- 882 Okunma
- 5 Yorum
- 1 Beğeni
ESRARENGİZ BİR İNTİHAR VAKASI
Okuduğunuz yazı Günün Yazısı olarak seçilmiştir.
Hava günlerdir kapalıydı, beklenen yağmur bir türlü yağmıyor, arada bir çiseleyen bulutları, rüzgâr umutlarla birlikte önüne katıp uzaklara sürüklüyordu.
Uzun yıllardan bu yana, bilinçsizce tarlalara çakılan dalgıç pompalar yüzünden yeraltı suları kurumaya yüz tutmuş, derelerdeki sular bile çekilmişti. Giderek çölleşen ovadaki susuzluktan, onca emek ve masrafa mal olan ekinler yanmak üzereydi.
Zaten son yıllarda yöre çiftçisinin temel ürünü olan pamuğun piyasadaki değeri bir hayli düşmüş, artan mazot, gübre ve işçilik maliyetleri nedeniyle pek çoğu pamuk tarımından vazgeçerek başka mahsullere yönelmişti. Bu sefer de üretici başka risklerle baş başa kalıyor, bazen ektiği karpuz para etmediğinden tarlada çürümeye bırakılıyor, bazen de ürettiği domatesi alan tüccar, iflas ettiğini ileri sürerek parasını ödemiyordu.
Bu arada Hükümetin hayvancılık politikaları da üreticiyi perişan etmişti. Büyük et entegre tesislerini ihya etmek amacıyla, büyükbaş hayvan ithalatı serbest bırakılmıştı. Bu durum artan hayvan sayısı nedeniyle yem fiyatlarını tetiklemiş, et fiyatlarını da maliyetinin altına düşürmüştü. üstüne üstlük o güne kadar bilinmeyen bir hastalık olan Deli Dana Hastalığı salgını baş göstermiş tüm dünyada olduğu gibi ülkemizde de kırmız ete olan talebi bir hayli düşürmüştü.
Neticede aldığı kredileri ödeyemeyen büyük çiftlik ve toprak sahipleri bile bir bir iflas etmeye başlamıştı.
Ovayı yoğun toz bulutları kaplamış ve hem havadaki kasvet hem de kuraklık moralleri alt üst etmişti. Sözün kısası kasabada işler iyi gitmiyordu ve sinirler gergindi. Gerginlik bir virüs gibi herkese sirayet ediyordu.
Böyle bir günün akşamında eve geldim. Rüzgâr kapı altlarından ve pencerelerin etrafındaki boşluklardan kendine bir yol buluyor, bu esnada çıkardığı ses içimi parçalıyor, tarifsiz bir sıkıntı bütün benliğimi kuşatıyordu.
Gün boyu üzerime sinen tozdan ve yaşama sevincimi esir alan sıkıntıdan kurtulmak için, ılık bir duş almanın iyi geleceğini düşünerek banyoya girdim. Güneş enerjisinden gelen suyu akıtıp, bir süre duş alınabilir sıcaklıktaki suyun gelmesini bekledim.
Bekleyişim boşunaydı ve gözümü karartıp soğuk suyun altına girmeye karar verdiğim esnada telefonun sesini işittim. O sırada eşim Seda’nın çağrıya cevap verdiğini fark ederek, musluğu kapatıp bir süre bekledim. Tecrübelerim bu tür durumlarda böyle davranmayı alışkanlık haline getirmeme sebep olmuştu. Kasabada ikamet eden resmi görevli tek doktor bendim ve arayan acil bir hasta olabilirdi.
Seda, banyonun kapısına yaklaşarak seslendi
----- Hayatım, biraz acele et, ilçeden aradılar, Savcı Bey’in telefon numarasını verdiler, çıkınca hemen aramanı istediler.
Adli bir vaka olduğunu tahmin etmem güç olmadı. Duş almaktan vazgeçip, hemen toparlandım ve verilen numarayı aradım. Telefonu açan savcıydı.
Savcı Murat bey, uzun boylu, boyu kilosu ile orantılı, siyah ve dalgalı saçlı, burnu hafif kemerli, yuvarlak yüzlü, ciddi görünümlü bir insandı. Şakaklarındaki aklar ve etkileyici ses tonu ona ayrı bir karizma katıyordu. İlkeleri olan, mevzuata hâkim bir insandı. Hiçbir ayrıntıyı atlamamak için azami gayret gösterirdi.
Savcıyla önceden de birkaç adli olayda birlikte görev yaptığımızdan, yüzeysel de olsa bir tanışıklığımız vardı. Aramızda selamlaşma ve kısa bir hal, hatır konuşması geçtikten sonra, “Doktor Bey, kasabanız sorumluluk alanında yer alan Zeybekli köyünden bir intihar ihbarı geldi. Arkadaşlar Jandarma Karakol komutanını da bilgilendirdi. Biz beş on dakika içinde hareket ediyoruz, siz de jandarmayla birlikte gelirsiniz” dedi.
Hemen hazırlık yapmaya koyuldum, kaşemi ve her daim hazır bulundurduğum hekim çantasını alıp, bahçeye indim. Birkaç dakika sonra bahçe kapısının önünde jandarma minibüsü belirdi. Araçta başgedikli Eşref’ten başka, uzman çavuş Ömer ve iki jandarma eri bulunuyordu. Jandarmalardan biri aşağı inip beni içeri buyur ettikten sonra başgedikli, direksiyondaki askere hareket etmesini emretti.
Kıdemli Başçavuş Eşref Şensoy karakola atanalı henüz birkaç hafta olmuştu. Henüz pek fazla tanımıyordum, yüz çizgileri sert ve fazla konuşkan olmayan bir insandı, kasabalı biraz asabi olduğunu söylüyordu. Hoş geldin ziyaretine giden okul müdürü de benzer şeyler söylemişti. Uzun süredir karakolda görev yapan Uzman çavuş Ömer ise, işinde mahir, güler yüzlü ve efendi bir delikanlıydı.
Akşam olmasına rağmen hava aydınlıktı. Dolunaydan dolayı manzarayı rahatlıkla seçebiliyordum. Kasabaya yirmi dokuz kilometre mesafedeki Zeybekli köyüne gidebilmek için, yolun her iki yakasını çevreleyen meşeliklerin, dişbudakların, kızıl ve kara çamların arasında, kıvrımlı dağ yollarını tırmanarak ilerledik. Yaklaşık elli dakika sonra zirvedeki gösterişli sedir çamlarının arasındaki Zeybekli köyünün ışıkları göründü.
Bu küçük orman köyü dağın zirvesindeki bir platoda kuruluydu. Ortasından köyü ikiye ayıran pırıl pırıl bir dere akardı. Görev sınırlarım içerisinde bulunduğundan sağlık ekibimle birlikte hemen her ay ziyarette bulunur, gebelerin, bebeklerin takiplerini ve aşılamalarını yapar, bazen de hastaları muayene ederdim. Bu ziyaretlerimden büyük keyif alırdım.
Ancak bu kez durum biraz farklıydı. Zaten günlerden beri kasabayı kuşatan ve ruhuma sirayet eden kasvete, bir de köyde bizi bekleyen dram eklenmişti.
Köyün girişindeki kahvehanenin önünde bizi karşılayan muhtarı da alarak olay mahalline ilerledik. Meydanın sağındaki ancak bir aracın geçebileceği sokağa dönüp, biraz ilerledikten sonra iki katlı yarı ahşap bir evin önünde durduk. Kısa bir süre sonra savcı da zabıt katibiyle birlikte olay mahalline intikal etmişti.
Erkekler evin önünde toplanmışlardı, içeriden kulağımıza kadınların feryatları geliyordu. Küçük bir köydü ve hemen herkes birbirine akrabaydı. Mesleğimden dolayı pek çoğuyla tanışıklığım vardı.
Mevtanın babası yıllar önce ölmüş, ailenin geçimini kendisinden on iki, ablasından beş yaş büyük olan ağabeyi Celil üstlenmişti. Mevsiminde orman da çalışmış, diğer zamanlarda da boş durmamış, ne iş bulduysa yapmış, anasına ve kardeşlerine yokluk yüzü göstermemişti.
Babası öldüğünde celil askerden yeni gelmiş, bütün ısrarlara rağmen kardeşlerini düşünerek evlenmekten uzak durmuştu. Yaşı otuza geldiğinde, anası Celil’i köyün en güzel kızlarından ve oğlundan on yaş küçük olan Remziye ile evlendirmiş, uzun süre çocukları olmamış, tam umudu kesmişlerken Remziye iki yıl arayla biri kız iki çocuk doğurmuştu.
Sonra Celil kız kardeşi Zehra’yı aynı köyden uzak akrabaları olan Orhan ile evlendirmiş, kardeşi Kadir’i bir türlü evlenmeye ikna edememişti. Kadir, ağabeyi evlendikten sonra evin üstündeki odaya yerleşmişti.
Savcı kalabalığa “mevtanın yakını kim diye sordu. İçlerinden kırk yaşlarında, orta boylu, kasketli biri öne çıkarak “ben Kadir’in ablasının kocasıyım” dedi ve ardından “bir de ağabeyi var ama ayakta duracak gibi değil fakir. Silah sesini duyar duymaz ağabeyi Celil İle birlikte sesin geldiği yere, yukarı odaya çıktık ve sonra” diye anlatmaya devam ederken, savcı sözünü kesti ve “sen bizimle yukarı gel, kimliğin de yanında olsun”
Dedi. O sırada Başgedikli Eşref uzman çavuşa dönerek,
---- Askerlere söyle, kimsenin yukarı çıkmasına izin vermesinler. Sen de bizim cihaz ve malzemeleri alıp yukarı gel
Dedikten sonra üst kata yöneldik. Sokakta herkes susmuş bizi seyrediyor, her adımda esneyen ahşap merdivenler can çekişir gibi gıcırdıyordu. Komutan elini kapıya uzatarak zerzenin küflü mandalına bastı ve buyurun sayın savcım diyerek ona yol verdi. Sonra sırayla odaya girdik.
Manzara korkunçtu! Yerde otuz yaşlarında, boyu yüz seksen santim, ağırlığı altmış kilogram civarında, açık tenli, kızıla çalan sarı saçlı, geniş alınlı, kemerli ve iri burunlu, alt dudağı hafif dolgun bir erkek cesedi sırt üstü yatıyor, yanında da kabzası ayakları, namlusu başı istikametinde olan çift kırma bir tüfek bulunuyordu. Üzerindeki gömleğin düğmeleri açık, göğsü çıplaktı, bacağında açık mavi renkte yıpranmış bir kot pantolon vardı, ayaklarında çorap ve ayakkabı yoktu. Uzaktan kaburgaları tek tek sayılabilecek kadar zayıf, el ve ayak tırnakları uzamış ve yüzünde yaklaşık bir haftalık sakal mevcuttu.
Sol göğsündeki küçük ve düzgün kenarlı bir delikten sızan kan pıhtılaşmıştı, yaranın etrafında yanmış barut tanecikleri göze çarpıyordu. Cesedin altındaki kilimin üzerinde pıhtılaşmış kan birikintisi, başının arkasında kalan beyaz kireç badanalı duvarda ise sıçrayan kanın izleri mevcuttu. Yerde bir adet boş fişek kovanı vardı. Pencerenin önündeki masanın üzerinde içi izmaritle dolu kül tablası, boş bira şişeleri ve sarı renkte naylon kapaklı spiralli bir defter bulunuyordu.
Kısa boylu, kel kafalı tonton bir adam olan Zabıt kâtibi, önce elindeki daktiloyu üzerindeki eşyalara dokunmamaya özen göstererek masanın boş bir kenarına yerleştirdi, sonra beraberinde getirdiği içerisinde cerrahi setin ve plastik eldivenlerin bulunduğu çantayı yere yatırıp kapağını duvara yasladı, bana, başgedikliye ve uzman çavuşa birer çift eldiven uzattı. Kenardaki tabureyi altına çekip oturduktan sonra daktiloya bir kâğıt yerleştirdi.
Odada sessizlik hakimdi daktilonun tuşlarından sesler gelmeye başladı. Bir süre sonra kâtip daktilodan ellerini çekip Savcı’ya baktı. Bu bakış, “buyurun efendim, ben hazırım” mesajıydı.
Savcı, olayın meydana geldiği yer, odanın durumu ve cesetle ilgili gözlemlerini kayda geçirtti. Ardından kimlik tespiti için mevtanın yakınını huzura aldı ve usulüne göre yemin ettirdi.
Bir müddet sonra yüzünü bana doğru dönüp “Doktor Bey, muayene ve tespitlerinize başlayabilirsiniz” dedikten sonra, cesede yaklaştım ve bir yandan muayene, diğer yandan da tespitlerimi kâtibe dikte ediyordum.
----- Otuz yaşlarında, boyu yüz seksen santimetre civarında…
-----Üst kısmında düğmeleri tamamen açık, siyah renkli bir gömlek ve açık mavi renkte…
----- Göğüste midklavikular çizgi hizasında ve dördüncü interkostal aralıkta etrafında yanmış barut parçacıkları olan…
Diye devam ettikten sonra, orada bulunanların yardımıyla üzerindeki kıyafetlerin tamamını çıkararak, bütün vücudunu ellerim ve gözlerimle muayene ettim. Uzman çavuş, mevtanın kıyafetlerinin ceplerini kontrol ettikten sonra itinayla yanında getirmiş olduğu şeffaf poşetlere yerleştirdi.
Cesedin üzerinde darp ve cebir izi yoktu. Ölü katılığı henüz oluşmamıştı. Yüzükoyun çevirdiğimde sırtında sol kürek kemiğini de parçalayan geniş ve kenarları düzensiz bir yara mevcuttu.
Bu Sırada mevtanın eniştesi Orhan aniden yere serildi. İşime kısa bir ara verip onunla ilgilendim. Tansiyonu düşmüş kısa bir baygınlık geçirmişti, biraz kendini toparladıktan sonra açık havaya çıkarılmasını istedim.
Tüfeğin uzunluğu göz önüne alındığında, kişinin tüfeğin namlusunu kalbi hizasına yerleştirip, el parmaklarıyla tetiğe dokunabilmesi imkansızdı. Bu eylemini ancak ayak baş parmağı ile gerçekleştirebilirdi. Yaranın giriş, çıkış açısı ve yerdeki silahın pozisyonu da bunu destekliyordu.
Tespitlerimi tamamladıktan sonra, cesedin Adli Tıp Kurumu’na sevkinin uygun olacağını belirtip masanın yan kenarındaki tabureye oturdum. Bu esnada savcı kendi tespitlerini kâtibe dikte ediyor, arada bir de Başgedikliden yardım alıyordu.
Savcı Murat Bey bir ara masanın başına geldi ve gözü sarı kapaklı spiralli deftere ilişti. Defterin sayfalarını incelemeye başladı. Hızlı bir şekilde sayfaları çeviriyordu. Sekiz on sayfa çevirdikten sonra sanki aradığını bulmuş gibi durdu. Başını ve omuzlarını aşağı doğru eğip dikkatle gözlerini satırlarda gezdirdi ve sonra gözlerini sabit bir noktaya dikip bir süre öylece durdu. Artık okumuyor, düşünüyordu. İçimde zapt edilmez bir merak oluştu ve uzaktan gözlerimle sayfayı süzmeye başladım. Mevtanın kötü bir el yazısı vardı, okumakta zorlanıyordum.
Ancak okumayı başarabildiğim şu cümleler içimi bulandırmaya yetmişti, “Remziye ilk ve tek aşkımdı…”, “Ağabeyimin çocuğu olmuyordu…”, “Artık ne aynaya ne de ağabeyimin yüzüne bakacak halim…”
Midem bulandı, daha fazlasını okumaya içim elvermedi. Sonra, savcı yüzünü buruşturup defteri çantaya koyması için zabıt katibine uzattı ve raporda bundan hiç söz etmedi.
Ruhumun daraldığını hissediyor, bir an önce oradan uzaklaşmak için sabırsızlanıyordum. Tam da bu esnada enişte Kadir, kapıyı çalıp içeriye girdikten sonra, bana yöneldi ve kayın validesinin durumunu iyi görmediğini, mümkünse kendisini bir görmemi istedi. Savcıdan müsde alıp aşağı kata indim.
İçeri girdiğimde, mevtanın annesi kapının karşısındaki sedirde bitkin bir halde uzanıyordu. Başında toplanan köylü kadınlar, yüzüne kolonyağı sürerek ve su içmeye teşvik ederek teskin etmeye çalışıyorlardı.
Beni gördüklerinde kenara çekildiler.
Talihsiz kadını muayene edip gerekli müdahalelerde bulundum. Sonra oradan ayrılmak üzere kapıya yöneldiğim esnada, Remziye ile gayrı ihtiyari gözgöze geldik. Bakışımdaki esrarı anlamışcasına, mahçup bir edayla kan çanağına dönmüş gözlerini yana kaçırdı. İçimde ona karşı bir acıma duygusu gelişti ve kendimi alelacele dışarı attım.
İşimizi tamamladıktan sonra yola koyulduk. Bir müddet sonra yağmur başladı. Dağın yamaçlarındaki, döndüğümüz her virajda gözlerime yansıyan, ovaya çöken sisli manzara ve göğün gürültüsü, toprağın yağmurla kucaklaştığını müjdeliyordu.
Sanki bütün kirleri ve günahları geride bırakmış gibi ovayı seyrediyordum.Her şeye rağmen hayat devam ediyordu…
ŞAHİN ÇINAR
YORUMLAR
Daha öykünün girişinde anlıyor okuyucu kaliteli bir öykü okuyacağını. Durum ve karakter tasvirleri o kadar başarılı ki, okurken bahsi geçen yerlerde bulunduğunuzu sanıyorsunuz kahramanlarla birlikte. Onlarla gerçekten burun burunaymışsınız hissine kapılıyorsunuz.
Çok başarılı kaleme alınmış, vermek istediği mesaj çok anlamlı ve yerini fazlasıyla hak etmiş bir çalışma.
Gönülden tebrik ediyorum yazarı.
Saygı ve selamla.
Gün içerisinde okuma fırsatım olmamıştı ve güne eşlik ettiğini görür görmez bir çırpıda okudum.
Etkili bir anlatım bir o kadar sürükleyici ve ele aldığınız konu ne yazık ki; kanayan yarası toplumların özellikle de gizli saklı ne ise gün ışığına çıkması mümkün olmayan.
Kutluyorum, efendim.
Kaleminiz daim olsun.
Saygılar, selamlar tüm ,içtenliğimle.
Kurgu muydu gerçek olay mıydı bilemedim ama merakla okudum. Aile içi yaşanabilecek en kötü olaylardan biri.Keşke şu güzel ülke yetim çocuklarına sahip çıkabilse...Kimsenin yükü kimseye düşmese...Herkes kendi ayağının üzerinde kalabilip kendi hayatını kurup,sevdasını yaşayabilse...Böyle gizli saklı çirkin ilişkilerle aileler parçalanmasa, büyük acılarla hayatlar yok olmasa...Güzel yazınızı tebrik ederim. Saygılarımla...