2
Yorum
3
Beğeni
0,0
Puan
1091
Okunma
Beklemenin en katı ıslah edicilerden biri olduğunu anlamıştım ve Ayten, beklemek denen o yorgun tanrıyı bırakmıştı bana. İhtimaller sokağı adında başı sonu belli olmayan bir sokakta yürüyorum ve yürüdükçe bir sürü ara sokak açılıyor aniden. Matruşka sokaklar… İptal edilmiş çiçeklerle karşılaşıyorum. “Sizi neden iptal ettiler?” diye sorduğumda, “beklemeyi başaramayanların balkonlarından attılar bizi, o yüzden iptal edildik!” diye cevap veriyorlar.
Beklemeyi başaramayanların balkonlarına bakıyorum, utanç verici mutluluklar nasıl da sohbet halinde. Ben ve sadık köpeğim bulantı hissi oradan ayrılıyoruz ve başka bir ara sokağa giriyoruz. Cezalandırılmış bilgiler sokağına. Daha önce buraya geldiğim hissine kapılıyorum. Belki de bu bir dejavudur, bilmiyorum. Belki de gelecekten el sallayan bir günün bu güne yansımasıdır. Ama hatırlıyorum. O gün bileklerimden ilaç yapıyordu yara satıcıları. Yüzlerindeki bıçakları sırayla saplıyorlardı belleğime. Gülüşüyorlardı aralarında kaya gibi suratlarıyla. Hatırlıyorum, her darbede canım yanıyordu, sesimi çıkarmıyordum göğsümdeki rüya fark edilmesin diye. Çünkü akışa inanıyordum, zalimlerden hesap sorulduğu o günü de içine alan akışa.
Sonra bir gün bayraklar açıldı, suçları örtülsün diye ardına saklandıkları bayraklar. Ne utanç verici! Ve birden her yer kıyım iklimi. Büyük caddeye –büyük cadde faşizmin hareket alanıdır- meleksi gülümseyişler koymuşlar. Kurulan gizli pusulardan hiç bahsetmiyor sunucu dudak ve takma ağızlıyla sesleniyor her tarafı sökülmüş çıkma topluma:
Kardeşlerim sağduyulu olmalıyız!
Kardeşlerim sağduyulu olmalıyız!
Kardeşlerim dediği eğilmekten dizleri kanamış bir kent. Kalbi kapkara bir kent… Sağduyu dediği de içi manevi vebalarla dolu bir fanus. Fanus ki ay ışığı mezarlığı! Günlerdir ağzıma bir lokma sözcük girmemiş, konuşmak istiyorum, yutkunuyorum, yutkunuyorum, ayaklarım anlamını arayan iz oluyor eğilmişlere inat. Ve o kadar kirlenmiş ki taşların soruları, papatya suyuyla yıkıyorum mektuplar ülkesini. Konuşmak istiyorum, yutkunuyorum, olmuyor, yutkunuyorum. Ümidin çenesini kapatıyor sahte maneviyat sektörü.
Hatırlıyorum. Bu sokak ışığı sayıklayan trenlerin eviydi. Sonradan karanfiller durağı olduydu adı. Aynı seste toplanmıştı bütün insanların çığlığı. Barış adında bir çocuk küçük adımlarıyla gelip geçti aramızdan. Ne güzel gülümsüyordu. Hepimiz hayran kalmıştık. Gülümseyişi uçurtma festivaliydi. Sırt çantasında biriktirdiği diğer minik gülümseyişleri insanlara dağıtıyordu. Arkasından onu izlememizi söyledi. İzledik onu. Çok kalabalıktı o gün trenlerin evi. Birden bir cinayet makinesi çıktı ortaya ve dedi ki: “Burası artık felcin merkezidir!” “Burası artık felcin merkezidir!” Orası aniden felcin merkezi oldu. Çamur yürekliler Barış’ın kalbini vurdular o gün. Ve Barış’ın gülümseyiş dağıttığı yüz iki kalbi felcin merkezine gömdüler. Oysa o gün, oysa o gün kuşların düğünüydü.
Düşüncelerin parçalanışını hissettim yüzükoyun düşerken. Havada uçuşan katil bilye ve çivi kokusunu soludum. Başımı kaldırım kenarına çarptığımı hatırlıyorum. Bütün hislerim kanamıştı. Uzuvlarımı aradım. Önce kollarımı ve bacaklarımı yokladım. Yerindeydiler. Sonra bilincimi aradım yerlerde. Pusulardan hiç bahsetmemişti o takma ağızlı, evet, hiç birimiz düşünemedik kurulan pusuları ve alçaklığın bu denli ortalığa saçılacağını. Başımı ve bilincimi kaldırdım yerden, her taraf papatya ölüsüydü. Kanlı papatyalar… Barış’ın sırt çantasından dökülen gülümseyiş cesetleri… Ahmet Hoca’yı gördüm, emekli öğretmen, yanında Süleyman Ağabey, ikisi de ağlıyordu. Altmış beş yaşındaydılar ve ilk defa görüyordum onları ağlarken. “Özgür’cüm, hepimizi öldürecekler, çıkamayacağız buradan!” diyordu Süleyman Ağabey.
Garın içine girip raylara attık kendimizi. Beraber geldiğimiz kafileden sadece üçümüz aynı yerdeydik, birbirimize sarıldık. Ya diğerleri, yaşıyorlar mıydı, ölmüşler miydi, bilmiyorduk. Rayları izleyip uzaklaşmayı denedik felcin merkezinden. Ne kadar uzaklaşsak da arkamızdan geliyordu felcin merkezi. Korku ve kaos her yere çökmüştü. Tel örgüler vardı, üstünden atladık ve dakikalarca yürüdükten sonra bir kafeye sığındık. Oturup diğer arkadaşlarımızı bekledik orada. Bazılarımız gelemedi. Gelemeyecekti. Düşündüm, düşündüm, düşündüm ölümün iç içe girmiş Ankaralarını.
Konuşmak istiyorum, başaramıyorum, yutkunuyorum, olmuyor, tekrar yutkunuyorum. Hüzün ve yas dörtnala koşuyor boğazımın içinde. Dur durak bilmiyor. Boğazım kupkuru oluyor, uzak bir ıslık tanesi söylemeseydi bilmeyecektim; boğazım ses çölü! O kusursuz akışa bırakıyorum eskimiş ama hâlâ isyan kokan itirazı. Ve gördükçe sözün düşüşünü, duvarlara yürüyen bir ırmağı tamir edip duruyorum, yine de geçmiyor yutkunuşum. Çılgın bir haykırışı ödünç alıyorum göğsümdeki rüyadan ve en yüksek binasına çıkıp kusuyorum leş şölenleriyle ünlü, bu kalbi kapkara kentin üstüne.