- 675 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
Hiç bir şey geçmiyordu ...
Ansızın bastırıyordu yağmur, gök adeta çığlık atarcasına gürlüyordu.
Yaşam binbir çeşitteki o capcanlı rengini gri’ye bırakmıştı şimdi.
Odamdayım, perdelerim sonuna kadar açık, içeriye girebilecek en ufacık bir
ışığı dahi odama alma, yansıtma niyetindeydim. Yinede hiç bir ışık, yalnızlık ve kasvetle dolmuş odamı aydınlatmaya yeterince yetmiyordu. Gök gürültüsüne kulak veriyor, kendimi en güvenli ve en iyi hissettiğim yerden, odamdan yatağımdan yağmurun verdiği huzuru enjekte ediyordum yine ruhuma. Bir süre sonra yağmuru fizikende hissetme adına kapı önüne çıkıyordum. Başımı gökyüzüne kaldırıyor ve yağmur damlalarının yüzüme akışına şahitlik ediyordum. Huzurla birlikte içini dolduramadığım garip bir boşluk beliriyordu o anlarda kalbimde. Bir anlam eksikliğiydi bu belkide, yada hergün gelip geçen ve adeta ömrümüzü kemiren zaman karşısında yenilgiyi kabul etme durumuydu bu. Bu durum ciddi bir bulanıklığa sebep oluyordu zihnimde. Bir süre sonra sokağa çeviriyorum başımı, yağmurdan kaçmak için arabaların altına sığınmış mahallenin kedilerinden başka kimse yoktu ortada. Bir kaçıyla göz göze geliyor ve onların kimsesizliklerini ve yaşama amaçlarını sorgulamaya başlıyordum kafamda. Sanki sende öyle değil misin dercesine bakıyordu kediler bana, kimsesiz, sahipli fakat sahipsiz aynı zamandada. Sokağın başından hızlı adımlarla gelen bir oğlan çocuğunu görüyorum. Okuldan geldiği pek aşikar, sırtında çantası, deyim yerindeyse iliklerine kadar ıslanmış bir halde evine gitmek üzere, yüzündeki sert bir ifadeyle ilerliyor. Çocukluğum geliyordu o anda aklıma. Çetin bir kış günü, okuldan eve gidişlerimi anımsıyordum o dakikalarda. İlk okuldayım, elinde şemsiyeyle beni karşılamaya ne annem nede babam gelmişti, bir çoğunun ailesi ya araçla gelmiş yada ellerinde şemsiyeyle çocuklarını beklemekteydiler. Ben yine kimsesizdim. Kendimi salıverircesine sağanak yağmurun altında eve doğru ilerlemekteydim her seferinde, kısa naylon çizmelerimin içine sular dolmuş, her seferinde çıkarttığı sese kulak verirken buluyordum kendimi. Mavi önlüğüm ıslak, ellerim ayaklarım bir o kadar soğuk, yanıbaşımdan araçlar geçiyor üstüne üstük, yerdeki su olduğu gibi üzerime sıçrıyordu haliyle. Eve varıyordum, girişte kapı arkasında üstümü başımı soyuyor , soluğu odun sobasının yanıbaşında alıyordum. Islanmış olan önlüğümü, taytımı kurutmak için her birini asıyordum sobanın tellerine. Sonrasında yine telaşla ıslanmış çantama yöneliyor, içindeki ıslak olan kitap, defter ne varsa onlarıda kurutmanın derdine düşüyordum. Çocuk iken çok fazla hasta olduğumu, üşüttüğümü hatırlıyorum, gecenin bir yarısı yoğun mide bulantısı ve ateşle uyanıyor, daha banyoya yetişemeden olduğum yerlere kusmalarımı hatırlıyordum. Annem mavi leğeni yanıbaşıma getirmiş, sevinmem, iyileşmem adına her zaman alıpta yiyemediğimiz bir adette çubuk kraker koymuş, babam sirkeli bezle başımda beklemekte. Küçük hassas bir beden mikroplara yine yenik düşmüş, ateşler içinde yatmakta yatakta. Herşey geçiyor, sevgili Tezer Özlü’nünde söylediği gibi hiç bir şey geçmesede. Geçmiyordu hiç bir şey, yaşamdan yana aldığımız her bir yara kalıyordu, belki pas tutuyor, belki küfleniyor fakat yinede duruyordu içimizde bir yerlerde.
Ve işin acı yanı, her gün bir yenisi daha ekleniyordu aldığımız yaralara...
Denemeler-
Yazan -Edibe Toğaç
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.