18
Yorum
2
Beğeni
0,0
Puan
1697
Okunma
Hani “öykülerle deyimler” diye bir serinin peşindeyim ya. En son güreş deyimlerini yazdım. Orada da bir güreş anımdan bahsettim. Madem söz güreşten açıldı o anımı da sizlerle paylaşayım istedim.
1968-1976 sekiz yıl Hava Kuvvetlerinde, Silahlı kuvvetlerde güreş tuttum. O yıllarda kurumlar güreşe önem verirdi. Şimdi o destek kalmadı.
Ben 48-52 kilolarının güreşçisi idim. Bu sıkletlerin güreşçileri dertlidirler. Müsabakalardan bir hafta önce başlar dertleri. Atarlar sıcak hamamlara, saunalara, fırına ekmek atar gibi. Güreşeceği kiloya inmek zorundadırlar. Yemek yok. Su yok. Karnımız sırtımıza yapışır. Gıdanız günde bir göbekli marul dur sadece.
Aynı derdin tersi de ağır kilolarda ki güreşçilerin başındadır. Onların da kilo alması gerekir. Güreşeceği ağırlığa gelmek için. Gözlerine yuvaları dar gelir, yemek, tatlı yedirilir. Sürahiler dolusu su içirilir.
Onlar bize özenir, biz onlara…
Yıllar sonra tayinim İstanbul’a çıktı. Beni güreştiğim yıllardan tanıyıp takdir edenler olduğu gibi, çekemeyenler de olurdu. Bazıları kıskanır:
" Şu ufak bünyeyle mi şampiyon oldun? Hayret." Derlerdi.
Askerin değişmez görevlerinden biride nöbettir. Bir pazar günü nöbetçiyim. Nöbet tuttuğum yerde iki arkadaş daha var. Herkesin görevi, sorumlulukları ayrı. Nöbet tuttuğumuz yerin çay ocağında oturuyoruz. Sohbet ediyoruz. Diğer arkadaşlardan biri de Ulvi. Sevdiğim bir arkadaş. Devre arkadaşım. Diğeri de genç bir astsubay.
Laf döndü dolaştı. Benim güreşçiliğime geldi. Ulvi uzun boylu, iri yarı, vücutlu biri.
" Yahu Bedri bu vücutla mı güreştin sen? Bir lokma adamsın. Seni sıksam suyunu çıkartırım."
" Ne sıkıyorsun Ulvi sen? Limon mu? O iş senin bildiğin kadar kolay değil. Sen hiç güreştin mi?”
"Güreşmedim. Ama güreşçi dediğin biraz vücutlu olur.
Ulvi mesleğin de başarılı biriydi. Ama bilmediği bir konuda ahkâm kesiyordu. Sinirlenmiştim.
" Senin gibi yani."
"Evet. Benim gibi."
Pazularını gösteriyordu. Anlaşılmıştı. Ulvi kaşınıyordu. Gereğini yapmakta bana düşüyordu...
" Var mısın?"
" Neye var mıyım ?"
" Benimle güreşmeye"
" Seeennn... Benimle? "
" Evet, ben seninle. Bu arkadaşımızda hakemlik yapsın. Yapar mısın?
" Yaparım ağabey. Az buçuk seyrediyoruz. İki puanı, tuşu biliyoruz."
Ulvi:
"Ben puan falan anlamam. Göbek güneş görecek."
Bu bir güreş terimiydi. Yoksa Ulvi güreş biliyordu da benden mi saklıyordu? Ama ne olursa olsun. Ok yaydan çıkmıştı, bir kere.
Ulvi iyice sinirlenmişti. Hemen orada üstünü çıkardı.
" Hadi gel... Hadi..."
Bu konuşmalar askerlerinde dikkatini çekmiş, bizi dinleyenlerin sayısı artmıştı. Ama hiç biri bana şans vermiyordu. Yürekleri benden yanaydı. Bunu hissediyordum.
Sporda kuraldır. Rakibini basite almayacaksın. Ama gözünde de büyütmeyeceksin. Ulvi neredeyse benim iki katım. Yenilmem normal. Ama günlerce konuşulacak, Ulvi’ye beni nasıl yendiği anlattırılacak, gülünecekti. Buna tahammül edemezdim işte.
Çıktık dışarı. Geniş bir çimli alan. Sanki Edirne Sarayiçi... Askerler telefonlara bakacak sadece bir kişi bırakmışlar içeride. Diğerlerinin hepsi çember oldular bizim güreşimizi izleyecekler.
Çimli bir alan ve seyredenleri görürsem, hele birde "Köroğlu" havası da çalıyorsa, hiç dayanamam.
“Köroğlu havası” hariç ortam tam bana göreydi. Yağlı güreşin vaz geçilmezi hem ısınma ve hem de güreşçilerin seyirciye tanıtımı olan peşreve başlarım. Bir peşrev atıyorum ki, aman Allah. Eğiliyor çimleri söküyorum. Kalkıyor bulutları tutuyorum. Ortalık alkıştan inliyor. Askerler hem alkışlıyorlar, hem de:
"Helal olsun Komutanım... Helal olsun..." diye bağırıyorlar.
Ulvi sinirden mosmor. Fazla dayanamadı. Koştu üzerime geldi. Gelişinden tutuşundan anladım. Ulvi de güreşçiliğin "G" si yok. Bu benim işime geldi. Vurdum tırpanı. Düştü. Çevirdim sırt üstü. Hakem düdüğü çaldı.
" Tuş"
Bir sevinç fırtınası koptu. Askerler keplerini havaya atıyorlar, gülüyorlar.
" Heyyyy" diye de bağırıyorlardı.
Ast , üst, Komutan kuralları yok olmuştu.Hepimiz eşittik.Askerler bir güreş müsabakasını seyreden halk ,biz de çimde güreş tutan iki pehlivanlık. Üç beş asker koşup beni omuzlarına almak istediler. İzin vermedim.
Ulvi bağırıyordu:
" Olmadı, olmadı ki."
" Niye olmadı Ulvi ?"
" Suç ben de. Düdük çalmadan başladım."
" Peki, ne olacak şimdi ?"
" Bir daha güreşeceğiz"
" " Tamam Ulvi bir daha güreşelim.”
Ben rahattım. Ulvinin güreşi bilmediği kesindi. Yüz defa güreşsem yüzünde de yenerdim. Çalınan düdükle güreş tekrar başladı. Bir tek kol. Ulvi yine yerde. Çevirdim. Karar:
" Tuş "
Askerler yine kahkahalarla gülüyorlardı.
İnsanlara üç şeyi yasaklayamazsın. Hapşırma, kahkaha, bir de aşk var tabii. Ama şimdi onun sırası değil.
Ulvi;
" Olmadı."
" Haklısın Ulvi olmadı. Çimler yaştı ayağın kaydı. Ben fark ettim.
"Evet"
" Bir daha değil mi ?"
" Evet, bir daha "
Ben kararımı verdim. Ulvi’yle kedi, fare oyunu oynayacağım. Ama roller değişik olacak. Bu sefer fare kediyle oynayacak.
Biz başladık üçüncü güreşe. Yalandan alta düştüm. Altta iken de yapılacak oyunlar var. Ulvi çekiniyor. Ne yapacağımı bilmiyor. Yılan gibi kayıp çıktım üstüne. Kleyi taktım. Onu biraz yoracağım. Halk arasında "Kazkanadı" derler. Teknik ismi Kle dir. Kollarını rakibin kollarının altından geçirir, elleri ensesinde kilitlersin. Yorucu ve yenici bir oyundur.
Ulvi bir zorladı, kurtulamadı. İkinci hamle. Sökemedi kleyi. Üçüncü hamle...
Aman Allah’ım o da ne? Ağustosun ortasında yağmur mu yağacak ki, gök gürlüyor? Öyle bir ses. Evett... Doğru tahmin ettiniz. Ulvi yellendi.
Peşinden ortalığı bir koku sardı ki, dayanılır gibi değil. Ben kleden falan vaz geçtim. Çözdüm kleyi.
Gülmekten sırt üstü düştüm. İki asker koşarak geldi. Beni kaldırdı.
İçeri de telefon bekleyen asker korkuyla dışarı fırlamış.
" Komutanım silah atıldı..."
Askerler yerlerde yuvarlanıyorlar. Kahkaha sesleri göğü tutuyor.
Girdik içeri. Bana ikram bol. Kimi asker çay getiriyor, kimi meyve suyu...
Ulvi ateşi ateşine üç sigara içti. Konuşmuyor, yüzümüze bakmıyordu. Fazla üzerine gitmenin de âlemi yoktu. Bir söz vardır. " Hırsızı evine kadar kovalamayacaksın."
Sonunda sessizliği Ulvi bozdu.
" Bu burada kalacak arkadaşlar. Tamam, mı söz mü devrem ?"
" Tamam, söz Ulvi..."
O günden sonra Ulvinin bana tutumu değişti. O günü anlatmayayım diye, sık sık yemek ısmarlıyor, arada birde pahalı sigaralardan alıyordu. Genelde monoton geçen bir nöbet böylece neşe içinde bitmişti.
O günden sonra ne zaman televizyonda güreşleri seyretsem kulakları sağır eden o ses ve insanı bayıltacak o koku gelir aklıma...