- 627 Okunma
- 1 Yorum
- 1 Beğeni
Olmayınca daha çok olmuyor
“Çalışmama ara verir vermez gitgide daha çok batıyormuşum gibi geliyor.” Virginia Woolf, Günlük’ten…
Yazmak bana ‘işe yaradığımı’ hissettiriyor. Birkaç güzel cümlenin (o da kendimce) kalemimden/klavyemden dökülmediği gün çöpe atmışım gibi içimi acıtır. Sanki kaçırılmış bir fırsattır zaman. Ne için? Daha kalıcı birşeye dönüşmek için. Bekaya kavuşmak için. Şahit tutmak için. Yazamadığım şeyleri ıskaladığıma inanıyorum. En azından içimde bir yerde öyle hissediyorum. Hatta onlara haksızlık ettiğimi düşündüğüm bile oluyor. Bir ikramı reddetmişim gibi. Düpedüz kabalık. Nihayetinde bu ilhamları bize taşıyan, uzatan, ikram eden melekler yok mu? Onlar reddedilmeyi kabalık olarak görmez mi?
“Şunu da yazayım!” diye not aldığım bir sürü şey var. Yazılamamış. Kaynağı ben değilim besbelli. Yetişemememden ve hem kalmamasından belli. Bir pınar başında oturmuş gibiyim. Bendeki avuçlarla bu kadar oluyor. Bu kadar taşınıyor. Bazen o notun neyi çağrıştırdığını dahi unutuyorum sonra. Canım yanıyor. O bir kere varolmuştu. Bir kere lütfedilmişti bana. Fısıldanmıştı. Kıymetini bilemedim. Acele etmedim. Acaba bir daha varolacak mı? Birbirimizi görünce tanıyacak mıyız? Belki benden alındı. Başkasına bağışlanacak. Başkasından okuyacağım ben onu. Vizontele’de Yılmaz Erdoğan’ın dediği gibi diyeceğim o zaman: “Şerefsizim benim aklıma gelmişti!” Acaba diyebilecek miyim?
Yokluğun da bir vücudu olduğunu savunanlardanım. Fakat bunu varın yokluğu için söylerim. Yokluk varlıktan öncesi için konuşulamaz. Mutlak yokluk, hakkında konuşulamayacak, hatta farkına bile varılamayacak derecede yoktur. Sadece ’var’ vardır. Hayal bile olmayanla meşguliyet için bir emare ister. Mutlak bir meçhülün üzerine hayal kurulamaz. Başta söylediğimi biraz daha düzelterek söyleyeyim o halde:
Vücuda bir kere gelen şey asla tastamam yok olmuyor. Yalnız varlığı türlü çeşit ’izlere’ dönüşüyor. İz de bir varoluş şeklidir. Çağrışım da. Unutulmamak da varlığın bir çeşididir. Unutmadığınız şeyin vücudu da devam eder. Bu işin sizde olan kısmı… Hem sadece hayalinizde onunla meşgul olmak değil kastettiğim. Daha geniş düşünün: Siz aslında yazarak da onun varlığını devam ettiriyorsunuz. Farklı bedenler buluyor o sizinle. Gidenin ardından yazılan şiirler, nesirler, edilen sözler, sitemler… Onların da bir vücudu yok mu? Işığın güneşi gösterdiği gibi sitemleriniz/pişmanlığınız da anılanı göstermiyor mu?
Mürşidim bu sadedde der ki: “Nasıl ki, meselâ bir çiçek vücuttan gider; fakat yüzer tohumcuklarını ve tohumcuklarda mahiyetini vücutta bırakmakla beraber, küçük elvâh-ı mahfuzada ve elvâh-ı mahfuzanın küçük nümuneleri olan hafızalarda binler suretini bırakıp, zîşuurlara etvâr-ı hayatıyla ifade ettiği tesbihât-ı Rabbâniye ve nukuş-u esmâiyeyi okutturur, sonra gider.”
Evet. Ertelenen şeylerin de bir vücudu var. Yapılmamanın vücudu. Tasavvurdan vücudlar. Pişmanlıktan vücudlar. Nasıl? Sözgelimi: Birşeyi ’dem bu demdir’ dediğiniz bir anda yapamadınız. Sonra o ne oluyor? Bence yok olmuyor. Onun yokluğunun varlığı, daha doğrusu ıskanlanmışlığın vücudu, daha da büyüyerek hayatınızı işgal ediyor.
“Keşke söyleseydim!” diyorsunuz mesela. “Keşke tutmasaydım kendimi o anda.” İhmalin, hatanın, kararsızlığın, çekingenliğin, korkunun, ’mış gibi’ yapmanın… Hepsinin bir varlığı var, omuzlarınıza yük, kalbinize külfet. Sonra yük giderek büyüyor. Ondan uzaklaştıkça, yani ki demden uzaklaştıkça, yükü ağırlaşıyor. Durmuyor. Büyüyor. Pişmanlık olarak algılıyoruz biz bu vücudun varlığını. Vicdanın çok sezişleri var ki, bir kısmı histir, bir kısmı biliştir. Göz nasıl ölçerse kalp de öyle ölçer birşeyleri. Erteledikçe şeyleri yapması bu yüzden güçleşir. Çünkü büyütmüş oluyorsunuz yokluğunun vücudunu. Yokluk da varlık gibi büyüyor. Büyüyor, büyüyor, büyüyor… Önce ’olmazsa olmaz’ olan, sonra ’mümkün değil’e dönüşüyor. Olmayınca daha çok olmuyor.
Focus’ta Will Smith yalan hakkında şöyle demişti. Vurulmadan hemen önceydi: “Yalanın sorunu şu: Seçeneklerini kısıtlıyor. Seni giderek bir köşeye sıkıştırıyor.” Her yalancı hissetmiştir bunun sancısını. Etrafınızı sardıkça sanrınız kaybolduğunuzu hissedersiniz. Yalanın da bir vücudu vardır ve boğar hakikati. Nasıl? Çünkü yalan yalanı doğurur. O da bir başkasını. O da daha bir başkasını. Yalanı itiraftan başka hiçbir şey onaramaz. Çünkü kurgu dünya artık başlamıştır. Gerçek dünyadan bir kere çıkılmıştır. Tekrar itiraf/tevbe ile gerçek dünyaya dönülmezse giderek ayaklar yerden kesilir.
Yalancı, gün gelir öyle bir hale gelir ki, söylediği yalanlara ’yalnız kendisinin inandığı’ bir doğruluk atfeder. Çünkü gerçekten kopar. Ayakları hakikatten kesilir. Kıyaslayacağı gerçeği kaybettikten sonra yalan neden yalan olsun? Fakat Rahman sûresi böylesi bir ikinci dünyanın olmadığını ne kadar açık söyler bize: “Ey cinler ve insanlar topluluğu! Göklerin ve yerin sınırlarından çıkmaya gücünüz yeterse çıkın.” Evet. Eğer Allah’ın yarattığı bu evrenden rahatsızsanız, inkârınız dilinizde kalmasın, kurgu dünyanıza buyrun. Ama buyuramayacaksınız.
Bediüzzaman İşaratü’l-İ’caz’da diyor ki: “Kizb kudret-i İlâhiyeye bir iftiradır.” Düşünelim bunu lütfen: Neden Allah’a iftira olsun yalan? Çünkü o öyle yaratmadığı halde sen öyle olduğunu söylüyorsun. Paralel evrenler kurguluyorsun. Yalan söylemenin hakikate vurduğu kılıç bu: Vehmî evrenler oluşturmak. Dağların yüklenmekten çekindiği emanetin bir yönü de bu belki. Mahşer günü kaçılamayacak sanrı evrenlerimiz var bizim. Hakikati olmayan spekülasyon vücutlar bunlar. Yine mürşidimin bir yerde dediği gibi: “Dalalet vehmîdir.” Evet. Aynen öyledir. Öyle olmayana ’öyleymiş’ gibi davranmaya başladıktan sonra seni hakikatin yanında kim tutabilir?
Yalan söyleyenin etrafında sıkışan çember bir önceki yalanının ne olduğunu hatırlamakta zorlanmasıdır. Vehmin hafızası hakikatin ise öncesiyle çelişkisi yoktur. Bir adım ilerisiyse olacak şudur: Yalanlarının sonraki yalanlarının ayaklarına dolanmasıdır. Bunu, bir düzlem içine çizdiğiniz doğru ve onunla, şu an için olmasa bile, eninde sonunda mutlaka kesişecek diğer doğrular üzerinden değerlendirin. Bir yalana sanrıdan da olsa vehmî bir vücut veriyorsunuz. O vücut başladığı yerde bitmiyor ki. Uzuyor. Genişliyor. İşgal ediyor. Ekilmiş bir tohum gibi büyümesini sürdürüyor.
Belki Bediüzzaman, biraz da bu yüzden, 2. Lem’a’da şöyle diyor: “Herbir günah içinde küfre gidecek bir yol var.”
YORUMLAR
Nefsinizi cesaretlendirmek istemem ama kardeşim siz aklın sınırını zorlayıp fakat sonuç alamayıp, dermanı sezgi kuvvetinde bulanlardansınız.
Üstadın söylediği gibi: Anlamak yok çocuğum, anlar gibi olmak var.
Hayata dair anlattığımız şeyler aslında anlandığımız değil, anlar gibi olduklarımız neticesinde kelimelere döktüklerimiz değil mi? Hangi bilgiyi insanlığın bütününe mal edebiliriz ki? Her defasında çıkmayacak mı bir çatlak ses yahut dün ve bugün söylediklerimizle yarın ters düşmeyeceğimizin garantisi var mı?
Kaleminiz daim olsun kardeşim. Siz iyi bir yazarsınız.