- 1144 Okunma
- 10 Yorum
- 1 Beğeni
Yanınızdaki Üç Şey
Okuduğunuz yazı Günün Yazısı olarak seçilmiştir.
Mina Urgan’dan nefret ediyorum! Baştan söyleyeyim, kendisiyle hiç yüzyüze gelmedim. Üniversitede ondan ders almadım. İçki masasına oturmadık. Beraber seyahata çıkmadık. Ben McEnroe’yu tutarken o Ivan Lendl taraftarı olmadı. Kız arkadaşımı da elimden filan almadı.Ama açık açık, yüksek sesle, bir daha söylüyorum: Mina Urgan’dan nefret ediyorum!
İyi bir aileden geliyor olabilirsiniz. Bir yanınızda Orhan Veli, diğerinde Oktay Rıfat olabilir. Orijinal metinleriyle benim gözümü korkutan kitapları okumuş, içselleştirmiş ve Türkçe’ye çevirmiş olabilirsiniz.Hayatınızda belirli bir görüşü savunmuş, hatta ‘’Nasıl olsa sol görüşlü bir kız olarak iple asılacaksın’’ diyen Necip Fazıl’ın önerisiyle Urgan soyadını almış olabilirsiniz. Bütün bunların karşısında saygı duyarım. Ama bu gerçekler kendisinden nefret etmemi engellemez. Yetunde de sormuştu:
‘’Mina’ya olan nefretinin nedeni nedir?’’
Elimde en sevdiğim kitap var: Sineklerin Tanrısı. İlk kez on üç yaşında okumuştum. Beni öylesine etkilemişti ki, ondan sonra her okuduğumu onunla karşılaştırır olmuştum. Belki beni daha da etkileyecekti ama ismini ilk paragrafta andığım hanım yüzünden bu mümkün olmadı.
Kitabı İngilizce aslında Mina Urgan çevirmişti. Daha sonra orıijinal metni okuduğumda bunun büyük bir şans olduğunu farkedecektim. Zaten bugün de elimde çeviriyi tutuyorum, aslını değil. Tamam, güzel çeviri yapmış. Buraya kadar bir sorun yok. Ama o çevirinin başına koyduğu önsöz nedir öyle? Bütün kitabı özetlemiş, analizini yapmış, bir anlamda ‘’İsterseniz kitabı okuyun ama burada okunmuş ve hazmedilmişi var’’ demiş.Siz ancak ‘’Yine de kitabı bir okuyayım. Belki Mina Urgan’dan farklı yorumlarım’’ diyecekseniz okumaya yelteniyorsunuz. Buna kalkıştığınızda da kitap koca bir deja vu’ye dönüşüyor ve bir süre sonra ilginizi de kaybediyorsunuz.
Ben bir dereceye kadar şanslıydım. Önsöz adı verilen kitap analizinin ortalarında bir yerde durumu farketmiş ve ondan sonrasını atlayıp romana geçmiştim. Ama tamamen de ucuz kurtulmamış, kahramanlardan Domuzcuk’un öleceğini öğrenmiştim. Belki bu deneyimden sonra kitapların arka kapaklarını bile okumayı bıraktım. Hiç bir fikrim olmasın istiyorum yeni bir kitabı elime aldığımda. Bir şekilde, birileri kitabı ele vermesin. Mina Urgan gibi analistler de ne yazacaklarsa kitabın sonuna saklasınlar. Livre de Poche öyle yapıyor, hiç de fena olmuyor.
Yıllar sonra Sineklerin Tanrısı tekrar elimde.Üstelik bu sefer atmosfer de kitaba uygun. Bir adadayım, börtü böcek istemediğim kadar çok ve çorbadaki sinek misali Mina Urgan’ın önsözü tüm keyfimi yeniden kaçırıyor.
‘’’Sen de o zaman önsözü okuma’’ diyor sevgili Yetunde.
Anlamıyor, anlamayacak.
Yanlış bir izlenim vermek istemem. Yetunda gayet zeki bir kadındır. Bir çırpıda orta zekalı bir insana Einstein’ın hangi durum karşısında ‘’Tanrı zar atmaz’’ dediğini açıklayabilir. Ya da resimde niye izlenimciliğin tesadüfi bir gelişmeden çok, eşyanın doğası gereği bir zorunluluk olduğunu kanıtlayabilir. Zaten tanışmamız da böyle bir ortamda, Vermeer’in Delft Manzarası adlı tablosunun yorumlandığı bir seminerde olmuştu. Ayaküstü yaptığımız sohbette bana beş maddede konuşmacının yaptığı yorum hatalarını göstermişti. Karşılığında ister istemez bu uzun boylu Nıjeryalı hanımı bir Fransız lokantasına götürmüş, ondan konuyu daha detaylı anlatmasını istemiştim. Başka zamanlarda şarap Vermeer’in dünyasına daha iyi nüfuz etmemi sağlarken bu sefer beni Yetunde’ye yaklaştırmıştı.
Zaman içinde Yetunde ile daha sık buluşur olmuştuk. Kulağa normal gelse de kendisi başka bir şehirde, dahası başka bir ülkede yaşıyordu. Buluşabilmek için az fedakarlık yapmamıştım.
‘’Demek Cambridge’te astrofizik çalışıyorsun. Nobel ödülü yakın mı bari?’’
‘’Nobel ödülü alan fizikçilerin kafası seninki kadar bile çalışmaz’’
‘’Nasıl yani?’’ Onları mı çok kötü aşağılamıştı, yoksa beni mi çaktırmadan övüyordu, anlayamamıştım.
‘’Nobel’i deneysel fizikçiler alır.Onlar da teorisyen olamamış kişilerdir’’
Yetunde’ye teorik fizikçi olup olmadığını sorsam herhalde beni Nobel ödüllü fizikçilerden de daha aşağı bir yere yerleştirirdi. Biraz düşününce bu son cümlem kulağa o kadar da kötü gelmiyordu.
‘’Peki ya Einstein?’’
‘’Fotoelektrikten aldı; teorik çalışmalarından değil.’’
İşte bu Yetunde şimdi basit bir teorik tartışmayı anlayamıyordu. Mina Urgan’ın önsözü kitabın başında, her şeyi açıklıyordu. Orayı atlasam da, gözlerimi kapatsam da ben bu gerçeği biliyordum. Mina’nın yazdıkları aklımdaydı. Romanı nasıl Mercan Adası’yla karşılaştırdığını hatırlayacaktım. Ralph’ın kötü yanlarını, Jack’ın iyi yüzünü, aziz sayılabilecek özellikleri olan Simon’u düşünecektim. Önsözü atlayıp atlamamanın bir önemi olmayacaktı.
‘’Kitabı biraz kenara bırak da, şu evin işini konuşalım.’’
Benim yanıtımı beklemeden Sineklerin Tanrısı’nı elimden çekip aldı.
‘’Biliyorsun, evin yerini bana danışmadan seçtin. Şimdi kulübenin içi güneş almadığı için her yerimiz küf oldu.’’
‘’Güneşli bir yeri seçsem bu sefer sıcaktan yakınacaktın.’’
‘’Evet yakınacaktım. O yüzden de hem güneş alan, hem de sıcaktan kavrulmayan bir ev için bana danışacaktın. Ama sen hiç bir zaman bana danışmıyorsun; öyle değil mi?’’
Belki de Yetunde çok uzun süre araştırma grupları içinde yer almıştı: Görevlerin herkese net çizgilerle bölüştürüldüğü, sorunların tartışma ortamında halledildiği, grup liderinin son sözü söylediği ortamlar... Belki Yetunde çok uzun bacaklıydıö çok anlamlı bir yüzü vardı, keyfi yerinde olduğunda çok ilginç konulardan bahsediyordu, belki de ben onu adadaki hayata çağırırken çok aceleci davranmıştım.
O konuşmaya devam ederken kadehime uzanımdım ve Sör Charles’tan bir yudum aldım. Belki o gün o Fransız lokantasında Mouton Cadet yerine Sör Charles içseydim dikkatimi Yetunde yerine Vermeer’e verebilecektim ve hiç bir şey aynı olmayacaktı.Sör Charles benim öteden beri resmi şarabımdı. Bazı arkadaşlarımın ‘’ucuz’’ diye çamur atsalar da hesaplı ama kaliteliydi. Diğer Cabarnet’ler kadar sert değildi. İkinci kadehte Yetunde sizi öpmüş gibi olmuyor, dikkatinizi hala istediğiniz konu üzerinde toparlayabiliyordunuz.
‘’Bir kere ben söylemeden bir takım işleri yap’’
Sör Charles’ın da zayıf tarafı buydu. İkinci kadehteki yumruğu arıyordunuz. Bir adaya gidiyorsanız, hele de Yetunde ve Mina Urgan’ın önsözüyle gidiyorsanız Sör Charles en iyi seçim değildi.
‘’Daha geçen gün kulübenin çatısı yağmurda sızdırıyordu; oralı bile olmadın’’
Belki keramet üçüncü kadehteydi. Şarabı doldurup, Sör Charles’ın sağ kroşesi için dua etmeye başladım.
YORUMLAR
Öykümü güne getiren Seçki Kurulu'na saygılarımı sunar, teşekkür ederim.
canandemirel
Hey gidi John McEnroe/Björn Borg 1980-81 Wimbledon finalleri
Ivan Lendl'da soğukkanlı yönüyle kritik anlara hükmeder hatta kaybetmek üzere olduğu anlarda aldığı puanlarla rakibi uyuz ederdi
John McEnroe ise rakipleriyle salt teknik düzlemde değil psikolojik olarakta oynar, sinir harbi verirdi, son yıllarında bu eğilimi aleyhine mi işliyordu ne? Dişlerini gıcırdatmalar, raketi yere vurmalar maçın kötüye gittiğinin nişanesi gibiydi
Üçüde önemli ustalar, değerli oyunculardı şüphesiz
Romanların önsözüyle filmlerin ayrıntılı anlatımları izlemeden önce nosyonu kaybettirip losyon halini alabilir tabi
Bazı yazarlar hakkında biyografik bir girizgâh faydalı olabilir ama roman özeti olmamalı bu elbette
Güne gelen yüreği, emeği, kalemi, kelamı tebrik ederim hocam
Saygı ve selamlarımla...
İlhan Kemal
''Bazı yazarlar hakkında biyografik bir girizgâh faydalı olabilir ama roman özeti olmamalı bu elbette''
Bu görüşünüze tamamen katılıyorum. Belki buna romanın hikayesini anlatanları da ekleyebilirim.
Aklıma 1990 Time derigisinin Wimbledon öncesinde yayınladığı yazıyı getirdiniz. O sene Avustralya Açık'ı kazandıktan sonra (Ocak) Ivan Lendl Wimbledon'a kadar (Haziran sonu) hiç bir turnuvaya katılmamış, çim kortlarda Wimbledon'a hazırlanmıştı. Time dergisinin tahmini ise şuydu: ''If practice makes perfect, hei'll win'' Tabi ki kazanamadı ve yarı finalde Edberg'e elendi. Güzel olmuştu. Saygılarımla.
levent taner
İvan Lendl'ın negatif bir elektriği vardı evet
Duygularını belli etmeyen insanlar vardır hani
Bazen ifadesizlik avantaja, silaha dönüşebilir
Lendl toprak kortun adamıydı ayrıca
Sanırım İsveçli Mats Vilander'de böyleydi
Hatta bir sene Vilander Avustralya, Fransa ve Amerika açığı kazanıp Wimbledon'u kaybetti de yılın Grand Slam'ı olmayı kaçırdı
Ki bu çok ender görülür bilirsiniz
Bir yıl içinde dört turnuvayı sektirmemek hani
Bayanlarda Steffi Graff yapmıştı o yıllar
Boris Becker ve Stefan Edberg çim kortta başarılıydı
Lendl sanırım iki kez final gördü Wimbledon'da ilkini Becker'e ikincisini ise dünya sıralamasında gerilerde bir raket Pat Cash karşısında
Wimbledon'da yapamayacağını Cash karşısında 3-0 kaybedince anladım
Dünya sıralamasında bir numarasın ve isimsiz birine 3-0 kaybediyorsun
Hadi Becker tamam da ikincisi bana fikir verdi
Stefan Edberg sempatikti de Boris Becker'de pek hoşuma gitmezdi
Çim kortta başarılı olmasına karşın iticiydi bende
Tekrar tebrik eder
Çalışmalarınızda başarılar dilerim hocam...
'Bir Dinazorun Anıları'nda ilk tanışmıştım okur olarak Mina Urgan'la ve beğenmiştim kitabı. Sineklerin Tanrısı'nı da birkaç ay önce aldım ama henüz sıra gelmedi okumaya. Benim aldığım kitap da Mina Urgan çevirisi, yalnız sonsöz bölümünde yani kitabın sonunda Mina Urgan birşeyler yazmış...o şekilde olması tabi daha iyi...kitabı bitirdikten sonra çeviriyi yapan kişinin görüşlerini de bilmek biz okura kalmış...ya okuruz ya okumayız...
Açıkçası ben de sevmiyorum önsözleri...bazıları çok uzatıyor ve daha kitaba başlamadan soğuyorsunuz hemen...ve dediğiniz gibi bazı ayrıntılar da verilince süpriz veya şaşırtıcı bir şey de kalmıyor geriye...şimdi kitabı henüz okumamış biri olarak bana da bazı tüyolar vermiş bulundunuz bu arada...
bu tıpkı şuna benziyor hani daha önce seyretmiş olduğunuz bir filmi partnerinizle tekrar seyredersiniz ya ama o ya hatırlamıyordur, ya da yeni seyrediyor olur ya...biran boşluğunuza gelir ve ağzınızdan kaçırıverirsiniz en can alıcı noktayı ya hani ve böylelikle film zevkini de mahvetmiş olursunuz...hiç hoş olmuyor öyle...
İlhan Kemal
- kitap bittikten sonra sonsöz de karakterlerin kimleri temsil ettiğini görünce iyi ki okumusum diyeceksiniz
- derin izler bırakan bir kitap hele sonundaki not kitabı tamamladı
- Özellikle Mina Urganın son sözünü es geçmeyin!
Kitapla ilgili bazı noktaları açık ettiysem özür dilerim. İster istemez bazı okuyucular henüz kitabı okumamış oluyorlar. Sizin örneğinizi biraz değiştirirsem daha uygun olabilir. Partnerinizle kafede Schindler'in Listesi'ni tartışıyorsunuzdur (Vizyonda olan bir filmi değil) Yan masadan size kulak kabartan biri: ''Sağolun, sonunu öğrenmiş oldum'' der. Yandaki masadaki adamın bu eski filmi seyredip seyretmediğini bilemezsiniz. Ama sinemaya gidip, o matinede gösterilecek filmi, film başlamadan tartışıyorsanız (Mina Urgan'ın önsözde yaptığı gibi) o zaman diğer koltuktakilerden bir şeyler çalmış olursunuz.
Umarım siz benden daha insaflı davranır, ''İlhan Kemal'den nefret ediyorum'' diye başlayan bir öykü yazmazsınız. Saygılarımla.
Gule
'Bizim yapabileceğimizi bizden önce yapan insanları' sevmeyiz genellikle... Psikolojik bir duruştur bu!...
Üçüncü kadehle 'yanınızdaki üç şeyi' birbiriyle bağdıştıramadım, o nedenle bana göre bir ayağı havada kaldı...
Sonra düşündüm: 'Sineklerin Tanrısı - Yetunde - Mine Urgan' mı diye... Yine olmadı!... :)))
Yazı diliniz akıcı ve kültür ziyafeti gibiydi...Kutlarım...
Saygılarımla....
İlhan Kemal
Öncelikle Sayın lacivertiğnedenlik'e yazdığım yorum cevabının bir bölümünü buraya aktarayım:
''Brüksel'e bir apartmanın 9. kat dairesinden baktığım günlerdi. Ev üç tane üç yaşındaki afacanın sesleri inliyordu. Şanslıydım, çocuklarla ben ilgilenmiyordum. Şanssızdım, onlarla aynı mekanı paylaşıyordum. Derken uzaklara gitmeyi hayal ettim; bu kabus üçlünün olmadığı topraklara. Bir ıssız ada mesela.
Issız ada varsa mutlaka oraya götürülecek üç şey vardır ve bunların hiç biri üç yaşında bir çocuk değildir. Peki ya adaya götürdüklerimden de memnun kalmazsam?''
Götürdüklerimden ilki sevdiğim bir kitap. Ama bir yandan da beni hayalkırıklığına uğratması lazım. Çok düşünmeme gerek kalmadan Mina Urgan ve Sineklerin Tanrısı aklıma geldi. Romanın ıssız bir adada geçmesi büyük bir tesadüf, romandaki ıssız adanın cehenneme dönüşmesi daha da büyük bir tesadüf.
İkinci olarak 'rüya kadın' Yetunde'de karar kıldım. O da hem fiziki, hem zihinsel olarak anlatanı etkilemiş biriydi ama adadaki varlığı hayalkırıklığından da öte rahatsızlığıa dönüşüyordu.
Kitabını ve kadınını götürüp mutlu kalmayan adama son darbeyi de üçüncü seçtiği, şarabı, vuruyordu. Önceki hayatında hafifliğinden ötürü sevdiği bu şarap koşullar yüzünden kendini uyuşturması gerektiğinde işe yaramıyor, kadeh üstüne kadeh devirmesi gerekiyordu. Medet umduğu kadehin üçüncü olması ise yine başka bir tesadüf.
Umarım havada kalmalık biraz azalmıştır. Ama bunu öykünün kendisinin sağlaması beklenir; sonradan yazarın yamaması değil. Teşekkür ederim böyle bir soruna işaret ettiğinize. Saygılarımla.
Serap IRKÖRÜCÜ
Teşekkür ederim, başarınızı tekrar kutlarım...
Saygılarımla...
İlhan Kemal
Güzel bir esinti idi yazınızın bizlere sunduğu.
Ön söz aslında bir ön yargı ve toplumun temel yapı taşlarına da eşlik eden.
Oysaki bağımsız olmalı okuyucu tıpkı yazarın taşıdığını boca etmek adına ruhuna.
Sebepsiz okumalı ve sahiplenmeli yazılan metni: tıpkı bizlerin sahiplendiği bu güzel yazı gibi.
Teşekkürler, değerli yazarım.
Saygılar, selamlar.
İlhan Kemal
Bağımsız okumalara! Saygılarımla.
Önsözün girişinden en fazla beş cümle okur geçerim "Sineklerin Tanrısını okurken de öyle olmuştu,
ve itiraf etmeliyim, size karşı ön yargılı davrandığım için kendimi kınadım resmen, gayet keyifle, sıkılmadan okunabiliyormuşsunuz.
Bu paylaşım için çok teşekkürler ve tebrik ederim, esen kalın.
farkettim ki kitabı bir daha okumalıyım zira unutmuşum kirli gözlük camları ve domuz avlamak için tartışmaları haricini
Filiz Şahin. tarafından 10/7/2018 9:55:50 PM zamanında düzenlenmiştir.
İlhan Kemal
''size karşı ön yargılı davrandığım için kendimi kınadım resmen, gayet keyifle, sıkılmadan okunabiliyormuşsunuz. ''
Uzun yazan biri olmadığım için metinlerimin sıkıcılığı boylarından gelmiyor. Demek ki ya tempoda, ya olay örgüsünde, ya da karakterlerde bir sorun var (Gerçi bu seferki izlenimiz böyle değil ama geçmişte bu intibayı yaratacak durumlar olmuş) Önceki yazdıklarıma geri dönüp, başka bir gözle okumayı deneyeyim. Amerikalıların ''Wake*up call'' dedikleri uyarınız için teşekkür ederim. Saygılarımla.
Burada birçok tanımadığım yazarlardan bahsedilirken merak edip alıp okuduğum oldu. Mesela Virgina Wolf'LA da burasi sayesinde tanistik. Şimdi de Sineklerin Tanrısı...
önsözsüz okurum bende. Okurken de İlhan Kemal'in Mina'dan nefreti aklima gelir kesin :)
İlhan Kemal
Önsöz konusunda size katılmamak mümkün değil. Uzun uzun yazılmış önsöz okumaktan nefret ediyorum.Hele bir de olayları özetliyor veya kilit noktaları ortaya döküyorsa kitabı daha baştan gözümden düşürüyor.Kaç kitabı sadece önsöz okumaktan sıkıldığım için kenara kaldırdım hatırlamıyorum.Bir süre sonra inat edip kitabı bitirir ve içeriği gerçekten beni etkilerse, beklediğim için de kendime kızdığımda çok olmuştur.Önsöz yazmanın bir kuralı var mıdır bilmem ama en az kitap kadar dikkat edilmeli.Merakla, beklentiyle alınmış kitaba ilgiyi artırıcı olmalı.Bu arada söylemeden geçemeyeceğim; eğer sevgiliniz veya eşinize sormadan bir plan yapacaksanız en mükemmeli yapmalısınız:))Yapamıyorsanız kesinlikle vazgeçin:)))Uzun yıllar sonra merakla beklediğim yazarı yeniden okuyabilmek güzel...Sevgilerimle...
İlhan Kemal
Yazmak zaman yaratmaktan çok zihinsel olarak oraya kanalize olmak iie mümkün oluyor. İstediğim kadar beş saatlik boş vaktim olsun, eğer gün içinde yazacağım konu hakkında kafa yormamış, hayal kurmamışsam yazmıyor. Uzun süredir de böyle bir ortam içindeyim. Aylardır tek satır yazmamışken iki haftalığına Avrupa'ya gidiyorum ve üç yazı fikri ile dönüyorum. Umarım zihni olarak yazma modunda kalabilirim. Güzel sözleriniz teşekkür ederim. Saygılarımla.
Romanlarda önsözü okumayı ben de red ediyorum. Okuyucuyu Yetunde gibi biçimlendiriyor.
Selamlar.
İlhan Kemal
Brüksel'e bir apartmanın 9. kat dairesinden baktığım günlerdi. Ev üç tane üç yaşındaki afacanın sesleri inliyordu. şanslıydım, çocuklarla ben ilgilenmiyordum. Şanssızdım, onlarla aynı mekanı paylaşıyordum. Derken uzaklara gitmeyi hayal ettim; bu kabus üçlünün olmadığı topraklara. Bir ıssız ada mesela. Issız ada varsa mutlaka oraya götürülecek üç şey vardır ve bunların hiç biri üç yaşında bir çocuk değildir. Peki ya götürdüklerimden memnun kalmazsam?
dedim ve öykü başladı.