- 349 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
Son hakikat bükücü...
Akıl ve vahiy ilişkisinde istikametli aklın tavrı hakikati hiçbir zaman ‘vahiy gibi/kadar’ kuşatamayacağını bilmektir. Vahiy nazar-ı âlâdan varlığa bakışın ifadesi olduğu için, elbette, varlığın tamamını (tüm detaylarıyla) kuşatır ve bu kuşatıcılığın sağladığı dengeyle konuşur. Fakat akıl sınırlarından dolayı bu kuşatıcılıktan yoksundur. O ‘parçalardan hareketle’ ve bu parçalar vesilesiyle ‘bütüne dair sezebildiğince’ kelam edebilir.
Nazarı bu kadardır. Gelişimi de tedricidir. Zamanla seviyesi yükselir. Bu yüzden akıl ve vahiy arasında kalındığında istikametli aklın tavrı, en azından o an için, hakikati kuşatamadığını ve vahyin sırrını anlayamadığını beyan ile Allah’a sığınmaktır. Kendi sanışından Hak olan Allah’ın bütün varlığı kuşatan ilmine kaçmaktır bu aslında. Bu sığınmanın birçok çeşidi vardır. Tefekküre sığınılır. Tevekküle sığınılır. Takvaya sığınılır. Temkine sığınılır. Tezkire sığınılır. Bunlar bir nevi ‘euzü’nün altbaşlıklarıdır. Mürşidim Hikmetü’l-İstiaze isimli eserinde bazılarına dokunur:
“O kale-i metin, o hısn-ı hasîn ise, şeriat-ı Muhammediye ve sünnet-i Ahmediyedir (a.s.m.) (…) zırhınız, Kur’ân tezgâhında yapılan takvâdır. Ve siperiniz, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâmın Sünnet-i Seniyyesidir. Ve silâhınız, istiâze ve istiğfar ve hıfz-ı İlâhiyeye ilticadır. (…) en mühim silâhınız ve cihazat-ı tamiriyeniz istiğfardır ve ‘euzübillah’ demekle Cenâb-ı Hakka ilticadır. Ve kaleniz Sünnet-i Seniyyedir…” vs. İşte, kanaatimce, buradaki kullanımların herbirisi bu sığınışlardan bir çeşidini ifade eder.
Birşeyin ‘hakkında’ konuşmak ‘ona dair’ ve ‘merkezinde’ konuşmaktır. Birşeyin hakikati ise ‘aslında neyin hakkında konuşulduğundan’ haber verir bize. O şeyin ‘merkezinde’ ve ‘aslında’ ne olduğunu söyler. Cenab-ı Hak da kainatın hakkında konuştuğu, hatta, tüm varlığın hakkında varolduğudur. İşaret ettiğidir. Anlattığıdır. Bütün esbap perdesi, yani hakkında konuşulan diğerleri, aradan çıkarıldığında eşyada konuşulan tek şey Allah’tır. Yani, mü’minlerin dilinde Hak isminin Cenab-ı Allah hakkında bu kadar çok istimal edilmesi, biraz da kendimize şunu hatırlatmanın yolu gibidir: “Hakkında konuşulması gereken ve konuşulmaya değer olan yalnız Odur.”
Hikmetü’l-İstiaze’ye geri dönelim. Akıllarını ‘hak’ kılanlara bakacağız şimdi: “Mutezile imamları, şerrin icadını şer telâkki ettikleri için, küfür ve dalâletin hilkatini Allah’a vermiyorlar. Güya onunla Allah’ı takdis ediyorlar! ‘Beşer kendi ef’âlinin hâlıkıdır’ diye dalâlete gidiyorlar.”
İnsan tehlikeli bir bükücüdür. Vahiy karşısındaki ikincil konumunu unutmuş akıl, kendisinin parçalar hakkında yaptığı yorumları merkeze alarak, vahyi bükmeye başlar. Allah’ın şirke karşı yaptığı tahşidatı görmezden gelerek şerrin yaratılmasını (âdeta kendisi ikinci bir ilahmış gibi) beşerin eline verir. Çünkü ‘kısa aklında/nazarında’ halk-ı şer şerdir. ‘Bazen kötü gelenin’ yaratılması da kötülüktür. Elini yakan ateşin faydalarına körleşmiştir onun aklı. Acısında yitmiştir. Halk-ı şerrin şer olmayacağına yönelik açık kapı bırakmaz ki tekrar dönüp hatasını düzeltebilsin.
Halbuki istikamet dairesindeki akıl, haydi ‘halk-ı şerrin şer değil kesb-i şerrin şer olduğunu’ derk edememiş olsun, en azından bilir ki: Kur’an’ın bütünlüğündeki vurgu şirke yer bırakmaz. O nedenle Allah’tan başka yaratıcı olduğu ihtimaline açık kapı olamaz. Akıl yürütmelerin adımlayamayacağı bir yasak alan vardır burada. İşte o zaman tefekkürüyle Rabb-i Rahimine sığınır ve Ondan bu hakikati ‘anlaşılır’ kılmasını diler. Bu duruş da bir istiazedir. Hakkı aramak bâtıldan bir istiazedir.
Bu nedenle ben Bediüzzaman’ın temkinine bayılırım. Örneğin: Rüya ile amel etmenin hakikat mesleğince merğup olmadığını söylemekle birlikte sâdık rüyaları reddetmez Bediüzzaman. Vahdet-i Vücudu avam için tehlikeli görse de hepten şeriat dairesinin dışına atmaz Bediüzzaman. Ebced veya cifir gibi ‘ulum-u hafiye’ tabir ettiği şeyleri ‘şarlatanların istimal edebileceklerini’ söylese de büsbütün inkârına gitmez Bediüzzaman.
Ve yine mesela: Erzurumlu İbrahim Hakkı Hazretlerinin; “Cû’ ism-i azamdır” ifadesi kendisine sorulduğunda; “‘Cû’ ism-i azamdır’ demesinin muradını bilmiyorum. Zahiren manasızdır, belki de yanlıştır…” dedikten sonra beyanını böylece bırakmaz. Hemen peşisıra ekler: “Fakat ism-i Rahman madem çoklara nisbeten ism-i azam vazifesini görüyor. Manevî ve maddî cû’ ve açlık, o ism-i azamın vesile-i vüsulü olduğuna işareten, mecazî olarak, ‘Cû’ ism-i azamdır, yani ‘Bir ism-i azama bir vesiledir’ denilebilir.” Yani bir Allah dostunun kendisine nakledilen sözünü, zâhiren mantıklı gelmemesiyle reddetmez, tevil ile anlamaya çalışır Bediüzzaman.
Şunu demek istiyorum en özünde arkadaşım: Bediüzzaman’da ‘hakikati kuşatamamış olma ihtimaline’ açık bir kapı bulunur her zaman. Bu nedenle ne rüya meselesinde, ne ebced/cifir bahsinde, ne de ilm-i kelama dair söylediklerinde merhametsiz bir sınır çizmek yoktur. Fakat ne hazindir. Bugün ona dudak büken kimi isimler, sırf şirk olmasın diye(!) hakikati akıllarının inhisarı altına alırken, farklı sesleri ‘spesifik’ başlığı altında boğup öldürmektedirler. Örneğin: ‘Rüya ile amel edilmez’i izah ederken sâdık rüyaları bile reddedecek kadar aşırıya gidebilmektedirler. Bir ilmi suistimal edenlere kızıp ilmin hakikatini de reddetmek noktasına gidebilmektedirler.
Halbuki bu yaptıkları kendi akıllarının sanrıları için vahye ve vahyin sahibine sınır çizmektir. “Bence doğrusu budur!” demekle vahyi o kafadaki doğruya göre eğip bükmektir. Böylelerinin diline baksanız, sanırsınız ki: Din-i Muhammedî geçtiğimiz pazartesi gelmiştir. Salıya kadar da doğru şekilde yaşanmamıştır. Ancak onlar gelince bazı şeylerin farkına varılmıştır.
Akılları herşeyin merkezindedir. Akıllarına sığmayan din uydurulmuş dindir. Uymayan hadis uydurulmuş hadistir. Uymayan âlim çakma âlimdir. Bakış açısını manzaranın bütünü sanan bu zevata karşılık Bediüzzaman’ın ‘hakikati inhisar altına almayan’ duruşu ne anlamlı bir duruştur. Arkadaşım, ben diyorum ki, Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaat’in istikametinden sapanların hamakatlerini hakikat sanmaları en çok içlerinde bir yerde yaşadıkları kaymadan dolayıdır. Onlar, akıllarına vahiy gibi, vahye de akılları gibi iman ederler. Bu akide bozukluğundan dolayı da kimseleri beğenmezler.
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.