- 1123 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
SON VE ZOR GECE
“Nene.”
“Neee? Bıraxmêsen yatax.”
“Hani, hêkat anlatacaktın.”
“Oy qız, senin derdin de hêç çekilmêr ha! Her gece yexeme yapışêsen. Men özım hêkatêm, menım yaşadoxlerım hêkattır. Ne hêkati ne hâlî. Menım hêkatlerım jandır, jan!”
“Senin yaşadıkların da hêkattir doğru söylüyorsun nene. Hadi anlat nene. İster jan olsun, ister can olsun. Ben dinlemeye razıyım.”
“Ax oğul ax, nice anlêdem men de bilmênem…
***
Hükümetten haber gelmiş ve seferberlik hazırlıkları başlamıştı. Gidecektik doğup büyüdüğümüz bu diyardan. Geri dönüşü var mıydı? Bilmiyorduk ama gidecektik bir bilinmeze doğru.
Son gecemizdi belki de… Zöhre anam, evin içinde deliler gibi dolanıyor, bir yandan da kısık sesle bir şeyler söylüyordu. Dayanamadım, sordum:
“Ana sen ne konuşuyorsun öyle kendi kendine?”
“Ne mi konuşuyorum? Vakit göç vakti kızım. Göç, ölümün kardeşidir. Her ölümde bir göç yok mudur? Göçenlerin geri geldiği görülmüş müdür hiç? Hani giden Ermeni komşularımız? Kim geri geldi ki onlardan? Şimdi de ölüm meleği bizim kapımızda. Kapıyı ona açmama gibi bir şansımız olmadığı gibi, ondan bir şans da istenmez…”
Karnı burnunda yüklü Zöhre anam, o gece başını yastığa koymadı. Ben on, kardeşim Nüsret ise altı yaşlarındaydık. Kardeşim, olacakların farkında olmamanın rahatlığıyla mışıl mışıl uyuyordu. Ben az çok anlayacak yaştaydım, bu nedenle yorgan altında, loş odada anamı gizliden büyük bir merak içinde izliyordum. Anam, bir yandan sessizce gözyaşı döküyor, diğer yandan bir şeyleri topluyordu. Bir ara oturdu, idare lambasının ışığı altında dikiş dikmeye başladı. Sırtı bana dönük olduğu için ne diktiğini göremiyor, sadece elindeki iğnenin inip kalkarken parıltısını seçebiliyordum. Helâya gitme bahanesiyle kalktım, yanından geçerken eteğindeki çil çil altınları gördüm. Benim gördüğümün farkına varınca hem irkildi hem de altınları eteğinde gizlemeye çalıştı.
“Onlar nedir ana?”
“Madem gördün, gel otur yanıma sana anlatayım. Yarın sabah yola çıkacağız. Yolumuz uzun ve zor olacak. Yanımızda erkeğimiz de yok. Birbirimize destek olacağız. Bunlar dünyalığımızdır. Kuşak yaptım, içine doldurup belime bağlayacağım. Sakın ha, kimseye söyleme! Yolda nelerle karşılaşacağız bilmiyoruz. Kısmet olur da Diyarbekir’e yetişirsek orda da lazım olacak. Savaş biter de tekrar memlekete dönersek burada da lazım olacak. Onun için bunları iyice saklamamız gerekiyor. Yolda bana bir şey olursa, bu kuşağı sen beline bağla, baban bizi almak için Çapakçur’dan Diyarbekir’e gelecek. Diyarbekir’de babana verirsin.”
“O nasıl söz ana, Allah korusun, sana olacağına bana olsun. Babamı da çok özledim çoook…”
Önümüzdeki kara günlerin karası, içimizi şimdiden karartmıştı sanki. Ana kız, korku içinde birbirimize öyle bir sarıldık ki bizi ayırana aşk olsun. Ne kadar sonraydı hatırlamıyorum, kardeşimin uyanmasıyla ancak birbirimizden ayrıldık gözyaşlarımızı sile sile…
Anam, kardeşimle ilgilenirken ben dışarı çıktım. Helâmız hayatımızın en ucundaydı. İhtiyacım yoktu aslında. Hayatın kapısını açtım ve gecenin karanlığında mahallemizi gözlemeye başladım. Evlerin çoğunda ışık yanıyordu. Belli ki komşularımızın evlerinde de göç hazırlığı vardı. Gözlerimi gökyüzüne çevirdim ve yıldızları izledim uzunca bir süre. Yıldızların bazıları göç ediyordu, yani kayıyordu. Yıldızların göçünü hüzünlenerek izledim ve birden ürperdim. Aklıma komşumuzun kızı Lusy geldi. Lusy ile aynı yaştaydık. Çok iyi anlaşan iki arkadaş ve sırdaştık. Bir sabah ansızın Lusyler de vatanlarını, doğup büyüdükleri, kök saldıkları topraklarını, evlerini barklarını, mallarını mülklerini terk edip geri dönmek üzere göçe zorlanmışlardı. Ama hiçbir zaman geri dönemediler…
“Göçtür göç’ü vuran davulumuz
Gülten Akın
Bir gün Ermeniler için davullar çaldı. Ermeni erkeklerini acilen askere çağırıyorlardı. Geriye kalan kadınlara da kıymetli eşyalarını toplamalarını ve yüklerini bağlamalarını söylüyordu davul eşliğinde bağıran tellal. Büyük bir hızla erkekleri toplayıp askere, kadınları ve çocukları da daha güvenli yerlere götürme vaadiyle kafileler halinde apar topar götürdüler. Yola çıkmadan önceki akşam Lusy’in annesi, yengeleri, halaları ve ablaları evin içinde göç hazırlığı yaparken, biz Lusy’le onların hayatlarında oturmuş konuşuyorduk. İkimiz de göçün anlamını bilecek yaşta değildik. Lusy, yeni yerler görme heyecanı içindeydi. Atın üstünde yapacağı yolculuğu ve gidecekleri yeni yerleri hayal ederek konuşuyordu. Bir ara boynundaki altın zincire takılı altın kolye ucunu boynundan çıkararak bana uzattı.
“Cemile, çok sevdiğim, hiç boynumdan çıkarmadığım, anneannemin hediyesi olan bu göz boncuklu nal benden sana hatıra kalsın ve sana uğur getirsin. Annemler, altınlarımızı yüklerin arasında sakladılar. Bu da benimdir, sana hatıram olsun. Baktıkça beni hatırlarsın.”
Şaşkınlıkla arkadaşımın boynuna sarıldım, kabul edemeyeceğimi söyledim ama Lusy, büyük bir ısrarla altın nalı bana verdi. Ben de boynumdaki mavi firuze boncukların arasındaki muskayı çıkardım, yerine altın nalı taktım, muskayı da Lusy’i koruması için elindeki altın zincire geçirerek boynuna taktım. O gece gün ışıyıncaya kadar hayatta kaldık. Gün ışımasıyla davullar tekrar çaldı, tellallar tekrar bağırdı. Ve komşularımız kıymetli yükleriyle beraber bilinmeze doğru bir yola koyuldular qafleler hâlinde…
Gidiş o gidiş, gidenler bir daha dönmediler…
Boynumdaki kolye ucunu dudaklarıma değdirirken, ‘Lusy, sıra bizde!’ diye mırıldandım…
*Yeni çıkan CEMİLE kitabımdan bir bölüm.
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.