Hepimizin Gideceği Yer
Şu berber dükkanında sıra beklemekten yoruldum; yine yoğun yine önümde yedi-sekiz kişi var. Berbere sıra geldiğinde bana işaret etmesini söyledim. O da bana dönerek, yarı uykulu bir halde başını hafifçe öne doğru salladı; sonra arkasını dönüp beklemekten yorulan bir grup insana çay içip içmeyeceklerini sordu.
Dükkândan uzaklaşırken koca çınar ağaçlarının arasından geçtim. Soğuk bir bankın üzerine oturdum. Hemen karşımda bankta uzanan yaşlı bir adam gördüm. İki büklüm olmuş bir halde; ellerini bacaklarının arasında birleştirmiş, başını montunun içine gizlemişti. Eğer siz, yaşlı adamın üstündeki kahverengi montu, siyah pantolonun paçalarında kurumuş toprak parçalarını, tabanı incelmiş gri ayakkabıları görseydiniz bankın üzerinde uzananın bir insan değil de birkaç eski kıyafet olduğunu düşünürdünüz.
Bulutların üstünde sakınan güneş arada kendini gösteriyor. Kâh aydınlatıyor, kâh ısıtıyor. Ellerimi pantolonumun cebine sokarken yaşlı adamın kıpırdadığını gördüm. Sanki bütün gece uyumaya çalışan, lakin sürekli yatağında dönüp duran biri gibiydi. Sürekli etrafında dönüyor, bir türlü yerleşemiyordu. Dakikalarca dönüp durdu yerinde. Sonra yavaşça başını montunun karanlığından çıkarmaya başladı. Bacaklarını dikleştirdi, bankın demir kolçağına doğru uzattı. Az evvelki eşya yığınının içinden bir vücut çıkıverdi. Ellerimi pantolonumun cebinden çıkarırken karşımdaki vücudunu kaldırdı. Oturmaya başladı. Yaşlı adamın oturduğu yer karanlık bir tiyatro sahnesinin ışık tutulduğu tek yer gibiydi; bulutların arasından çıkan güneş sadece yaşlı adamı aydınlatıyordu. Dakikalar sonra ısındığını hisseden adam esnemeye, göz kapakları da ağırlaşmaya başladı. Sonra yavaş yavaş bankın sert ahşap zeminine bırakıverdi vücudunu. Kim bilir belki tekrar deliksiz uyuyabilirdi.
Berber camekanın ardından eliyle işaret yapıyordu bana. Sıra bendeydi. İçeri girdim, ayakta zar zor duran askılığa montumu astım. İçeride keskin bir sabun kokusu vardı. Bekleyenler koltuğuna oturdum, biraz sonra berber elindeki makasın ucuyla asıl oturacağım yeri gösterdi. Ayaklandım, bu kez siyah deri bir koltuğa oturdum. Karşımdaki aynada kendimi puslu görüyordum. Aynanın rafında envaiçeşit tıraş malzemeleri vardı. Berber, boğazımın etrafını sararak uçlarını iğnelediği örtüyü düzelttikten sonra tıraş makinesine uygun ucu taktığından emin oldu. Tarak ve makası hazırladı. Tüm bunlar olurken benim aklım camekanın ötesinde, bankın üzerinde uzanan yaşlı adamdaydı. Oturduğum yerden göremiyorum onu. Acaba uykuya dalabildi mi? Belki gitmiştir, kendini daha rahat hissedeceği bir yer bulmuştur. Sahi böyle bir yer var mıydı? Zihnim yaşlı adamla beraberken başım berberin hemen dibindeydi; sağa doğru dönüp camekanın ötesine bakarken berber iki parmağını birleştirip başımı hizaya soktu, bu hareket tıraşın başladığının habercisiydi.
Başımı iki parmağıyla yöneten berber az evvelki yarı uykulu haliyle, bir makineyi andırıyordu: Kes. Islat. Düzelt. Bazen, salon sessizleştiğinde, aklına gelen ilk cümleyi atıveriyordu ortaya: “Bugünlerde havalara güven olmuyor, güneş ortaya bir çıkıyor, bir kayboluyor.” Yanı başındaki çırağa mı yoksa bana mı atıyor lafı anlamıyorum, ben sessizliğimi korurken, çırak da pek oralı olmuyordu. Berber, ikimizden bir ses çıkmayacağını anladığında çekmeceden çıkardığı kumandayla köşede asılı duran televizyonu açtı. Açılan televizyona sadece önümdeki aynada beliren, arkadaki çocuk baktı.
Yaşlı adamı görebilme ümidim tamamıyla bitti. Camekanın dibinden geçen insanları bile seçmekte zorlanıyordum; buğu kaplamıştı tüm camın yüzeyini. Dışarısı, bir ressamın eski bir tuvalini andırıyordu; İnsanların yüzündeki pembelik, onların rengarenk elbiseleri, çiçeklerin kırmızılığı, ağaçların yaprağındaki damarlar... Hepsi belirginliğini kaybetmişti. Berber bu durumdan, yani salonun sıcaklığından rahatsız oldu ve hoşnutsuzluğunu belirten ifadelerle çırağa seslendi: “burası biraz sıcak oldu, Kerim hele şu kapıyı açıver” Kerim, elindeki süpürgeyi bırakarak kapıyı açtı. O sırada bir çocuk askılığın dibinde, camekanın bittiği köşede buğu tutmuş camın üzerine bir bulut resmi çiziyordu.
Tıraşım bitti. Berber önümdeki lavabo bataryasını açarak suyun ısınmasını bekliyordu. Başımı yıkayacaktı ki televizyonda çıkan bir haber berberin dikkatini çekti; “Emeklilere müjde!” başlıklı bir haberdi bu. Su ısındı, ısındı, fokur fokur kaynamaya başladı! Berber hiç oralı değildi, işini gücünü bırakmış televizyona bakıyordu. Hafifçe seslendim ve akan suyu işaret ettim. Aniden bataryanın koluyla oynadı, su ılıklaşmaya başladı. Biraz sonra dışarıdan sela sesi duydum. Çırak, gayriihtiyari, “Hasan abi ezan okunuyor” dedi, ardından eliyle televizyonu gösterdi. Hasan abi, yani berber, “yok len ne ezanı, sela bu… Sela okunuyor” dedi. Çırak, kulak kesildi. Evet sela okunuyordu, rahatladı, televizyonun sesini kısmaya gerek yoktu, içini bir ferahlık kapladı. Sonra bu ferahlık kendini dışa vurdu: “gitti yine birisi!” dedi. Berber çırağa dönerek dertli dertli, “eee… Hepimizin gideceği yer orası” dedi. Sonra parmağıyla suyun ısısını kontrol etti ve bana dönerek ekledi: “eninde sonunda!”
Berber, bir türlü ortasını ayarlayamadığı için bazen sıcak, bazen soğuk su ile başımı yıkadı, havluyla ıslaklığını aldıktan sonra, saç kurutma makinesi ile kuruladı. Çırağa montumu getirmesi için seslendi. Çırak elindeki süpürgeyi tekrar bıraktı ve hızlı adımlarla montu getirdi. Giyindim. Montun iç cebindeki cüzdandan çıkardığım parayı berbere verdim. Teşekkür etti ve bekleyen müşterilere dönerek bağırdı: “Sıradaki gelsin!”
Dışarıya çıktım, hızlı adımlarla yaşlı adamın uzandığı banka doğru yürüdüm, ben yürüdükçe içimdeki merak tırmanıyordu. Çınar ağaçlarının dibine vardığımda yaşlı adamın hala aynı bankta uzandığını gördüm. Üzerinde bir battaniye örtülü, battaniyenin ucundan sadece yüzünü görüyordum; derin bir uykuya dalmış gibiydi!
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.