- 595 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
Her Kuşun Eti Yenmez
Köyün saygın bir ailesinin tek erkek çocuğuydu. İlkokulu bitirince babası oğlunun okumasını istemedi. Köyde kalıp kendisine yardımcı olsun istedi evladının. Kızlarını da okullara göndermedi baba. Köylerde kızları ilkokuldan sonra okullara gönderme âdeti yeni yeni oluşuyordu. Üç kızını içi kan ağlayarak evlendirmişti. Damatlarından memnundu. Üçü de temiz süt emmiş terbiyeli çocuklardı. Lakin besle-büyüt, ceylanlar gibi kızların sonra da el evine gitsinler!
Baba Fahri amca, dünyanın bu garip kanununa hiç saygı duymuyordu. Gözünden sakındığın evlatların bir filiz gibi büyüsünler, ahu gözlü ceylanlara dönüşsünler ve sırayla evden uçuversinler. Hangi baba ya da anne mutlu olur olayların böyle gelişmesine… Ağlasan da sızlansan da çare yok. Dünyanın düzeni böyle. Hele üçüncü kız Aliye, ablaları evlenince daha bir sevgili olmuştu Fahri amca ve eşi Nigar Hanım için. Aliye’nin düğününden sonraki gün evde tam bir matem havası esti.
Nigar Hanım sabah kahvaltısı hazırladı. Sofranın çevresinde anne-baba, henüz on dört yaşındaki tek erkek oğul Naim ve tekne kazıntısı küçük kızları Filiz vardı. Tamamı tamamına dört insan kalmışlardı koskocaman evde. Hâlbuki bir zamanlar aile ne kadar şendi. Tıpkı uçuşa hazır yavrularıyla yuvalarında şen-şakrak şarkılar söyleyen kuşlar gibiydiler. Şimdi öyle mi? Üç fidan yoktu artık yanlarında. Başka yerlerde çiçek açıp meyve vereceklerdi.
Fahri amcanın içi kan ağlıyordu. Serde erkeklik var ağlayamazdı. Nigar Hanım sofraya oturunca çocuklar gibi hıçkırarak ağlamaya başladı. Sevgili Aliye’sinin yeri boş kalmıştı. Kahvaltı tam bir matem havası içinde geçti. Naim ve Filiz de bir taraftan ablaların düğününde kendilerine verilen hediyelere sevinirken evdeki yas havasından da etkilendiler. Yine de çabucak annelerinin pişirdiği çorbayı kaşıklayıp dışarı çıktılar.
Naim kendisine hediye edilen topu alıp köy meydanına arkadaşlarının yanına koştu. İlk kez böylesi güzel bir meşin top sahibi olmuştu. Arkadaşlarıyla buluşunca evdeki matem havasını hemen unutuverdi. Filiz de yine düğün nedeniyle kendisine alınan gök mavisi renkli entarisini giyip çeşmenin yolunu tuttu. Bütün arkadaşları yeni elbisesine hayran olsunlar istiyordu.
Zaman her şeyin ilacı. Günler geçince Nigar Hanımın üzüntüsü göle atılan bir taş sonucu oluşan halkaların giderek yok olması gibi gün gün dağıldı. Kızının ve yeni damadının ziyaretlerinde kızını mutlu görmesi yürek yarasına merhem oldu. Durumu kabullendi. Zaten köyde ardı arkası bitmeyen işler de tüm hızıyla başladı. Sabah akşam hayvanların sağımı, yeni başlayan çapalar, sütlerin işlenmesi derken düşünmeye zaman kalmıyordu.
Fahri amca küçük kızının da bir gün evlenip yuvayı terk edeceğini biliyordu. Bütün ilgisini tek erkek çocuğu Naim’e verdi. Köyde delikanlılar bile takım elbise giyemiyordu. Çarık gerçi ortadan kalkmıştı. Öğretmenleri saymasak köyde ayakkabı da giyen yoktu. Kol kuvvetiyle, hayvan gücüyle tarım yapılıyordu. Bir yıllık zahiresini temin eden aileler köyde parmakla gösterilecek kadar azdı. Bu koşullarda Fahri amca tek oğul Naim’e İlçede en has kumaşlardan takım elbise diktiriyor ve elbisenin yanında ayakkabı almayı da ihmal etmiyordu.
Naim’in keyfine diyecek yoktu. Bir dediği iki olmuyordu. Baba aranan iyi bir yapı ustasıydı. İyi de bir ekibi vardı. Gerek kendi köyünde gerek komşu köylerde her yıl birkaç adet bina yapıyordu. Yaptığı üç cephesi ayvanlı, köşklü ahşap evleri İstanbul’daki boğaza bakan yalılardan farkı yoktu. Bizim Yasin amcamız Yasin usta diye nam salmıştı. Ustalıktan köy koşullarına göre iyi para kazanıyordu. Kazancının çoğunu oğluna harcıyordu.
Günler günleri, aylar ayları kovaladı aradan yıllar geçti. Naim on sekiz yaşında boylu-poslu bir delikanlı oldu. Düğünlerin aranan bir elemanıydı. Her düğünde halay başı çekti, doya doya eğlendi. Dünyayı düm düz görüyordu. Gelecekten kaygısı yoktu. Ekmek elden su gölden yaşayıp gidiyordu. Ailenin tek güvencesiydi. Elde kalan tek kız Filiz de evlenince yaşlanacak anne-babaya bakma görevi Naim’e kalacaktı. O bakımdan şehzadeler gibi büyütüldü. Elini sıcak sudan soğuk suya sokmadı.
Naim köyün ipsiz-sapsız guruplarının sohbetlerini kaçırmazdı. Yaşlı, koca koca adamların kadın-kız hikâyelerini ağzının suları akarak dinlerdi. Kendisi de günün birinde böylesi hikâyelerin içinde neden olmasın diye aklından geçiriyordu. Ağaçların çiçeklendiği ve yaprak açmaya durduğu ilkbahar başlangıcında kanı iyice kaynadı. Mayıs ortalarında dağlarda karların erimesiyle coşan çaylar gibi coşmuştu. İçi içine sığmıyordu.
Köyün hovardalıkta isim yapmış Hasan çavuşun anlatılarına bayılıyordu. Hasan çavuş bıyık altından gülerek:
“ Naim ne var ne yok sizin mahallede?” Sorusu biraz şaşırttı Naim’i. Pek bir şey anlamadı. Saf saf baktı Hasan çavuşa.
“Oğlum büyüdün daha siftah yapamadın mı kadından-kızdan yana? Unutma! Kabaklar çiçek açarken kadınların gönlü coşar… İşte o zaman samanlıklar seyran olur. Naim kendini beceriksiz ve çaylak hissetti. Kızlara sadece uzaktan bakmıştı şimdiye kadar. Tıpkı tilkinin erişemediği üzümlere bakması gibi. Evine yollanırken kafasının içinde onlarca fikir dolaşmaya başladı.
Hava çok hoştu. Haziranın ortaları, köy yeşilliklerle bezenmişti. Çimenler uzanmış sarı, mavi çiçeklerle süslenmişti çayırlar. Buğday ve arpalar boy atmış başak vermelerine az zaman kalmıştı. Hafif esen rüzgârda ekin tarlalarında ekinlerin dalgalanırcasına eğilmesi çok hoş görüntüler oluşturuyordu. Arılar vızıldıyor çiçekten çiçeğe uçuşuyorlardı.
Naim tarlaların arasındaki patika yoldan ilerlerken yolunun üstünde çapa yapan kadınları gördü. Tam hizalarına gelince usulden:
“ Kolay gelsin.” diyerek durdu. Kendi köyünün kadınlarıydı. Yakından hiç birisini tanımıyordu. Konuşmasa da olurdu. Genç kadınları görünce gönlü coştu. Kadınlar da işlerine ara verip köyün bu yakışıklı gencini hoş karşıladılar. Hal hatır sordular. Kendisi gibi uzun boylu yeşil gözlü bir gelin daha fazla dikkatini çekti Naim’in.
Kısa bir süre göz göze geldiler. Köyünün yeşil derelerinin renginden alınmaydı gözlerin rengi. Şaşkınlığı uzun sürmedi. Sohbeti bitirip yoluna devam etti. Sönmez bir alev düştü içine. Tüm benliği tutuştu. Neydi o gözler, tarlalarda açan gelincik rengi pembe yanaklar. Ve kırmızının en koyu tonundan dolgun dudaklar. Kısa bakışmanın acaba bir anlamı mı vardı? Taze gelin kendisini beğenmiş miydi? Aklı başından uçuverdi.
Eve gidince radyosunu alıp evinin arka balkonu geçti. Muazzez Turing türküler söylüyordu. Köyde Muazzez Turing en çok sevilen türkü sanatçısıydı. Köyün sevilen komşusu Mürsel emmi bir sohbetinde:
“ Muazzez Turing’in çalıştığı yerde hademe olabilsem. Her gün yanımdan gelip geçişini seyrederim. Bu da bana yeter…” demesi köyde insanların sanatçıya duyulan büyük hayranlığının bir kanıtıydı. Naim ünlü türkücünün sesini kadınlara özellikle de biraz önce gördüğü güzel geline duyurarak ilgi çekmek istiyordu.
Bir hafta tek düşüncesi o yeşil gözlü, selvi boylu tazeydi. Geceleri rüyalarının tek simgesiydi. Ulu bir ormanın derinliklerinde dar bir yolda aklını çelen kadınla aynı at sırtında uçarcasına gittiklerini görüyordu. Sürekli bir bilinmeze doğru gidiyorlar fakat bir türlü mola verip doyasıya konuşma mümkün olmuyor. Uykudan sevinç ve heyecanla uyanınca yaşadıklarının bir rüya olduğunu anlayıp tarifsiz hüzünler yaşıyordu genç Naim.
Bir hafta boyunca köyde avare avare dolaştı. Ara ara aklına takılar başında kavak yellerini uçuran düşüncelerin yanlış olduğunu düşündü. Lakin bu düşünceler kısa sürede kayboldu. Rüya kadını ilk gördüğü, onunla göz göze geldiği anı hatırlayıp ruhu coşuyor, kalp atışları hızlanıyordu.
Fark ettirmeden gönlünü çelen kadını takip etti. Fırsat kolladı konuşmak için. Nihayet o fırsat hiç ummadığı bir zamanda önüne çıkıverdi. Köy bakkallarına hemen hemen her gün uğrar kendisi gibi çalışmaktan hoşlanmayan köy gençleriyle buluşur sohbet ederdi. Sisli, puslu bir haziran sabahına uyandı. Kahvaltıdan sonra ilk durak köy bakkallarıydı. Birkaç arkadaşıyla buluştu. Kısa süre kaldı yarenlik etti. Yasak aşkını anımsadı bir kez daha. Uzun süre bir yerde duramıyordu, aşkın yakıcı etkisi gün gün daha dayanılmaz oluyordu. Evine dönmek için oradan ayrıldı.
Meyve bahçeleri ile süslü bir mahalleden geçti. Mahalleler arasında uzanan patika bir yoldan ilerliyordu. Yolun kenarlarında da sıra sıra meyve ağaçları vardı. Bir anda karşısında rüyalarının kadınını gördü. Kadın kendisine doğru geliyordu. Kalbi duracak gibi oldu. Yüzünün rengi soldu. Kadının durumunda bir değişiklik olmadı. Şaşkınlığı uzun sürmedi. Aşkını ilan etmek için bundan daha uygun zaman olamazdı. Konuşmak istedi. İlk önce sesi çıkmadı. Adeta boğazı kurumuştu. Nihayet konuşmaya başladı:
“Bir haftadır şaşkınım. Gece-gündüz aklımdasınız. Sizi ilk gördüğümde kısa süre de olsa içinde kaybolduğum gözlerinizin güzelliğini unutamıyorum. Sizi seviyorum.”
Kadının gözleri iki ağulu ok oluverdi. Hedef genç Naim’in en can alıcı noktalarıydı. Ağzından da en yaralayıcı ve onur kırıcı sözler çıktı tek tek.
“Sen kendini ne sanıyorsun. Sana bir güven mi verdim. Haber mi ilettim. Kim söyledi benim senin düşündüğün gibi bir kadın olduğumu! Çabuk gözümün önünden yok ol! Unutma her kuşun eti yenmez.” Sözü fazla uzatmadı. Bir la havle çekip yoluna devam etti
Duyduğu her söz Naim’i silindir gibi ezdi. Küçülttü. Bir seksenlik boyu yarı yarıya kısaldı. Bacaklarından can çekildi. Geriye dönüp kadının arkasından bakmaya kendisinde güç bulamadı. Dünyası karardı. Zaten hava da sisliydi. Uzun süre olduğu yerde kaldı. Daha sonra evine vardı. Yorulmuş, bitmişti. Radyoyu kırıp paramparça etmek istedi. Ona bile güç yetirecek halde değildi.
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.