- 537 Okunma
- 0 Yorum
- 1 Beğeni
Düşmeye doyamadıklarımız...
Neml sûresinin 4. ayetinin kısa bir meali şöyledir: "Şüphesiz biz, ahirete inanmayanların işlerini kendilerine süslü gösterdik, o yüzden bocalar dururlar." Ben bu mananın küçüğünün küçüğü bir tecellisini hayatımda görüyorum. Çünkü, aynen beyan buyrulduğu şekilde, neyin ahiretini düşünmezden gelirsem onda bir bocalama yaşıyorum. Nasıl bir ’bocalama’ bu? Anlatması zor arkadaşım. Belki eksik bir tasviri şöyle: Nefsim ile vicdanım arasında kalıyorum. Merhametim ile öfkem arasında kalıyorum. Doğruluğum ile arzum arasında kalıyorum. Eylediklerimin herbirinin içimde çizdiği birşeyler/bir yerler oluyor. Amellerim gayretimin avuçlarından dikenli tel gibi yakarak geçiyor. Kanıyor. Kanatıyor. Mutsuz kılıyor. Menfaatimden dahi razı olamıyorum.
İyice kafan karıştı değil mi? Haklısın. Daha net bir şekilde içimi dökmem lazım sana. O vakit misal üzerinden gidelim. Örneğimiz şu olsun: İşte, yolda bir cüzdan bulduk, tam da paraya ihtiyacımız olduğu bir zamandı. (Para bulunmuşsa ihtiyacı da mutlaka bulunur zaten.) Süslü göründü. İçindeki parayı aldık. Harcadık. Bitti. Fakat etkisi bitmedi. İçimizde bir yer sızlamaya başladı. Kendimize bir çizik attık. Vicdanımız yaralandı. Eylerken eğer bocalamadıysak sonrasında bocalamaya başladık. "Ya o paraya ihtiyacı vardıysa?" Hadi, ihtiyacı olmasın, peki insanlığımız? "Ben bunu da yapacak kadar kalitesiz bir adam mıydım? Ah ’ben’ ah! Neden sahibini aramadım ki?"
İşte, arkadaşım, ahireti unutulan işlerde bocalama böyle birşeydir bende. Madem ki biz kainatın küçük bir nümunesiyiz. Özetiyiz. Fihristesiyiz. Elbette tıpkı kainatın ahiretiyle bir bütün olması gibi biz de ancak onun imanıyla bir bütün oluruz. Sonsuzluğunu düşlemediğimiz hiçbir işimiz yoktur bizim. Kimi sevsek sonsuzca severiz. Sonsuza dek yaşayacakmışız (ve o da sonsuza kadar güzel kalacakmış) gibi severiz. Bu sonsuzluk hissi aslında bir tür bizdeki ’fıtrî ahiret bilinci’dir. Yaratılışımızdan gelir. Hz. İbrahim aleyhisselamın Kur’an-ı Hakîm’de "Batıp gidenleri sevmem!" derken bizlere söylediğidir: Ey insaniyette kardeşlerim, fıtratta ihvanlarım, siz ve biz biriz, içinizi bir yoklayın lütfen, siz de batıp gidenleri sevmezsiniz.
Kimse yarın öleceğini bildiği bir güzele âşık olmaz. Kimse yarın elinden çıkacağını düşündüğü bir eşyasına bağlanmaz. Kimse canından çok sevdiklerinin firakını, ayrılığını, hasretini düşlemek istemez. Bütün bunlardan neden sakınıyoruz? Neden anıldıklarında "Ağzından yel alsın!" istiyoruz. Elbette üzerine yaratıldığımız şey ’sonsuzluk’ olduğu için. Uyumsuzluğumuz bundan. Ahiretini unuttuğumuz işlerde yaşadığımız uyumsuzluk da bundan. Hatta sana şunu söyleyebilirim ki: Ateist bir insanda güzel ahlaktan hisse kalmışsa, yani bir nebze korumuşsa, bence o da bundan. Fıtratındaki ’üzerine yaratılmışlık’ motivasyonundan.
Fakat aynı zamanda nefisliyiz. Ve ahiretini unuttuğumuz amellerde nefis kendisini patron sanıyor. Çünkü o ’anın menfaatini’ kolluyor. Bedensel varlığımızın devamına çalışıyor. Vicdan öyle değil. Vicdan ahireti hesaba katarak konuşur. Ruhun saadetinin devamına çalışır. Öyle ya. Yolda bulduğunuz cüzdanı cebinize atarken içinize neden bir sızı saplanır? Çünkü orası, o incinen yer, ’bunun üzerine yaratılmadığını’ bilir. Eylediği yanlış işlerin sonsuzlukta kendisini kötü bir şekilde hoşamedi edeceğini hisseder. Sesini sancıyarak duyurmaya çalışır: "Bunun üzerine yaratılmadık biz!" Fakat ahiretini unutmuş kişilerde (veya ahireti unutulmuş işlerde) nefsin sesini bastıramaz. Nefis, anın menfaatini kollamaya konsantre olduğundan, eğer varlığınızı andan ibaret görürseniz, direksiyonunuzu ona terkedersiniz.
Varlığı andan ibaret görenlerin bocalamasıdır belki de ayetin bize anlattığı. (Veya anlattıklarından birisi de budur.) Onlar, bir yanda sonsuzluğa uygun bir insan olarak yaşamayı arzulayan yanları, diğer yanda imansızlıkla sürekli besledikleri nefisleri arasında bocalar dururlar. Ben de böyle çok bocalama yaşadım. Hatta bu bocalamalarım sırasında şunu da farkettim:
İnsan anlık arzularının/hazların peşinden gittikçe bocalaması artıyor. Çünkü anlık arzular/hazlar da borsa gibi, sürekli bir iniyor, bir çıkıyor. Dengeleri sürekli değişiyor. Merkezi sürekli oynuyor. Yüzecek bir karası olmayan Mecnun gavvaslar için her pırıltı bir Leyla’ya dönüşüyor. Günübirlik hayatlar yaşanıyor. Tek gecelik aşklarda konaklanıyor. Bir partilik saadetlerle vakitler doluyor.
Anların raconu böyle. Nefsin hayat tanımı bu. Sonsuzun raconu ise böyle değil. Sonsuz, uzaklarda bir sabitelikten bahsettiğinden, eylemleri kendisine/merkezine doğru bükmeye başlar. Tıpkı, kendisinden daha büyük bir kütlenin (bir yıldızın) cezbesine kapılan gezegenler gibi, insan, bir yörünge etrafında hayatını konumlandırır. Bir sabitelik, akışkanlık, kıble kazanır. Ahireti olmayan hayatlar tastamam bir bocalamadır. Çünkü gittikleri bir yer yoktur. Putları çoktur. Kıbleleri saymakla bitmez. Yani demem o ki: Sen de gittiği bir yer olmayan işlerine bak arkadaşım. İnan bana, bence, onların da ahiretleri yoktur.
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.