- 580 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
KIRKINLIKLARIMIZ - 5
BÖLÜM 5/5:SIR
Nasıl ve nerede başlarsa başlasın eski hikâyelerin deniz aşırı yolculukları, gemilerinin bandırasında mutlu son yazmıyorsa eğer demir aldıkları limanda falına bakılmamış bir fincanın sırlı telvesi kalıyor hep. Ve kim olursa olsun hikayenin kahramanı bir soru erda gibi yiyip bitiriyor içini. Okyanusun en derin sularında pusulasını yitirmiş kaptan gibi çaresiz kala kalıyor hikâyenin tam ortasında. Öykünün en başında sorulmuş bir soru sayfalarca yazılmış bir söylencenin hiç yazılmamış ve belkide hiç yazılamayacak bölümü gibi çıkıveriyor ortaya.
Sen misin dediğin her kimse, sen misin dediğin her neyse bir kibrit çöpü gibi yanarken gözlerinin önünde hiç affetmeyeceğin suçları sahnelersin zihninde perde perde. Birinci perdesi sır, ikinci perdesi sır… Sarı, kızıl, yeşil ve kahve rengiyle dört ayrı başı olan bir ejderha durur sahnede. Kızıl dersin gurura, tekmil küfürle kaldırırsın baltanı. Sarı dersin inada, inatla çekersin kılıcını. Yeşil dersin kinin rengine, boyarsın kızıla; kahve çıkar karşına elin varmaz, kıyamazsın. Sonra zihnin kan revan içinde oturur af dilersin kendince.
Hikâyenin başında geçilmez sandığın bir eşiği, varılmaz dediğin bir zirveyi, inilmez gördüğün bir dehlizi sır sanırsın önce. Açıldıkça sığ sulara geçilmez dediğin eşikleri geçtiğini, varılmaz dediğin zirvelere vardığını anlarsın ve bilirsin inilmez gördüğün dehlizlere ineceğini. Çevirdikçe öykünün sayfalarını hece hece, kelime kelime karşına çıkar sır; okyanuslarca aranmış bir hazinenin hiç bulunamamış ve belkide hiç bulunamayacak en değerli sandığı gibi. Sen misin dediğin her kimse, sen misin dediğin her neyse bir kibrit çöpü gibi sönerken son sayfanın son hecesiyle tüm hikâyenin kömürleşmiş bir kibrit çöpünden ibaret olduğunu anlarsın.
Kendi hikâyende kendi sırrınla yüzleşmek, okyanusun en abis noktasında fırtınaya yakalanmak gibi gelir önce. Boğuştukça hikâyeyle azgın dalgalar boğuşur gibi, tuzlu su da temizler bedenini güverteyi temizler gibi. Geriye gerçeğe soyunmuş dört farklı rengiyle sırılsıklam bir sır kalır. Yani ateşin yaktığını su temizlemiştir artık. Ana rahminden yeni çıkmış bir çocuk gibi gözleri ağma, rengi oturmamış, geçmişiyle bağını koparamamış dini, dili olmayan kötürüm bir çocuk gibi ağlar önce. Semirdikçe ve öğrendikçe dili, yarım yamalak bir retorikle peşi sıra sorar kendini; sır neydi, diye. Ve sen geç de olsa artık anlarsın sırrın ne olduğunu.
Kaderin kitabı yüreğinde saklıyken, sorduğun hiçbir soruya yanıt bulamamaktı sır. Hikâyeler dolusu yaşayıp, kütüphaneler dolusu susmak yani raf raf okunmamaktı sır. Bizden öncekilerin yanıldığıydı yanıldığımız ve bizden sonrakilerin yanılacağıydı sır. Ama en çok bakılmaz dediğin bir çift gözdü sır. Çünkü bakmaktı korkmak ve korkmaktı yanmak. Yanmaktı sırattan düşmek ki düşmekti cenneti ıska geçmek.
Zihnin kan revan içinde hiç affetmeyeceğin suçların pişmanlığıyla, tarihin gördüğü en kanlı savaş meydanında son perdeyi oynarsın sırf hikâyen yarım kalmasın diye. Affetmek ve affedilmemek… Sırrı bilmenin rahatlığıyla affetmek kolay iş dersin kendi kendine ancak; affedilmemek işte asıl mesele. Adaletin olmadığı zihinlerde herkes suçluysa, kabul etmek gerekir suçu ki suç ihanet etmekti kendi hislerine. Derken tanıdık bir ses belirir zihninde. Kendine ihanetini geç, bana ihanet eden beş duyuna rağmen yine de beş kez ayrı ayrı affetsen beni; yine de affettiremeyeceksin kendine seni der. Çünkü en büyük ihanet, insanın kendine ihanetiydi. Kaderin kitabı yüreğinde saklıyken aldandığın her soruyu tekrar ve tekrar sorduğum için ellerinde, dilinden ve hatta gözlerinden bile daha suçluydum. Affet işte! Kahvenin hatırını unutan dilin adına affet önce. Sonra caddeler dolusu bir insanken durmaksızın eksilten, durmaksızın yitiren, kahveyi taşıyan ellerin adına affet. Sizi duydum diyen kahvenin, sitemini duymayan kulakların adına affet mesela ya da kahvenin kokusunu unutan hislerin adına affet. Ama ille de kahve gözlerin adına affet çünkü ben sırf onlar adına affettim seni.
Nerede ve nasıl başlarsa başlasın eski hikâyelerin deniz aşırı yolculukları varacakları limanda bir fener yanmıyorsa eğer sırf yolları yarım kalmasın diye kıyıya yakın bir yerde çakılı kalıyor çapaları, varacakları limana varmışlar gibi. Bazen ıssız bir sokakta bazen tıklım tıkış bir caddede fora etsen de yelkenlerini her şeyiyle tanıdık gelen bir evin herhangi bir odasında salarsın çapanı.
Yarım bırakmadığım bu hikâye o eski evin her yanı ahşap o eski odasında ateşin şahitliği, kahvenin çiğnenecek hatırı ve dört ihtiyarın yarım asırlık inadıyla böyle başlamıştı işte. Kahve o kızgın köpüğüyle tütünden, çaydan hatta meyden bile önce girmişti hikâyesini yarım bırakmayanların hayatına. Belki kırk yıl sonra çiğnenmesi gereken hatır o vakit çiğnenmişti ya sırra vakıf ateşin ısıttığı o ahşap odada… Olsun dedi su, tüm ferahlığıyla. ‘’Olsun! Cevher yanar kül olur, ateş söner sır olur, sır dağılır el olur. Olsun!’’ Ve narıyla nuruyla olsun dedi ateş. ‘‘Olsun! Bir çift kahvenin hatırına yanmak, yanıp kül olmak, kül olup savrulmak, savrulup hiç olmak; hiç olmamaktan evladır. Olsun!’’
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.