BAHAR (1)
BAHAR... (1)
……………………………………......................................................Bir sevdanın sönmeyen ateşi!
Saatler akşama yaklaşıyordu. Güne düşen yağmur sokakların ıslaklığını hafif esen rüzgarla kuruturken ağaçların yeşil yapraklarında damlacıklar bir elmas gibi güneş ışınlarını yansıtıyordu. Kuş cıvıltıları akşamın gelişini haber verircesine dallarda kümelenip ötüşüyorlardı. Belli ki günün yorgunluğu onlarada vurmuştu tıpkı yorgun argın evlerine gelen emekçiler gibi çekilmişlerdi köşelerine.Evin salonunda tv seyreden Bahar yavaşça kalktı koltuğundan, salonun sokağa bakan penceresine doğru yürümeye başladı düşünceli ve aheste adımlarla. Pencere önüne vardığında pencerenin çiçekliğine koyduğu menekşesine baktı, bir şeyler söylemek isterken sağ elinin parmak uçları ile okşadı onu. Eğilerek iki tane açan mor çiçeklerini öptü. Derinden nefes aldı, tül perdeyi sıyırarak önce gökyüzüne baktı, sonra caddeye. İçinde alevlenen kor ateşin yangınında yandı ’of’ çekerken. Evde yalnızdı. Çocukları evlenip uçmuşlardı yuvadan. İki kızı vardı. İki kızda dünyalar güzeliydiler. Annelerinin gözbebekleri en güzel meslekleri ile çalışan kızlardı. Her ikisi de üniversiteyi bitirmişlerdi başarı ile. Okul bitiminin ardından işe girmişler; iki yıl sonra küçük kız, diğer büyük kız dört yıl sonra evlenmişlerdi. O şimdi artık yalnızdı evde. Canın gibi sevdiği kocası ise iş için uzaklarda çalışıyordu. Her altı ayda, bazen daraldıklarında üç aya sonra on günlüğüne gelip gidiyordu. Onunla yürekten, gönülden çok sevmişti ve eşi Tuğra’da onu delice seviyordu. Samanlığın seyran olduğu iki yürektiler... Sabırla bekliyorlardı emekli olmasını. İki kızından dolayı İstanbul’u terk edememişti Bahar. Onların okuması için ayrılığı göze almıştı. Yıllarca bu böyle sürüp gitti. Çocukların mutluluğu her şeyin üstündeydi her ikisi içinde....
Akşam ezanı okunuyordu. Havanın kararması ile birlikte salonun perdelerini çekerek mutfağa gitti. Akşam yemeği için ocak üzerinde duran pişirdiği taze fasulyeden tabağına koydu ve hazırladığı çoban salatasını salonun bir köşesindeki yemek masasının üzerine bırakarak buzdolabından soğuk su şişesini ve mutfaktan ekmeğini alarak yemek masasına oturdu. Yemeğe her oturuşunda yüzündeki pembli gülümsemeli ifadelerin yerini istemeyerek hüzne bırakıyordu. Yine öyle haldeydi. Allah’a açtı ellerini yalvarıp yakarırcasına. Duaya başladı yemeğine başlamadan önce.
__ Yüce Allah’ım n’olur tez zamanda Tuğra’mı kavuştur bana. Onsuz bu sofralar bana zuldür! Onsuz ne yemeğin, ne de hayatın tadı tuzu var! Onunla şu sofrada bizi buluştur Allah’ım. Bize verdiğin nimetlere binlerce şükür! Amin’ dedi. Besmeleyle başladı yemeğine. Tam bir lokma ağzına atmıştı ki evin telefonu çaldı. Aceleyle masadan kalkarak telefona koştu. Telefonun avizesine kulağına götürü götürmez heyecanlı bir ses tonunda:
__ Buyurun ben Bahar!
__ Aşkım benim, Tuğra’n. Bebeğim benim, sesin çok heyecanlı geliyor!. Hayırdır, bir durum yok değil mi? dedi endişe hisseder gibi. Korkmuştu başına bir şey mi geldi diye.
__ Ayyy aşkımm sen miydin? Yiğidim, bitanem, varlığım. Ben de sensiz sofraya oturmuştum şimdi. Her sofraya oturuşumda çok duygulanıyorum işte. Duamın ardından bir lokma alır almaz telefonun geldi. Ne iyi ettin aşkım aramakla. Çok zordayım sensiz. Şu gurbet inşallah kısa zamanda son bulsun artık, yetti canıma aşkım!.. derken ağladı ağlayacaktı Bahar. Kelimeler dudaklarından dökülürken tekliyordu.
__ Bebeğimmm, meleğimmm, Bahar’ım; ne olur biraz daha sabır. Ben de senden farksızım bebeğim. Çok zordayım. Gel bir de bana sor ne zorluklar içindeyim. Her saniye aklımdasın! Sensiz bu hayat beni bitiriyor, öldürüyor canımın içi.
__ Biliyorum aşkım, evimin direği! Sen de yemeğini yedin mi? Sakın yemeden içmeden kesilme, yemelisin bitanem. diyordu ama içinden de kendisinin ondan farksız, iştahsız olduğunu unutmuştu sanki. Eşi Tuğra’ya hiç kıyamaz, en küçük rahatsızlığında bile deliye dönerdi Bahar. Günde üç beş kez telefona sarılırdı ’nasıl’ olup olmadığını öğrenmek için.
__ Gözümün nuru, çiçeklerin tüm kokularını üzerinde toplayan menekşem, hadi yemeğini ye ben seni gece ararım tekrar. Seni çok seviyorum bebeğim, çok zorlanmıştı son cümleyi söylerken Tuğra.
__ Tamam aşkım, görüşürüz. Çokça öptüümmmm! gülümsemeyle telefonun avizesini yerine korken duyguları onu durduramamıştı. Ela gözlerinden yaşlar yanaklarından aşağı süzüle süzüle masaya oturdu. İçinden kendi kendine ’ Hadi ye yiyebilirsen yemeğini Bahar!’.
Bahar hasret üzüntüleri ile yemeğini yedikten sonra çay demleyip kitaplığından aldığı Ruh Adam adlı romanını okumaya başladı. Hüseyin Nihal ATSIZ’ın bütün eserlerini çok seviyordu. Bahar kocası gibi Türkçü bir kadındı. Türk’e yapılan zulümler, adaletsizlikler onu hasta ederdi. tarihi kitapları araştırır, Mustafa Kemal Atatürk’ün Türk milletine gösterdiği yolu takip etmenin Türkleri sömürgecilikten, açlık ve sefaletten, adaletsizlikten kurtulacağına inanmıştı ülkede yapılanları gördükçe. İstanbul’da Türkçü duruş sergileyen kuruluşların etkinliklerine fırsat buldukça giderdi. Atsız’ın bir sözünü evinin salonuna özel olarak yazdırmıştı. ’Bütün Türkler Bir Ordu!’
Çayını yudumlarken saat 21.05’i gösteriyordu. Romanın etkisi altına girmişti. Gözlerini ayırmadan sayfaları bir çırpıda okuyordu. Çayının bittiğinin farkına boş bardağı dudaklarında götürdüğünde anladı. Çay almak için mutfağa giderken kapının zili çaldı. ’Hayırdır ya bu saatte kim olabilir?’ diye kendi kendine sorarken kapıyı hemen açmadı. Elindeki boş çay bardağı ile pencereye vardı. Açar açmaz da yüksek sesle seslendi aşağıya:
__ Kim oooooo?! diye bir kaç kez tekrarladı.
Aşağıdan da aynı yüksek sesle:
__ Anneeeeee biz geldiiikkkk! diye seslenen küçük kızı Aygül’dü. Onun sesini duyunca yüzündeki ekşimsi ifadeler yerini tatlı bir gülümsemeye bıraktı.
__ Oyyyy benim canlarım gelmişşş, hoş gelmişlerrrr. Kızım hemen kapı otomatiğine basıyorum, der demez evin dış kapısının sağ kısmına konmuş otomatiğe bastı. Elindeki boş bardağı mutfağa kayarak damadı Kürşat ve kızı Aygül’ün gelmesini beklemeye başladı kapı önünde.
Devam edecek...
Zafer Direniş
…
01 Aralık 2018 Cumartesi 17:30 KARABULUT