmine hayran olmak, gıpta etmek yerine Clara’ya acıyım ki? Ayrıca ben de bir engelliyim, benim de birkaç organım yok. İç organlarımın bir kısmını aldırdım. Dilediğim gibi yiyemiyor, gezip tozamıyorum, duyularımın çoğu iflas etmek üzere, ilaçların etkisiyle de olabilir normal düşünemiyorum, yapacağım işler için yardım umuyorum. Ama bana kimse engelli demiyor. Engelli olmak için illa dış organlarımdan birinin olmaması mı lazım?
Demek istediğim: Yok aslında birbirimizden farkımız, hepimiz insanız!
P.Sever dirican