teorik hüzüncü
Okuduğunuz yazı Günün Yazısı olarak seçilmiştir.
Servus! güneşin topraktan çekildiği bir gün. göğsümde b.öğüren bir taş. geri döndüğünde evi bildiği ağacı bulamayan Koala gibiyim. ne bir ağaç ne de gölgesi. kurak ve yalnız. sarılacağı kimsesi yok. dünyanın orta yerine gelişigüzel fırlatılmış bir füze gibi ve kimliği belli belirsiz kişilerin açtığı bu tahribatta o da unutulmuş işte. burdan gitmeliyim. yoksa kansızlıktan can verecek bu tabiat ve karanlık patikalardan elime düşen bu girift ahit. adios!
elimin altındaki kitapta ’muhteşem gatsby’ yazıyor ama aslında kusmuğu boğazında bir hayat dilimine rastgelmiş ve elden ele tokuşturulan şarap kadehinin kakara kikirisinden bir farkım yok. sadece burda karabasan gündüzleri de üstüme çökme cesaretini kendinde bulabiliyor, ben kendimi doğru dürüst bir yerde bulamazken. Burgess haklı! herkes ’otomatik portakal’ dan farksız. hiç tereddüt etmeden -benim farkım bu- diyebileceğim bütün o lükslerin, kibirlerin ve egoların şişirilmiş tekdüzeliğinden de uzakta ve artık sanırım gözüm hiçbir şey görmüyor. Josê’nin körlükten kastı buysa ben cehennemin dibiyim o zaman.
annem beni su döküp yıkamadan götürsün burdan. müstehcen organlarımı örtmeden. beyaz bir çarşafın önemini anlamış olur böylelikle herkes. ibreti alem için görsünler. tiryakilerin günahları altında ezim büzük belini doğrultamayan o koton şeffaflığı olmadan da derim kemiğime dayanmıştı. annem rahatlayacaksa sille tokat dövsün yüzümü. babam bol tazyiklisinden suratıma tükürsün. eğer yüreklerinize azıcık su serpilecekse sıraya geçip Soraya’yı taşlayan gerici bir zihniyetle taşlaya taşlaya da gönderebilirsiniz dert değil. belki o zaman hep bir ağızdan dillerde zikredilen bi bismillah teveccühünü hakederim o zaman. geberdi ve kurtuldu! dünyayla oldum olası barışık değildi zaten!
...
falsolu bir topun son anda direkten dönmesi gibi ben de her gün bir duvarın köşesinden dönüyordum böyle. o yüzden benim de köşeliydi yüzüm. yine de karşıma çıkan her duvarı çimdikleyip kanatmak, bir tırnak izini suratlarında bırakmak hoşuma gidiyordu sanki. belki o yüzden ceset kokuyordu yazdığım her cümle.
barny’ nin kafesine tıkılması gibi dört duvar ve betondan dökmeydi her bahçe. telleri ve dikenleri uzundu. baktıkça canını acıtır, sessizliğine gömülürdü insan. barny bazen bakıcısına o mağrur gözleriyle dışarıyı sorar, ağaçlara tırmanıp daldan dala atlamayı nasıl özlediğini anlatırdı. "insanlar yalan konuşuyor, birbirine iftira atıyor" derdi. haklıydı. bir hayvan bile insanın vahşi ruhunu iyi çözmüş ve tuzaklarından uzaklaştırmak istemişti kendini. bakıcısı her ne kadar herkesin yalancı olmadığını, güvenilir insanların da bulunduğunu söylese de tatmin olmamış, kimseye içini dökmemişti. şüpheli bakınırdı etrafına ve her an birinden zarar gelecekmiş gibi tedirginleşirdi gözleri. o yüzden sırtını dönüyordu hep demir kapıya ve oda arkadaşlarıyla hiç konuşmuyordu. bakıcısı yiyeceklerle gelip tatlı dille sohbet ettikçe bir gün dayanamayıp teslim oldu ve sessizliğini bozdu. insan güzellikle konuşur, güzelliği de getirirse yanında karşılığında da güzellik bulur yine.
hani ’öldürdüğüm duvar zaten açık mezarımdı’ diyorsun ya işte orda saatlerce kanatabilirim yüreğimi sonra da ah’larımı içime gömer, ahmed arif’in şiirine dayarım kendi etrafında dönen mitralyözlü başımı. namluyu sadece kendime doğrultur, sıcak mermileri de içime boşaltırım teker teker. öldüğüm anlaşılmaz çünkü yaşarken de öldüğüm anlaşılmamıştı hiç. kanlı baloncukları havaya üflerken nefes borum, gelincik tarlasında koşacağımı hayal ederim. çocukken en sevdiğim narin ve kırılgan çiçeklerdi gelincikler. hüzün geceleri çalışırken, gündüzleri de beraber oluruz yine. kafamın içinde kurulu bir düzen hiç olmayacak dağınık halde çürüyüp gideceğiz düşüncelerimle karanlık köşemde.
ölüm hüviyet soruyorsa tanrı’nın elleri ha varmış ha yokmuş!
...
tığ gibi ince bir sessizlikten sonra o yolda yürüdüm...yürüdüm...yürüdüm...böyle sanki aramızdan tırlar geçecekmiş gibi aradaki mesafe gitgide büyüdü. sanki Freud’ un her gün içtiği 20 puronun dumanı ciğerlerimi dövüyormuş gibi karardı bulutlar aniden. artık kapsama alanı dışında, iradesiz ve birbirinden bağımsız atılan adımlar izimizi sürüyordu farkında olmadan. daha önce gidilmemiş, görülmemiş asfaltı henüz erimemiş yollar vardı ya da çatlak zeminde sıkışan çığlıklar. bağ bozumu gül mevsiminden dalından ayrılan iki ekşi siluet. gitmek lazımdı. uzun ve dar koridorlardan, gizli bölmelerden gömülü tebessümleri çıkarmak şu antik kazılardan.
vatandaşın biri düz mantıkla kalkıp size "senin dokunduğun yerde gül biter!" sözünü deme cüreti gösterdiğinde, o an gülleri kökünden koparıp atma isteği gelip çöreklenmeliydi şuracığına belki. ama böyle çabuk geçerdi her şey. bir film şeridi gibi biraz karıncalı ve bulanık. yollar, tırlar, kuşlar öyle hızlı geçerdi ki üstünüzden, ne hayalî bir düşe ne de yerinden sıçramaya vakit bulabilirdiniz. ipliği pazara çıkmış bir iki cümleyle; kendi iradesiyle yollara sürerdiniz dağınık saçlarınızı sonra. o yüzden her aracın dikiz aynasında rüzgârda sallanan bir, iki dal kılınız mutlaka olurdu. beş parçaya bölünebilecek o tüy parçası iki yüz yıllık geçmişiyle adli tıpta incelenirken farkında değildiniz hiç madam her yerde bir delil bıraktığınızın. oysa sadece düz yolda yürüyordunuz. arada bir göz kırpıp, arada bir dudaklarınızı yerinden oynatıp size natürmort bakış fırlatanlara zoraki gülüyordunuz. sonra bir duvarın en çelimsiz boy aynasında yine biriyle göz göze geldiğinizde, boş çuval gibi bırakıyordunuz kendinizi oracıkta hemen. yine kendiniz buduyordunuz hüzünlerinizi madam. öyle sessiz sakindi ki ortalık "kurşun sıksak sekmezdi geceden".
öyle güzel gülüyordunuz ki madam! keşke şuracıkta bıraksaydınız yüzünüzü. çerçeveletirdim o masumiyeti bu duvara size hiç sormadan.
...
uykudan yeni kalkmıştım ve gözlerim hãlã buğuluydu. rampalı bulutları çıkamayacak kadar yorgun ve yolsuzduk üstelik. o yüzden fazla hava basıncı vardı çoğu torbalı gözlerde. daha çok kar yağması beklenirdi buralarda. buralar da zaten sorumluları bulunmayan tek sorunlu bölgelerdi. sıfırın altında eksi altı dereceye yaklaşmışken kirpiklerin de donması icap ederdi ama donmuyordu aksine sulu sepken yağıyordu. hep bi tarafını sel toprak götürüyordu. oysa sıfırın altına düşen havayı; anca sıfırlanmış düşler ve duygular bastırabilirdi. o nedenle hislerimi derin dondurucuda mevsimlik sakladığım ve gerekmedikçe eritmediğim de olurdu bazen. bazen her şey birden bire olur. yazmak ve konuşmak da buna dahil.
işte böyle bazen dudağımdan iki fırt duman çekince içime uzun uzun susuyorum. dünyanın üç yüz altmış beş günlük turunu sanki bir günde koşmuş gibi hissediyorum ne tuhaf! oysa en çok düşününce yolsuz taşlara vuranım ben. nasıl ki arabanın iki tekerini emniyet şeridinin içine sığdırıp istikrarlı yol çizmek çabasındaysa insanlar; ben de dünyayı küçük bir valizin içine tıkıştırıp yola çıkma derdindeyim ama olmaz bi türlü. o çantanın fermuarı hiç kapanmaz. ya patlar ya da sağa sola dağılır içindekiler.
bazen de Nordpol ve Südpol’da buzlar erir ama insanların aralarındaki buzların öyle donmuş vaziyetteki duruşlarını hayretle seyrederim. dünyaya bi tur daha atıp gelsem onların pozisyonu hiç değişmez. bence tarihi bir müzeye konmalı insanlar, harp çıkacaksa orda çıksın anlarım. müzeye de yakışır hem top-tüfek. ne varsa işte bizden geriye kalan...
dünyayı az önce döndüm hãlã bir yüzü karanlıkta ve vardır bi bildiği tanrı’nın kaderciliğiyle acılarımıza gülümsüyordu utanmadan.
...
uzayan ellerinin olması seni bazen sabırsız bazen de tedirgin yapıyor ..."ele güne karşı yapayalnız" değil bu başı boşluk...gideceğin yerlerden uzayan ellerini budaya budaya çıkarıyorsun gökyüzüne...senin ellerin daha gür çıkar cebinden, benim de saçlarım ...makası bile kör eder bu dağınıklık...parmaklarını saçlarımın arasından geçirecek olanın keser bileklerini...belki de onun için her dalga gücünü yitirmiş ve savunmasız...dışardan dağlık-taşlık...içerden sanki ölü deniz...
dikenli iki parantezle ayrılıyordu bazen ellerimiz...içinđeki boşluğu ne bir duvar örtüyordu ne de yanlızlığını ele güne göstermeye yanaşmayan jaluzili şu alacalı pencereler...
artık kimse eskisi gibi camdan bakmıyor...artık hüzünlerimizle süpürüp duruyoruz çünkü boş kaldırımları...eskiden sırtımızı dayadığımız lambaların-duvarların çıplak göğsünde ne bir ter kokusu ne de yakalanacağım korkusu var artık...
tam anlamıyla birbirimizin olamamışken, bomboş bakan gözlerle uğurlamaya çabalıyoruz birbirimizi her gün o sürgülü kapılardan ...yüzümüze çarpan o duvarlar, kapılarda aradığımız o merhamet, o sarılma duygusu yok...
bu yüzden senin ellerin, benim de dalgalı saçlarım uzadıkça diken gibi batıp duruyor gözümüze...
adını söylemiyorum çünkü ellerimle saramayacağım yaraların gereğinden fazla iç kanaması var...ve ben onu durduracak güçteki mesut sevginin çok çok uzağındayım...
oldu mu? rahatladın mı biraz?
bunları söyletecek ne vardı sanki¿
...
akşamla gündüzün farkı ne diye soruyorum kendime bazen...pencereden odaya sızan aydınlık, karanlığı örtüyor mu sanki...sana gözlerimin diri diri mezara gömdüğü şeyleri anlatmayı isterdim uyurken...ayıkken de ne anlatırdım bugün bilmiyorum...dünden beri aklımdan çıkmayan tek söz vatandaş abuzer’in arkadaşıyla telefonda konuşurken kurduğu diyalog oldu...karşılıklı yöneltilen nazik ve ağırbaşlı nasılsın sorusuna alışkın olduğumuz klasik ’iyiyim’ cevabının yerine;
"öyle berbat, öyle kötüyüm ki, bitlerim bile hayır gelmez diye arkalarına bakmadan hemen kaçıyor!"
biraz öyle biraz böyle işte...kaldı ki sabahtan beri yağan yağmurun ve şu lanet olası kara bulutların biran önce çekip gitmesini beklerken gökyüzünden, yerime çakılıp hiçbir yere gidemeyecek oluşumdaki kabullenişin tuhaf sızısı var içimde...
biraz ordan, biraz burdan yürütmek lazım tükenen umudu...
hadi kapat sen de şu subliminal perdeleri!..
...
varlığını yeterince kanıtlamayan biz ve bizden oluşan insan takımı; kim bilir şimdi nerde kimin koynunda uykuya dalmış şu saatte...porsuk ve tıknaz gövdesini külrengi postuyla örterken, sert kıllarını bir kadının göğüs uçlarında ve rahminden araklamayı erkeklikten sayıyordur...
yalan değil asırlık uykum var bayım...üstelik tepemde ay parlıyor bütün iştihamıyla...yine de o top gibi yuvarlak aydınlık, hiçbirimizin çok.genli karanlığını zaptedemeyecek gibi görünüyor...kuşbakışı bir iki iyi huylu dilek gökyüzüne bahşettikten sonra; şimdi yatakta huzurlu uyuma çabası sadece kendini kandırmaktan ve oyalamaktan öte bir şey değildir...
zaten biz de hiçbir şeyiz...sanırım...galiba...bilmiyorum...
...
belki yarın yıldızları uzun uzun anlatırım sana...akşamın kör saatinde, belden aşağı taraflarını neden çiçek basmalı uzun bir fistanla saklamaya çalıştıklarını...sütun gibi düz bacaklarını neden herkesden sakındıklarını...ve saçlarını neden uzattıklarını anlatırım bakarsın...sanılanın aksine yıldızlar yalnız gece parlamaz...ya da ben dünyayı tersinden görmeye başladım bilemiyorum...genelde hikayelerini akşam dinleriz ama gündüz gözüyle sönük görünenlerin de ışığını yakmak gerekir bence...
inanır mısın bunları da bazen lambanın düğmesine benzetiyorum...dokunmaya bakıyor her şey aslında...bir parmağın kıvrımlı hareketi bütün dünyayı yıkar da...yakar da...aydınlatır da...kafa aşağı bacağından ters asılanların ve beyine baskı uygulayan bu kan basıncının önüne geçebilseydim, düşüncemi ele geçirme dertleri de olmasaydı bu yavan saatlerin; işte o zaman çocukların dilinden düşmeyen mutlu bir masalın ilk sayfasında belki açardım çıplak göğsümü...
...
bazen hiç olmadığın bir yerin parçası gibi kendini görüp oraya tutunursun...ordaki boşluğun seni yutmasını istersin adeta...belki o boşluk yüreğinin hiçbir yere sığamadığı, hacmini kaldıramadığı tek alandır...bazen boşlukları çocuk parkındaki upuzun bir kayağa benzetiyorum...bazen de munch’un çığlığına...kayaktan kayarken ayağının toprağa değeceğini bildiğin halde midende oluşan havanın, ayağını titreten o tuhaf karıncalanmanın önüne yine de geçemezsin...kaymadan da anlayamazsın ayaklarının altında oluşan çukurun büyüklüğünü...
örneğin biri ’boğazım’ kelimesini kullandığında farkında olmadan bir düğüm daha atıyor soluk boruma...bu ahmet abinin bahsettiği düğüm ya da değil...çözülmek ya da üst üste geçmiş kör ilmek de değil...bu sancıyı anlatmaya gücü yetmeyen bazı boşluklar var yine arada... yeryüzüne yuvarlamak istediğimiz sesler orda toplanıyor...asıl orda kopuyor işte kıyamet...
bunu anladığımız ve kendi elimizle suyunu sıktığımız gün bütün kelimeler de alttan bir tünel kazıp, firar edecek belki gökyüzüne...
...
aslında sizi yalnız bırakmak istemiştim...hatta konuşma hakkımı elimden almak istediğinizi düşününce içerlemiştim size içten içe...görüldüğü gibi artık içi dışı da kalmadı bu işin...sonra bi şeyler oluyor...ne bilim dünya halâ egoistçe kendi etrafında dönüyor mesela...aynur’un bahsettiği üçüncü kıtayı merak ediyorum sonra...belki onun çok iddialı sözünü (ya da sizin sözünüzü desek daha doğru) çürütmek veya rakip çıkarmak için şiiri baştan taramam gerekiyor...ona da kızıyorum...buna ne gerek vardı diyorum...yani içimden diyorum...yani ringe çıkmış, çıplak elle yumruk sallayan bir takım sesler var ama piyasada tarafsız bir hakem yok...yazık o ellere diyorum yazık!..yine içimden ötelenmiş, direnci kırık bir cümle geçiyor...onu kendime saklıyorum başka şiirde kullanmak üzere...bu arada üçüncü kıta da silindi gitti haritadan...yazık oldu diyorum yazık!..başı dara düştü mü kolay kolay bükülmeyecek, yılmayacak sağlam ve güçlü cümleler arıyorum ona...arz-ı endamı yerinde ve delişmen...başına buyruk ve dağınıklar kaldı burda yalnız ..çapraz ateşe kurban düştü sonra onların da yarısı...muhittin’i tanımıyorum ama hans sizden iyi olmasın güleç insandır severim muhteremi...
sonra diyorum keşke sussaydın be kadın...sussaydın niye böldün ki bu sessizliği...başka bir gezegen daha bulunmuş...soruyorum "sizin orda hayat var mı birader?"...zat-ı muhteremin adı var kendi kayıp...varlığın bir işe yarıyor mu bari..?...birkaç yıldızı ayartmaktan, güneşe çelme takmaktan başka ne işe yararsın sen?..
neyse bu mevzulara hiç girmeyelim en iyisi yoksa parçalarımı toplayamazsınız...yine de arzu ederseniz çekiçle baltayla gelin...size göre elimde yığınla aforizma var...
...
bir tek gün yok olmak kolaydır...ya bir de her gün yok olmak istyorsa insan ? ya da hiç doğmamış sayıyorsa kendini...veya doğar doğmaz yaşam hakkı elinden alınıp, her nefeste ölüyorsa...burda toprağın dibinde olmaktan veya tabutun içinde her gün paslı çivilerin yan batan gözleriyle buluşmaktan bahsetmiyorum...cennet ve cehennem diye ikiye ayrılan yolun düzenini sağlayacak ’güvenlik kordonu’ da değil bahsettiğim...dünyaya, uzay boşluğuna ve hatta öteki tarafa çok ters düşen, çok kemirgen, çok farklı şeyler benim anlatmak istediğim...ya da anlatamadığım...
hani yeryüzünde bir baltaya sap olamamış aklın, başka bir düzenin ağaçlarını kesmeye kalkışır ya...ya da dünyanın dışındayken, bastığın yerleri zapt etme telaşı sarar ya aniden vücudunu...birçok yerde çarpışan ve koca enkazı ardında bırakan, sayısız ölüleri olan o aklın...
bazen öyle çok vurur ki aklı insanın, hiçbir acıyı hissetmez, anlamaz öldürdüklerini...nefreti öyle büyür ki aldığı nefese sayar aldığı tüm canları...doğa...tabiat ve bütün canlılar rastgele seçilmiş piyondur onun için...
["ben hâlâ hayattayım çünkü kazanan diğerini gömer ve gider."]
ben de gidecek bir yer arıyorum inadına işte...öldürmeden, kılına zarar vermeden karıncaların...burda sözü geçen karıncalar da bir halktır...türküsüne ağıt yakan, sesini yitiren bir halk...senin benim gibi insandırlar işte...
yırtılan sesimizden doğarız her gün...gidecek yerimiz çok lâkin kalacak güvenilir yerimiz de yok sayılacak kadar az muhterem...
ciao amigo!
...
Herkes gitti. Ben’se bi duvarla kafa kafaya vermiş molozlar arasında unutulan yalnızlığa, kepçeler dolusu suçlu damgasını yemiş cümleler giydiriyordum. Onu öyle seviyordum. "Ateşe su taşıyan karınca" gibi...tekinsiz olmamızın yanında tekliğimiz hiç göze batmıyordu. Öyle ki el birliğiyle bizi öldürseler ya da çaput bir ağacın altına diri diri gömseler hiç farkedilmeyecektik. Bu duruma karşı çıkıp itiraz edecek gücümüz de yoktu . Her acıyı uzun yaşıyorduk zaten, fazlaydık bu dünyaya. Tamam kabul dünya denilen bir yer vardı ama "benim kadar hüzünlüydü"* o da. Neresine tutunsam elimde kalıyordu. "Annem bir ağustos böceği kadar hayat dolu"** değildi belki ama benim içimde kıpırdayan bir şeyler vardı hãlã. Düşlerimdeki bitkisel hayat devam ediyordu yalnız ve ısrarla ölmüyordu. Yine de birinin gelip beni bu çalı çırpının arasından çıkarmasını dört gözle bekliyordum. Herkes gitti ve bizim fahri yalnızlığımız da sığırtmacı günlerin himayesi altına girdi. Annemin karnında bu dünyaya tekme ata ata gelmişsem, birilerinin de tekme-tokatlarına göz yummalıyım muhterem. Hatta gerekirse aff bile etmeliyim. Yalnız biliniz ki hiçbirinizi bağışlamıyorum. Benim her gün azar azar ölmemde hepinizin parmağı var. Deri altlarımda sadece işlediğiniz suçlar olsaydı razıydım. Ama siz benim günahlarımın üstünde dikiş tutmayan yaralar doğurdunuz. Bizi hiçbir tanrı aff etmeyecek! “Hayır, sizin yaşamınızı onaylamıyorum. Hayır, sizin şeffaf giysili kadınlarınızdan biri olmak istemiyorum. Cumartesi gecesi, bir restorandaki masanızda çeşitli yabancı menlilerle ve budala ama bağıran müzikle küçük gülücükler, aptal tebessümlerle baştan çıkartan bir kadın olarak sunulmayı istemiyorum. Ve o mahzun ve göz süzen ve bazen deli, öngörüsüz ve aptal ve çocuksu ve ana ve orospu ve aniden sizin hiç eksik etmediğiniz banal bir fıkraya kibarca gülümsemeye kendimi zorlayan biri olmamalıyım.”***
❝Artık ne arzum kaldı, ne de kinim. İçimdeki insanı yitirdim. Kaybolsun diye de bir yere bırakıverdim. Hayatta insan ya melek olmalı, ya doğru dürüst bir insan, ya da hayvan. Ben onlardan hiçbiri olmadım. Hayatım ebediyen kayboldu. Ben bencil, acemi ve zavallı olarak dünyaya gelmiştim. Şimdi artık geri dönüp başka bir yol seçmek imkânsız. Bundan böyle anlamsız gölgeler peşinde gidemem, yaşamla yaka paça olamam, güreş tutamam. Sizler gerçekte yaşadığınızı zannediyorsunuz. Elinizde hangi sağlam kanıt ve mantık var? Ben artık ne bağışlamak, ne bağışlanmak, ne sağa ne de sola gitmek istiyorum. Gözlerimi geleceğe kapayıp, geçmişi unutmak istiyorum.❞****
O yüzden bu cehennemde müebbet yedim bayım. Ellerime doğuştan verilmiş bahtsız bir kabullenişti bu sessizlik. En iyi susarak tepkimi verirken, bu güherçile kalmışlığımla kaldım dört duvar arasında. Bazen bir çentik atıp, mıncıklayıp gidiyordunuz o kadar. Ve acıtmıyordunuz artık. "Her şeyi aldılar. Sadece yatak kaldı. Bana yaptıklarınız için teşekkür ederim. Ama görüyorsunuz ki ben de diğer kadınlar gibiyim; öksürüyorum, terliyorum ve de çürüklerim var!"*****
...
Pencerelerinizin dış kanatları vardı üstelik ve ben uçamıyordum ama rüyasında ördeklerle uçan da ben değil miydim?
’Anne bugün rüya gördün mü?’
-gördüm...
’ne gördün?’
-öküzleri gördüm!
’öküzleri mi gördün?’
-evet!
’napıyordu öküzler?’
-işte rüyada köydeyim ama köyde tanıdıklar kimse yoktu..ondan sonra işte bilmiyorum böyle kalabalık gördüm...
’öküzleri görmüştün hani’
-öküzler yolda..uzakta öküzler var ama içlerinde bi tanesi büyüktü..diyorum eyvah! bu büyük olan gelse bizi ezer, biz nasıl kendimizi kurtarırız? sonra uzaktayken onlar ben plan kuruyorum...bunlar gelirse burda bağlim, onu gelirse orda bağlim öyle bağlamaya çalışıyorum ama bağlamadım..bağlasaydım da deprem olmazdı..ben öküzleri gördüğüm zaman deprem oluyor:)
’hahaha’
-tanımadığım bir yerdeyim...köydür...uğraşıyorlar onlar...ne bilim! öyle etle sanki uğraşıyorlar...bir şeylerle uğraşıyorlar kazanlarla...büyük kazanlarla! böyle bir rüya gördüm uyandım...sonra şeyyy hani köy ya! köyde tuvalet yoktur millet gitsin...ben diyorum halla halla bunlar nereye tuvalete gidiyorlar?:)) Kadın diyor ki, hani bir başkasına tarif ediyor; işte diyo ’o ileri doğru gidin, oraya gidin!’ diyo...ben de kendi kendime diyom halla halla köy gibi bi yerde! suları yok...ne bilim yani böyle tuhaf bi rüya gördüm...ama öküzleri bağlasaydım iyi olurdu orda..ama bağlamadım...uzaktı, geliyorlardı ama...bi tanesi büyüktü! kocamandı!..o da iyi değil işte! ben ne zaman öküzleri görsem, hele ki görsem böyle çarpışıyorlar hemen deprem oluyor...
’halla halla çok ilginç!’
-hee! böyle görsem ki öküzler çarpışıyorlar hemen deprem oluyor ama böyle uzakta görünce de uzaklarda duyuyoruz deprem oluyor...böyle bi rüya gördüm..Allah hayra çevirsin!..başka da bir şey görmedim! gördüysem de unuttum bilmiyorum!:))
-he beni kayda aldın heee?!
’evet bunlar güzel anılar anne!’
-kızım onu sil, daha ki kimse duymadan çabuk sil!
’anne iyi misin? ne güzel masal gibi anlattın siler miyim hiç!’
-off! senle uğraşamam!
...
...
bir de sil diyordun...bak ne güzel ninni gibi başa sarıp sarıp dinliyorum yokluğunda o güzel mahmur sesini...
...
buraya ilk geldiğimde en çok da sessizlik dokunmuştu...otuz kilometre gitmemize rağmen, sürücüler hariç, göze çarpacak tek bir canlı yaşam belirtisine rastlamamak sinir bozucuydu resmen...otoban güzergãhında olmamız vesilesiyle ilk başta yadırgamamıştım bu durumu...merkeze doğru gitgide yaklaşınca tektük de olsa insan kalıntılarına mutlaka rastlayacağıma ve bu sesizliği bozacağıma öyle inanmıştım ki...
yoktu işte...piyasada ne insan ne de sokak hayvanları vardı...kuşların da ağaçlara, evin çatılarına nadiren uğradığı bir köydeydik...ilk günler böyle sessiz ve ağır ilerledi...gözlerim hãlã insan ya da köpek kedi arama telaşındaydı...tanrı burayı unutmuş olmalı dedim...bu hem iyi hem de o kadar vahimdi...hayatınızı veya düzeninizi bazı kurallar üstüne kurduğunuzda, en ufak bi zaman ve mekãn değişikliklerinde çuvallayıp gidiyordunuz hemen...
annemin babamın sesi yoktu örneğin...oysa onların sesiyle uyanırdım o yaylı yataktan...abimin komutlar veren ünlemli cümlelerin yeri ise başka emirlerle dolmaya başlamıştı bile...bu düzenin hiç değişmeye niyeti yoktu sanki...
sonra bu sessizlik dokunmamaya başladı...kafamı dinleyecek çok vaktim varmış gibi hissediyordum...artık mecbur olmadıkça konuşmuyor, dışarıya çıkma gereği bile duymuyordum...insanlar gözüme takıldığında da robotumsu hareketlerinden başka gözüme çarpacak bi özellikleri kalmıyordu...her şey içimdeki toza, dumana karışıp eriyordu...
nerdeyse kendi sesimi bile unutmaya başlamıştım...aynada yansıyan yüzüm bile yabancı, donuk ve bi o kadar hissizdi...Meursault’ın bakışlarını dahi aratmayacak cinsten olduğu gönül rahatlığıyla söylenebilir...
hiçbir beklentimi karşılamıyordu dünyanız...zaten zamanla bir beklentim olmadığı gerçeğini de yüzüme vurmaktan utanmadınız...birgün abuzer ’hadi gel yürüyüşe gidelim belki açılırsın!’ dedi...bu teklifi isteksiz ve yersiz bulmama rağmen yine de kabul ettim...çünkü artık kimim, kimsem yoktu...üstümde taşıdığım nüfusum sadece resmî bilgilerden öteye geçemiyordu...seslenmek istediğim insanlarla arama kilometrelerce taş ve sınırlar örülmüştü yalnız...
uzun gediği andıran iki yanı ağaçlı yoldan gidince burnuma deniz kokusu geldi sanki...yarım saat sonra abuzer ’hadi dönelim artık bugünlük yeter!’ deyince ’dur! henüz değil! biraz daha gidelim!’ dedim...gittik ve o koku hala burnumu delip geçiyordu...dümdüz asfalt yol yerini toprağa bırakınca bi ihtimal hedefe yaklaştığımı hissettim...bi yarım saat daha geçip, abuzer de artık yorulup elimi iyice çekiştirince dayanamayıp ’burnuma deniz ve martı kokusu geliyor, buralarda bi yerde mutlaka deniz de olmalı!’ deyiverdim...güldü tabi ’burada deniz ne arasın! hadi dönelim yoruldum’...’deniz yoksa da belki bi göl ya da nehir vardır...bu yol bana hiç yabancı gelmiyor...heran sanki karşıma tanıdık biri çıkacak gibi! hadi n’olur biraz daha gidelim!’...beni kırmadı ve biraz daha yürüdük...yürüdük...yürüdük ama ne deniz, ne nehir ne de bi martı sesi vardı göğe süzülen...
’üzgünüm ama gördüğün gibi burda nehir bile yok! hadi canım daha fazla yorma bizi istersen!’
eve gittiğimde bile hãlã deniz kokusunu alıyordum...’bugün olmadı ama yarın izinize illa ki rastlayacağım arkadaşlar’ deyip boş boş kendimi avutmaya başladım...birkaç ay da işte böyle idare ettim...bu sönen umutların yerini yine başka boş bir düşünceyle doldurup, kurtarmaya çalışıyordum hep günlerimi...
birgün de fırından taze çıkmış ekmek kokusu aldım ve onun peşine düştüm...başka birgün de istavrit kokusu...kokuların ardı arkası kesilmiyordu...rahatlık yoktu bana...poyraz deli bi rüzgarla, bi çırpıda ardımda bırakıp geldiğim geçmişimden yakamı kurtaramıyordum bi türlü...arkamda bıraktığım o kadar çok şey varken, şimdi ellerim bomboştu...
ne güzel deniz kokusu almıştım oysa...budala gibi gidip karayı seçtim anne!
görmemek için kötülüğünü bu dünyanın...
...
m.g
p.s: *Pablo Neruda
...**Ingmar Bergman &Yaban Çilekleri
...***Dario Fo & Ben Ulrike, Bağırıyorum
.****Sadık Hidayet & Diri Gömülen
*****Kieślowski & Üç Renk Mavi
...[...]Hakan Günday & Kinyas ve Kayra
YORUMLAR
Gule
Haklısın biraz uzun oldu ama idare et be gülüm...
çok öpüyorum seni kendine dikkat et..çokça .sevgiler gülüm...
Varoluşun sancısı mı desem - hiçliğin şarkısı mı desem - Bir sis gibi kaybolan tanrıların dumanı mı desem- Hüzünsel bir tapınma mı desem- zihinsel çöküş mü desem- bilmiyorum ne desem.. Ama bildiğim bir şey varsa, o da derinliğin hatta evreninde içinde yaşadığı bütünün , yani ebedi bilgenin, ışıl ışıl parçaları vardı yazıda.. Kitap okumayı seviyorsun sanırım, eğer okumadıysan sadettin özen çevirili( Fernando pessoa- Huzursuzluğu kitabı) adlı kitabı okumanı tavsiye ederim. Emin ol, bugüne kadar böyle bir yazar görmemiştirsin eğer daha önce okumadıysan.. Harikasın, iyi geceler arkadaşım. .
Gule
Tam bana göre bir kitap olduğunu tahmin edebiliyorum ama Fernando'nun en iyi yazar olduğu konusunda henüz bir şey diyemem...
değerli yorumunuz ve tavsiyeniz için teşekkürler...
Ölünen her cesedin göğüs kafesine gömüldüğünü sanıyorlar. Oysa her biri beynimizdeki mezar taşları. Gri kumulların arasına defnettiğimiz cenazelerimizi delikanlı gibi yüklenip yeni kayıplarımıza yer açalım. Yaşadıkça daha çok öleceğiz nasılsa...
Sevgilerimle...
Den(iz) tarafından 10/7/2018 10:29:36 PM zamanında düzenlenmiştir.
Suçun nedir diye sordu bu sahtelikler temsilcisi
Kadın cevap verdi: Sizin çağınıza ait olamamak!
Sahte sarılışlar ve devre dışı bırakılan kalpler
dedi kadın: Siz orada yaşamaya devam edin!
Ben sizin dünyanıza bulantıyla bakmaya devam edeceğim.
İşte bir varoluşçunun belleğinde bu vardır
Bütün monologlar bunu anlatır
Sevgiler yoldaş
güzel bir yolculuktu
bi sürü istasyon ismi biriktirdim...
Gule
çok teşekkür ediyorum...sevgiler yolluyorum o güzel yüreğine...
Gule
Gün içinde okuduğum bu yazıda hangi odaların duvarlarına konuştun ki bütün kelimeler ceset kokuyor..
Canım.
Gule
sevgiler gülüm...
Etkileyici bir tarzınız var yeni duygulara yelken açıp farkındalık geliştirmek çok çok olası.
Bölünen duyguların perdeleri idi aralarda mola verdiğimiz ve yazarın ruhundaki ilhama tanık olduğumuz bir o kadar yeni yazılara ilham kaynağı eşsiz bir iz düşümü duyguların aslında meali de hayatın sanki hiç yaşamadığımız bir dünyanın ilk ve tek ziyaretçisi iken.
Tüm yüreğimle kutluyorum güne damgasını vuran kaleminizi.
Sevgiler, selamlar, saygılar...
Tüm dokundukların
Tüm gördüklerin
Tüm tattıkların
Tüm hissettiklerin
Tüm sevdiklerin
Tüm nefret ettiklerin
Tüm kuşkulandıkların
Tüm korudukların
Tüm verdiklerin
Tüm pay ettiklerin
Tüm satın aldıkların
Dilendiklerin, ödünç aldıkların ya da çaldıkların
Tüm yarattıkların
Tüm yok ettiklerin
Tüm yaptıkların
Tüm söylediklerin
Tüm yediklerin
Tanıştığın herkes
Tüm küçümsediklerin
Kavga ettiğin herkes
Tüm şu andakiler
Tüm geçmiştekiler
Tüm gelecektekiler
Ve güneşin altında her şey uyum içinde
Fakat güneş örtülmüş ay tarafından…
”Ayın karanlık tarafı yoktur gerçekte. Aslına bakarsan tamamı karanlıktır.”
diye söz yazmış Roger Waters abi.
içimizdeki, dışımızdaki güneşleri ıskalamamalı. güneşlenmenin önemini tüm gençlere de aşılamalı. :)
ay, dünya, güneş derken aklıma geldi. bi keresinde kızın biri herifin birine yıldız hediye etmişti. gece vakti kayalıklarda oturuyorduk. onlar beni görmüyordu. kışa rağmen gözkyüzü ışıl ışıldı. "bak", dedi parmağıyla işaret ederek, şu yıldız var ya, o senin olsun." hemen ardından da ekledi, "üşüyorum, ceketini versene." çıkardı herif verdi. baktı şöyle, "öyle kazakla üşümez misin?" başını salladı sağa sola, cık dedi, çıkardı kazağını da verdi. kız, ceketi çıkardı, kazağı giydi, üstüne de ceketi tekrar giydi. "valla" dedi, "bravo sana, erkek adammışsın." herif gururlanmış olmalıydı. bilemem. belki de hiçbir şey hissetmiyordu. pantolonla kalmıştı. kızın sesi yine duyuldu, "onu da istesem..." herif ayağa kalktı onu da çıkardı. gözlerini kıza dikti, denize atladı. gecede kulaç sesleri duyuluyordu.bir süre yüzdü. geri döndüğünde kız yoktu. giysileri de yoktu. herif önceki yerine oturdu. üstünden sular damlıyordu. kaldırdı başını göğe baktı. yıldızı hâlâ yerindeydi. gülümsedi.
Gule
güzel varlığına hep sevgimle...