- 519 Okunma
- 1 Yorum
- 0 Beğeni
ENTELLEKTÜELLER VE DİLLERİ
DİLLER VE AYDINLAR
Bir dilin üzerinde o dilin aydınlarının ne kadar etsisi, tasarrufu vardır?
Türkçenin tarihi seyri içinde elbette aydınların etkisi vardır. Ancak iyi bakılırsa aydınlarımızdan çok tarihin ve coğrafyanın etsinden söz etmek gerekir herhalde.
Orta Asya’da kurulan üniter imparatorluklarımızda imparatorluğun ruhuna uymasa da saf bir Türkçe korunabilmişti. Belki de çadır medeniyetinin bir etkisiyle eğitim, sanat, felsefe alanlarında üretim sınırlı kalmış, dilin mevcut durumu korunmuştu.
Tarih bizi batıya sürerken yeni yeni medeniyetlerle tanışmamız, ardından da büyük bir medeniyet değişimine maruz kalmamız, dilde bir arayışa neden oldu.
Her şeyden önce din değişmiş, dinin dili olan Arapça ister istemez dilimize nüfuz etmişti. İlk etapta dilin buna tepkisini görmek mümkündür. Dini terimlerin Türkçe karşılıkları bulunmuştu. (Rahim:yarlıkaglı, günah: yazuk, kıyamet: ulug kün, affetmek: yarlıka, peygamber: yalvaç, yaratmak törül, kadir: küçlük ugan, farz: kesilmiş, Kuran: Bitig…) nedendir bilinmez zamanla bu terimler yerine Arapçalarına, hatta Farsçalarına bıraktı.bu akım devam ederek özellikle aydınların ve devletin dilen iyiden iyiye girdi.
Kendini bir büyük mücadelenin içinde bulan Türkler bir taraftan cihat peşinde koşarken öte taraftan eğitime ve sanata da meyl ettiler. Bu dönemde büyük düşünürler ve sanatçılar boy gösterirken aslında geliştirilebilecek olan bir dili de ihmal ediyorlardı.
İmparatorluğun ruhunda olan çok dillilik belki de bizim aydınlarımızı da etkiledi. Bu durumda işin kolayına mı kaçtılar, zoruna mı diye tartışılabilir. Gerçekten Osmanlıca gibi bir dili oluşturmak hem zordu hem de zaman aldı.
Birkaç aydın dışında (Türk-i Basiti hareketi) bir milli dil oluşturma gündemlerinde olmamıştır. İşti bu aymazlıkla dil kendi yönünü çizmiş, aydınlar kendilerince mükemmel bir dile erişmiş, ancak halka yönelmek akıllarına gelmemişti. Burada acı bir tespit yapmak gerekiyor. Aslında onlar açısından halkın vergi vermekten, savaş olduğu zaman asker olmaktan başka bir işlevi de yoktu.
İmparatorcuk dili üniter bir devletin dili gibi olmayacaktı elbette. Örneğin İngiliz imparatorluğu İngilizceyi oluştururken % 75 İngilizce dışında sözcükler kullanmış, bunda da bir beis görmemişti. Neden Osmanlı görsündü ki?
Bu dönemde eğitimin halka inmediği, halkın cahil kaldığı da bir gerçektir. O günün şarlarında eğitimi yaygınlaştırmak ne kadar olası idi, diye düşünebiliriz. Ama istenseydi halkın aydınlatılmasında daha ileri adımlar atılabilir. Bu durumu din açısında düşündüğümüzde de aslında halkı aydınlatmamakla bir vebale girildiği açıktır.
1839 da hız verilen batılılaşma hareketinin edebiyata ve dile getirdiği canlılık dilde bir sadeleşmeyi getirmesi beklenirken ne yazık ki bu başarılamamıştır. Bu dönemin aydınlarında bir Türkçeleşme hedefi değil halkın anlayacağı dille yazma arzusu vardı.
Tercüman-ı Ahval’in Önsüzünde Şinasi, artık halkın da yönetim adına bir şeyler söylemesi gerektiğini dile getiriyordu. Söz sahibi olabilmenin yolu da elbette önce anlamaktan, eğitilmekten geçiyordu. Öyleyse dili sadeleştirmek değil, ilk olarak yapılması gereken halkı eğitmekti. Onlar ne halkı eğitebildiler, ne de kendi dillerini sadeliğe ulaştırabildiler.
Osmanlının son anlarında imparatorluk sevdasından iyiden iyiye umudunu kesen aydınlar milli devletin temellerini atıyorlardı. Bu dönemde edebiyat dilinin Türkçe olmasına yönelik fikirler ortaya çıkmaya başladı. Oldukça da yol kat edildiği anlaşılıyor.
Cumhuriyetin kurulmasıyla birlikte çok çeşitli alanlarda yapılan cesurca devrimler dilde de yapılmış, dilin yabancı unsurlardan temizlenmesine çalışılmıştır.
Atatürk’ün büyük gayreti ve sürekliliği ile yapılan çalışmalar meyvesini verdi. Dilde büyük gelişmeler oldu.
Milli bir devlet kurulması ve ardından üst üste yeniliklerle yeni bir hayat verilmesi elbette güzeldi. Her alanda yeni bir ulus olmanın gururunu yaşayan Türk aydınları dil alanında da yenilikleri sindirecekler, yeni malzemeyle muhteşem binalar oluşturacaklardı.
Belik her alanda yenilik olumludur. Ama dil konusunda ve özellikle de bu hızda bir değişimin olumsuzluğu, olumluluğunu geçmiştir kanısındayım.
Belki yönetim şekli olarak Osmanlıya tepki duyulabilir. Ama Osmanlının altı yüz yılda oluşturduğu bir dil ve yine bu sürenin çok daha fazlasında oluşan bir kültür vardı. Altı yüz yılda kurulan bir binanın birkaç yılda yıkılması mümkündü. Ama yerine yapacağınız binayı ne kadar zamanda yapacaktınız? Böyle büyük bir medeniyet kuran millet eskiyi yıkınca yerine yaptığınız küçük binaya sığacak mıydı? Sığmadı da. Bir leyleğin uzunluklarını kesip kuşa benzetmeye çalışmak gibi arşımıza budanmış, az dallı, az yapraklı bir ulu ağaç çıktı. Bu ulu ağaç ki suya, havaya, güneşe ihtiyaca vardı ve ne yazık ki alamıyordu. Zamanla elbette dalı da çoğalacak, yaprağı da. Ama o zamana kadar “Ben de varım” diyemeyecekti. Bununla birlikte elbette ona bağlı aydın da aynı sıkıntıya düştü.
Malumunuzdur, birçok akademisyen rahatsız da olsa :”Bu dille yüksek eğitim yapılmaz.” diye yüksek okullarımızı İngilizceyle eğitim yapılır hale getirdiler. Bununla da yetinmeyen kimi aydınlarımız dil eğitimini orta dereceli okullara, hatta ilköğretime kadara indirdiler. Burada sözü edilen ikince dil değildir elbette. Eğer ikinci bir dil öğrenmek olsaydı buna gelişme gözüyle bakılırdı. Biradaki durum dilen yetersizliğinin onaylanmasıdır.
Atatürk’ün halis niyetle yaptığından asla şüphe duymadığımız bu devrimin sonuçları görülmeye başlandığında gerekli önlem alınabilseydi, başka bir dille eğitim ayıbını yaşamayacaktık. Dolayısıyla da akademik alanda yer alan Türkçe yine akademisyenlerimizce çağa uyan, hatta çağı geçebilecek bir ivme kazanabilecekti.
Aklın ve özgür düşüncenin ifadesinde yapı taşı olan dili bu hale getirdikten sonra insanların birbirleriyle iletişim kurmaları, fikirlerini özgürce ifade edebilmeleri elbette zordur. Bunun en açık delili tartışma programlarında insanların çok basit konularda bile anlaşamamalarıdır. İkisi de aynı şeyi söyleyen insanların sanki farklı şeyleri savunuyormuşçasına birbirlerine girmeleri hem komik, hem de acıdır. Bir millete yapılabilecek en büyük kötülük de bu olsa gerek. Burada aklıma bir şarkının sözü geldi. Rep tarzı şarkıda şöyle diyordu:”Konuşuyoruz ama nece konuşuyoruz? Konuşuyoruz ama anlaşamıyoruz.”
Ben dili hep bir ağaç gibi düşünürüm. Ona iyi bakmak gerekir. Zaman zaman budamak da mümkündür. Ama budamayı iyi bilen biri tarafından yapılmalıdır bu. Yoksa ağacı kurutuverirsiniz. Siz ağacı sularsınız, gübre bile atabilirsiniz. Eğer ağaca bir zararlı dadanmışsa onunla mücadele edersiniz. Güneşinin kesimlememesine çalışırsınız. Ama o kadar. Geçip de ağacın karşısına emir veremezsiniz ağaca. Dallarını söyle açacak, şu meyveyi şu tatta vereceksin, diyemezsiniz. O kendi kanunları içinde yaşayan bir canlı varlıktır.
Bence bu ağacın budanması gerekliydi. Ama hem bu işi bilmeyenler yaptı bunu, hem de gereğinden fazla budandı. Kendini gelmesi daha nice yıllar alacak.
YORUMLAR
Dilleri yaşatmaya devam eden, toplumlarının dillerini türlü iletişiminde tarihsel (ekonomik, siyasi, hukuki, askeri vb.) şartlara göre esnetebilmesi ve/veya dilin yapısının da bu niteliğe sahip olmasıdır...
Türkçe böyle bir dildir...
Aynı zamanda dilin niteliği, topluluğuna aynı esneme yeteneğini de kazandırıyor gibidir...
Bugün uzlaşmacı, pozitif, iyi niyetli, fedakar, kalender olmamız, yani farklı dillerin (ırkların, kültürlerin...) katılımına da imkan tanımamız, Türkçenin niteliğinden, yani birleştirici gücünden gelmektedir...
Türkçe ile ilgili kaygılarımızın bu bağlamda özleştirilmesi, özetlenmesi, bu zenginliğin hak ettiği şeydir diye düşünüyorum...
Saygılarımla.