Felâketten Bir Gece
Okuduğunuz yazı Günün Yazısı olarak seçilmiştir.
Felâketin harabeye döndürdüğü şehrin kısmen sağlam kalmayı başarabilmiş yapılarından birinin ikinci kat penceresinden geceyi delerek hafif rüzgârla kol kola giren ıslık, içerideki hararetli, seri yatak gıcırtıları hâkimiyetindeki havayı dağıtmış, yerine korku bırakmıştı. Refleksle kendisini sımsıkı sarıldığı kadının arkasında bulan Adam, başını tedirgince yükselterek, kadının omuzları üzerinden gözlerini pencereye dikti. Islık devam ederken Adam’ın alnında toplanan ter, ağzının kenarlarından akıyordu. Kadın hafifçe başını ona çevirdi, “Sakin ol” dedi, ellerini avuçlarına alarak. Ve aniden çarşafı bedenine dolayarak ayağa kalktı. Bir gaz lambasının aydınlattığı odanın tek penceresine yürüdü. Perdeyi açtı. Gözleriyle önce göğü sonra sokağı taradı. “Sadece bir çocuk” diye mırıldandı, “Sadece bir çocuk.” Korkusunun yerini önce rahatlama ardından öfke alan Adam, pencereye fırladı. Binanın birkaç metre çaprazındaki sokak lambasının söndü sönecek ışığının altında oturuyor olmasa gecenin karanlığında görülmesi güç bir çocuk, eğik başını hafiften de sallayarak ısrarla ıslık çalmaya devam ediyordu. Odada sağa sola dolanmaya başlayan Adam’ın “Öldüreceğim onu, öldüreceğim onu” mırıltıları kadının, “Sakin ol”larına karışıyordu. Adam bir anda durdu. Elini sandalyeye asılı ceketinin cebine attı. Bir tabanca çıkardı ve tekrar pencereye fırladı. İki eliyle tuttuğu tabancayı çocuğa doğrulttu, elleri titriyordu. “Öldüreceğim onu, öldüreceğim onu!” Kadın bu odaya ayak bastığından beri ilk kez sakinliğini kaybetmek üzereydi. Adam’ı bileklerinden tuttu, “Görmüyor musun, o bir çocuk, o bir çocuk.” Hırsla tısladı Adam, “O bir iblis. Öldüreceğim onu öldüreceğim onu.” Kadının gözleri tetiği çekmek üzere olan parmaklara kaydı. “Hey çocuk!” diye bağırdı. Hemen ardından sokak lambasının sönmesi ve Adam’ın tokadı birbirini izledi. Gece karanlığa bürünmüş ve ıslık kesilmişti. Pencereden ayrılan kadın giyinirken, Adam tabancasını ateşlemekle ateşlememek arasında kaldı. Mermi değerliydi. Kadın çantasını alıp kapıya yönelmişken onu engelleyen Adam’ın bileğinden kavrayan eli oldu. “Nereye” diye böğürdü Adam, “daha işimizi bitirmedik ki.” “Bitirdik” dedi kadın ve elden kurtulmaya çalışarak tekrar kapıya yöneldi. Adam onu kendine çekti ve pencere tarafına fırlattı, “Bi-tirrr-me-dik.” Karşısında dikilen kadına tabancayı doğrultmuştu. “Bitirdik” dedi kadın bir kez daha. “Peki” dedi Adam, “Paramı geri ver.” “Peki” dedi kadın, “Al!” Adam’ın suratında patlayan sağlı sollu iki yumruk geceye farklı bir renk kattı.
Adam önce tek gözünü sonra diğerini güçlükle açtı. Yığılıp kaldığı yerden sağ koluyla destek alarak oturur pozisyona geçti. Beyni zonkluyordu. Sol işaret parmağını havaya kaldırdı, “Yarısını versen de olur,” dedi. Cevap gelmedi. Ayağa kalktı. Bakındı. Kadın yoktu. Kendisini yatağa bıraktı. “Orospu” diye mırıldandı, “Orospu, orospu.” Pencereye koştu. Ortalık kapkaranlıktı. Bölgenin tüm sokak lambaları bu gece son nefeslerini vermişti. İki kolunu yana açtı, “Sen orospuysan ben senden orospuyum lan.” Pencereyi hırsla kapatmak için elini hareket ettirdi. Durdu. Kırık bir cam bile yoktu ki. Sadece yıpranmış bir perdeyle kapatılmış açıklık. Hızla giyindi. Kapıyı açtı. Tam çıkıyordu ki geri döndü. Gaz lambasını söndürmek üzereyken üstüne bastığı tabancayı eğilip aldı. Ceketinin cebine koydu.
Merdivenlerden inerken dikkat etmeliydi. Her an bir boşluktan düşebilir ve arta kalan kemiklerini bir gün birileri binanın bodrumunda bulabilirdi. El fenerini açtı. Etrafta şöyle bir gezdirdi. Zayıflamaya yüz tutmuş piller bitmeden bir an önce yenilerini bulsa iyi ederdi. Ağır adımlarla indi. Sokağa adımını atar atmaz feneri söndürdü. Ortalık, şiddetini hafiften arttıran rüzgârın hareket ettirdiği ufak bir teneke kutunun tangırtısını saymazsak sessizdi. Çocuk hala buralarda mıydı acaba? Sağına soluna bakındı. Nasıl gelebilmişti bu velet buraya? Başını göğe kaldırdı. Nasıl cesaret edebilmişti? Yıldızları gizleyen kara bulut perdesi açılıyordu. Az sonra yarım ay, Adam’ı barındıran binayla komşu bina arasındaki yerini alacaktı. Yürüdü. İki tarafı yıkıntılarla sarılı dar sokakta, önünü görmekte güçlük çekerek, şehrin felâketten önce de en belalısı sayılan bölgelerinden birinin çıkışına doğru. Elli metre kadar ilerlemişti ki önce bir gürültü, ardından bir çocuk ahlaması duydu. Hemen sağındaki binadan “İmdat, lütfen kurtarın beni, lütfen” sesleri geliyordu. Bu o çocuk olmalıydı. Eliyle cebindeki tabancayı kavrayıp binaya yöneldi. İçeri girerken yaktığı feneri ağlama seslerine yöneltti. Ve ikinci kata çıkan merdivenlerdeki bir boşluğa bacağı sıkışmış çocuğu gördü. Etrafı iyice kontrol etti. Yanına gitti. Dikkatlice tutup çıkardı. Hasarı sıyrıklardan ibaret olan çocuk baştan biraz topallasa da yürüyebiliyordu. Binadan çıkıp yola dönünce çocukla ilk kez konuştu, “Ne işin var lan burada, ne işin var?” Bir cevap gelmesini beklemeden devam etti, “Sen miydin o ıslık çalan?” Ağzından güçlükle duyulan bir “Evet efendim” çıkan çocuğa okkalı bir tokat attı. “Bilmiyor musun oğlum yasak olduğunu? Anan baban öğretmedi mi sana bunun ne anlama geldiğini?” Çocuğun gözlerinden yaş damlıyordu. Güçlükle, “Öğrettiler efendim” diyebildi. Adam eğilip çocuğu boynundan kavramış gözlerini ona dikmişti, “Sahi, anan baban nerde senin?” Elinin tersiyle gözlerinden akan yaşlarını silen çocuk, “Dün idam edildiler efendim” dedi. “Sebep?” “Bilmiyorum efendim.” Bir anlık sessizlikten sonra çocuk sordu, “Bu bölgeyle ilgili anlatılanlara inanıyor musunuz efendim?” Adam suskun kalınca kendi cevapladı, “Ben inanmıyorum efendim. Ne buna ne diğerlerine… Babam, hiçbir şey anlatıldığı gibi değil evlat der dururdu.” Adam çocuğun başını okşadı, “Ortalıkta dolanma tamam mı, bir sığınak ara ve” dedi, bir süre düşündükten sonra sözünü, “kendini koru” diye tamamladı. Çocuğun bakışları eşliğinde yoluna devam etti. Az önce kurtarıldığı binayı kastederek, “Orası bizim evimizdi efendim” dediğini duymadı bile. Karanlıkta gözden kaybolmuştu ki geri döndü. Çocuk pozisyonunu koruyordu. Yaklaştı ve “Buralarda bir kadın gördün mü?” diye sordu. Çocuk cevap verip vermemek arasında kaldı. Anne babasının yeni şehir meydanı ilân edilen yerdeki idamından sonra ne yapacağını bilemez halde dolanmaya başlamış, kendisini bir anda bu iblislerin cirit attığına inanılan bölgenin dikenli tellerini aşarken bulmuştu. Dakikalarca yürümüş ve o binadaki sarı ışığı görünce önce uzun uzun bakmış, ardından gidip sokak lambasının altına oturmuştu. Ve gözlerini kapayıp istemsizce ıslık çalmaya başlamıştı. Bir kadının “Hey çocuk” diye seslenişiyle kendine gelmiş, gözlerini açmasıyla ona merhaba diyen karanlık karşısında panikle kaçmış, yıkık bir duvarın arkasına gizlenmişti. Bir süre sonra onu fısıltıyla arayan kadın sesini duysa da her yanını bir anda saran korku karşılık vermesini engellemişti. Çocuk sonunda, “Gördüm efendim” dedi. Adam’ın geldiği yönü gösteriyordu, “Bu tarafa gitti.” Adam bir an düşündü. “Tilkinin dönüp dolaşacağı yer kürkçü dükkânıdır.” Yoluna devam edecekti. “Sağ ol” dedi. Elini ceketinin iç cebine attı ve küçük bir şişe su çıkarıp çocuğa uzattı, “Susamışsındır.” Ve su küçük mideye hızla inerken karanlıkta bir kez daha kayboldu.
Sınıra geldiğinde tırmanmak zorunda kalmadı. Teller yoktu. Önce etrafı dinledi. Güvenli gibiydi. Fenerini açtı. Beton direkler ve her yana asılan cesetler sağa sola dağılmıştı. Bir şeyin üstüne bastığının farkına vardı, eğilip aldı. Bu bir tabelaydı. Uyarıyı okudu. KUZEY BÖLGESİ. İBLİSİN MEKÂNINA GİRİŞ KESİNLİKLE YASAKTIR. Sırıttı. Felâket gecesini hatırlamaya çalıştı. Ne kadar zaman önceydi, bunu bilmesi güç, berbat geçen bir günün ardından yalnız yaşadığı evine gelmiş sızana kadar içmişti. Gecenin bir vakti ayılır gibi olmuş, bir süre dönen tavanı izlemiş, gürültü yüzünden sanki komşularına küfredip tekrar uyumuştu. Sabah uyandığında gözlerini ovuşturmuş, önce tavandaki sonra duvarlardaki çatlakları görmüştü. Çıplak halde pencere koşmuş, gördüğü manzara karşısında tuzla buz olmuş camların ayağına batmasına bile aldırmamıştı. Tüm şehir darmadağındı. Ortalıkta kimse görünmüyordu. Gözleriyle binadaki çatlağı takip etmiş, bulunduğu kattan zemine kadar uzandığını görmüştü. Başını çıkarıp yukarı uzatırken bir beton parçası sıyırıp geçmişti. Yeni bir sarsıntı başladığını hissedince can havliyle merdivenlere fırlamış ve nefes nefese kendini dışarı atabilmişti. Ve birkaç dakika sonra da yıkıntılar arasında şaşkın bakışlarla binanın çöküşünü izledi. İşte yenidünyaya böyle çırılçıplak bir merhaba derken, nereden olduğunu bilmediği iki asker yanına gelmiş ve defolup gitmesini söylemişlerdi. “İyi de nereye?” diye sorabildi titrek bir sesle. Askerlerin soruya tüfeklerini ona doğrultarak karşılık vermesiyle alandan koşarak uzaklaştı. Ortalıkta tek tük gezen askerler dışında kimse görünmüyordu. Bir ceset bile. Ne olmuştu? Buharlaşıp uçmuş buydu bu insanlar? Yer yer geceyi yıkılmadan atlatan kimi binaların çöküşlerine şahit oluyordu. Giderek hızlanıyordu. Kan içinde kalan ayaklarına aldırmadan delicesine koşuyordu. Kurtuluş orada diye düşünüyordu. Şehrin tepelerine kaçıyordu. Kan ter içinde ulaştığı tepeleri izlerken çıplaklıkları karşısında katettiği mesafe boyunca ne bir bitki türüne ne bir hayvana, bir böceğe bile rastlamadığını fark etti. Derin bir nefes alıp merakla tırmandı. Zirveye ulaştığında bir şok daha yaşadı. Bitkin halde tepeden indi. İnsanlar vardı. Uçsuz bucaksız gibi görünen uçurum boyunca tek sıra halinde dizilmiş çırılçıplak insanlar. Ağır adımlarla aralarına karıştı. Tek kişilik boşluktaki yerini aldı. O da baktı. Birkaç metre kadar aşağıda başlayan karanlık boşluğa… Hemen yanındaki kadının kendisini bırakışını gördü. Kadının karanlığa değer değmez yok oluşunu başkalarının kendilerini bırakış ve yok oluşları izledi. Tüm bu insanları oraya getiren güç neydi? Bu tam bir bilinmezdi. Tüm yaşananların sebebi? Bunları düşünecek bilinci kaybetmişti. Ya uçuruma atlamayıp şehirde kalan insanları bir süre sonra sağa sola dağılmaya başlatan? Bilmiyordu. Hiçbir şey bilmiyordu. Adam kendine geldiğinde kısmen sağlam bir binanın bir köşesindeydi. Şehir hoparlörlerden yapılan anonslarla yankılanırken elini az ilerdeki kuru ekmek parçasına atıp iştahla yemeye başlamıştı. Tok sesli bir erkek sesi, “Ben Purozoruza” diyordu, “Baş purozo ve tek lideriniz. Şehrimizin en üst kademe tüm yöneticileri ve yönetici kadrolarını kaybettiğimizi üzülerek bildiriyorum.” Purozo şehrin din adamlarına verilen isimdi. Adam, din adamlarının şehir yönetiminde söz haklarının giderek zayıfladığını ve tamamen devre dışı bırakılmayla karşı karşıya olduklarını felâket öncesi gazetelerden okuduğu, televizyon tartışma programlarından izlediği kadarıyla biliyordu. “Kendi geleceğiniz için emirlerime itaat etseniz iyi edersiniz” diye devam ediyordu Purozaların başı. “Size ne oldu biliyor musunuz? Bu şehre ne oldu? Nedir tüm bu yaşanan? Bilmiyorsunuz değil mi? İçinizde bunun bir deprem olduğunu düşünenler var. Bu kesinlikle bir deprem değil. Peki nedir öyleyse bu felâket? İnanın bana ben de bilmiyorum. Ama şu cenabet Kuzey Bölgesi en büyük şüphelidir. Yaptıkları ve yayılmasını sağladıkları din dışı davranışlar Tanrımızı çok kızdırdı. Ben buna inanıyorum. Eğer içinizde cenabet bir kuzeyli varsa biz onu bulup kellesini uçurmadan hemen gitsin kendini boşluğa bırak…” Purozoruzanın sözleri önce cızırtı ardından hoparlörlerin patlamasıyla kesilmişti. Adam son ekmek parçasını da midesine indirdikten sonra ancak bir odada olduğunu fark etti. Bir yatak, komodin, banyosunda akan suyu, camları sağlam penceresi, elbise dolabında siyah bir takım elbisesi bile vardı. Onu en çok sevindirense karton bir kutuda bulduğu çeşit çeşit konserve kutuları olmuştu. İlk günleri iyiydi zaman zaman perdeyi aralayıp yüksek binadan dışarıya bakıyor, başlarda tek tük rastladığı insanların sayısının giderek arttığını görüyor, zaman zaman aralarındaki kavgalara olduğu gibi şakalaşmalara da şahit oluyor, ortalıkta tek bir motorlu aracın olmayışı da dikkatinden kaçmıyordu. Hoparlörlerden yapılan anonslar ise sistemin izin verdiği ölçüde devam ediyordu. “Felâket gecesi” diyordu Purozoruza,“Gökyüzünde beliren o dev yaratıkların ıslığını duyanlarınız oldu mu? Nasıl da öfkeliydi Tanrımızın cezacı melekleri, göreniniz oldu mu?” Adam ıslık filan duymamıştı tabii ama fark ettiği bir şey vardı; şehir karanlığın hâkimiyetine giriyordu. Geceler giderek uzamış, uzamış ve güneş artık kendini göstermez olmuştu. Adam yiyeceğinin de giderek azaldığının farındaydı. Artık dışarı çıkmalıydı. Cesaretini toplayıp kapıyı ilk kez açınca burasının bir otel odası olduğunu anladı. Ortalıkta kimseler yoktu. Ürkek adımlarla geçti koridordan, merdivenleri ürkek adımlarla indi. Ve insanların arasına karıştı. Ona göz ucuyla bakan bile yoktu. Saatler süren şehir turundan sonra otel odasına elleri boş geri döndü. Kapıyı açınca onu kadınlı erkekli bir grup karşıladı. Konservelerini tıkınıyorlardı. “Merhaba” dedi Adam, grup ona tekme tokat eşliğinde “Defol” karşılığını verdi. Topallayarak tekrar dışarı çıktığında, “Islık” diyordu Purozoruza, “Islık çalanlar kesinlikle iblistir. Ve mekânları da kesinlikle Kuzey Bölgesidir.” Adam tüm bunlara inanmakla inanmamak arasında bir yerdeydi. “Tanrımızın cezacı melekleri” diye devam ediyordu Purozoruza, ıslıklarını günahlarımıza yollarlarken, bir şeyi hesaba katmadılar, İblisi. İblis topladığı tüm ıslıkları bir dolu yaratığa üfürdü ve onları Kuzey Bölgesine gönderdi. İblisin ordusunu hazırladığı ve büyük savaşı başlatacağı yer kesinlikle Kuzey Bölgesidir kardeşlerim.” Ve Purozoruza hoparlörler tekrar patlamadan önce o bölgeye tüm girişlerin yasaklandığını bildiriyordu. Adam bir süre başıboş dolandıktan sonra karar vermişti. Kuzey Bölgesine gidecekti. Gitti ve ilk zamanlar ödü patlasa da zamanın geceden ibaret olduğu bir yerde ne kadar olduğunu kestiremediği bir süredir oraya girip çıkıyor, hatta düzensiz de olsa bir düzenin sağlanmasından sonra, ikna edebildiğinde kadın bile getirebiliyordu.
Adam elindeki tabelayı eğilip sessizce yere bırakırken bir ses, “İşte bir iblis” diye bağırdı, “Bak gecede nasıl da uçuyor.” Silah sesi ve kulağının yanından vınlayarak geçen bir kurşun onu takip etti. Adam panikle kendini yere attı ve fenerini kapadı. “Sanırım vurdum onu” dedi başka bir ses. Ona hızla yaklaşan adım sesleri duyuyordu. Adam yüzüstü bir cesedin üstüne uzanmıştı. İki kişiden biri üstüne basarak geçtiğinde sesini bile çıkarmadı. “Bir iblis vurdum” diyordu biri, “onu bulmalıyız dostum. Purozoruza buna çok sevinecek. Bu bana açılan cennet kapıları olacak dostum.” Diğer ses ona, “Salak” diye karşılık veriyordu, “İblisleri vurunca gidip bir insan ya da hayvan gibi alamazsın. Onlar vurulunca buharlaşır, gökyüzüne dağılır gider.” “Bunu nerden biliyorsun” diye soruyordu öteki. “Purozoruza bizzat kendisi söyledi. Hadi bırak şimdi, diğerleri gelmeden hazırlığımızı yapalım.” Kuzey Bölgesine giren adım sesleri duyulmaz olunca Adam bir bina kalıntısına kadar sürünerek hareket etti. Gizlendiği duvar arkasından kalabalık bir grubun geldiğini duyabiliyordu. Felâketten beri bu bölgede ilk kez bu kadar insan hareketi görmüştü. Astronotlarınkine benzer giysili bir sürü kişinin hemen yanından geçtiklerini gördü. Çocuk aklına düştü. Ne yapıyordu acaba? Kadını bulmalıydı.
Eskiden şehir merkezi olan yerde sokak lambaları hâlâ yanıyor ve ortalık sakin görünüyordu. İlk bakışta tüm insan nüfusu başıboş dolanan birkaç, bir köşede malzeme takası eden iki kişiden, zayıf ışık altlarında kendilerini pazarlayan kadınlardan ve bir köşeye çömelmiş yüzünü elleriyle kapamış birinden ibaretti. Çömelmişin yanına gitti, bir süre başında dikilip izledi. Bir anda eğilip ellerini yüzünden çekti. Yanılmıştı. Bu bir erkekti. Özür diledi. Kadınlardan birine doğru yaklaşınca, kadının kırıtarak, “Nelerin var görelim yakışıklı” deyişini duymazdan gelip, “Birini arıyorum” dedi, “Sizden biri. Onunla burada tanışmıştık.” Ellerini de kullanarak tarif etti, “Saçları yok, parlak kafalı ve kafasında bir dövmesi var.” Öyle birini hayatı boyunca kesinlikle tanımadığını söyledi kadın. Diğer kadınlara da sordu, kimse tanımıyordu. Sadece içlerinden biri, “Öyle birini sanki şu sokağa girerken gördüm,” demişti. Gösterilen sokağa yönelirken, eskiden şehir meydanı olan yerde oluşmuş yıkıntı dağının tepesinden birinin kendini aşağı bıraktığını gördü.
Bulutlar geceyi tekrar daha da karartmaya başlamıştı. Felâketten önce de hiç bulunmadığı sokaklarda rastgele sağa sola sapa sapa dolanmış, sokak lambalarının bir anda sönmesi ve fenerindeki pillerin son nefeslerini verişleri de kayboluşuna davetiye çıkarmıştı. Ortalıkta kimseler görünmüyordu. Hislerine güvenerek yürüyordu. Birkaç kez ayağı takılıp düşünce ve bir kez de bir direğe toslayınca, “Hislerim pek de güvenli liman değilmiş” diye düşündü. Kadına küfürler ediyor, zaman zaman kadının ne suçu var diye düşünüyor, benim salaklığım diyor, kadına tekrar küfrediyor ve “Çocuk ne yapıyor acaba?” diye sorup, beynini çocukla meşgul ediyor, aklına astronotlarınkine benzer giysililer geliyor ve önce ürperiyor, sonra benliğini bir pişmanlıktır sarıyordu. Nihayet karanlıkta parlayan, hareket eden ışıklar görünce o yöne gitmekle gitmemek arasında kararsız kaldı. Ve gitmeye karar verdi. Yine hislerine güvenmişti. Yaklaştıkça belirginleşiyordu ki sokağın iki yanına dörder kişi karşılıklı çömelerek dizilmiş, ellerinde kıpırdamadan fener tutan bir insan grubuydu bu. Diplerine kadar gelip “Merhaba” deyince ancak ön sıradan biri kalkıp tepki verdi. Onu önce tepeden tırnağa inceleyen, ardından tutup sağ ceket kolunu sıyıran ergen kızın, çıplak kolu gözlerini olabildiğine açarak izleyip, “Bu o, bu o” bağırışlarını Adam şaşkınlıkla biraz da her zaman bir köşesinde barındırdığı ürpertisiyle izledi. “Dualarımıza cevap verdi” diye bağırıyordu kız sırayla hareketsiz oturanlara koşarak. Ve her bağırdığı ayağa kalkıp etrafındaki sevinç gösterisine katılıyordu. Kadınlı erkekli büyüklü küçüklü grup onu çember içine almış, “Gel bizimle, gel Yüce Kurtarıcımız” yakarışlarında bulunuyordu. Şaşkındı. “Ben kurtarıcı filan değilim” dedi birkaç kez, ama grubun aldırdığı olmadığı gibi onu omuzlarına almışlardı bile. Marş söyleyip yollarına devam ederlerken, Adam da kaderine teslim olmuş görünüyordu. Yaklaşık elli metrelik bir yürüyüşten sonra tahta bir kapının önünde durdular. Öne atılan yine ergen kız oldu. Ve kapıya beş kere farklı yerlerine vurarak çaldı. Onları ellerinde tüfek tutan yüzleri maskeli iki kişi karşıladı. Yine Adam omuzlarında marş eşliğinde içeri girdiler. “İşte kurtarıcımız” geldi diye bağırıyordu ergen kız onları izleyenlere ve diğerleri de ona katılıyordu. Burası spor salonu genişliğinde bir alandı. Üstü parça parça naylonlarla kapatılmaya çalışılmış, etrafı yıkık dökük duvarlarla çevriliydi. Duvarlara yerleştirilmiş gaz lambalarının ışığında beton zemindeki kırmızı büyük harflerle yazılmış “NEREDESİN KURTARICI” yazısı rahatça okunabiliyordu. Onu görünce kimi çöktüğü yerden kalkmış, kimi aralarındaki sohbeti bırakmış, kimi de ne işle uğraşıyorsa aniden bırakıp ona koşarak gelmiş ve şaşkın bakışları altında hepsi önünde eğilmişlerdi. Alandaki tüm kişi sayısı otuzu geçmezdi. “Ayin başlasın” diye bağırdı içlerinden biri ve toplu, “Ayin, ayin” sesleri gecede yankılandı. O noktada piyasaya yine ergen kız çıktı. “Susun bir dakika” dedi, “Kral ve kraliçe gelmeden hiçbir şeye başlayamayız.” Bir şey daha söylemeye hazırlanıyordu ki nöbet tutan iki silahlı kapıyı açarak gelenleri başlarıyla, içerdekiler de eğilerek selamladı. “Kral ve kraliçem” diye atıldı ergen kız, “müjdeler olsun, müjdeler olsun ki kurtarıcımız dualarımıza karşılık verdi ve şu anda burada” dedi ve grubun karşısında dimdik duran Adam’ı işaret etti. “Şükürler olsun” diye karşılık verdi kral ve kraliçe aynı anda. Ağır adımlarla el ele ona yaklaştılar. Aynı anda ellerini ona uzatıp dokundular. Kral tam, “Kurtarıcımız” diye söze başlıyordu ki kraliçe araya girdi, Adam’ın gözlerine dik dik bakıp kapüşonunu çıkararak, “Bu o değil, o değil, bu bir sahtekâr, yakalayın onu!” Adam kraliçenin şehrin bir köşesinde tanışıp, fazladan para karşılığı Kuzey Bölgesi’ne gelmeye ikna ettiği kadın olduğunu anladığında kıskıvrak yakalanmış, ağzı dâhil sımsıkı bağlanmıştı. “Hain” diye bağırıyordu şimdi de ergen kız ve diğerleri de ona katılıyordu, “Hain, hain, asalım şerefsizi!” Elinde tüfeğiyle nöbetçilerden biri kral ve kraliçenin huzuruna geldi, “Efendilerim, izin verin sıkayım şunun kafasına!” Başka biri bağırdı, “Önce işkence edelim sahtekâra!” Bir diğeri, “Neden ona dinamit sokup patlatmıyoruz!” “Susun” diye gürledi kral, “Tamam, bu adi insanın dinamitle havaya uçurulmasına karar verilmiştir.” Adam gözlerini sımsıkı kapamış, alnından boncuk boncuk ter akıtırken bir kez daha gürledi kral, “Hemen dört ayak pozisyonuna getirilsin.” Emir yerine getirilir getirilmez, “Kralım” diye sordu biri “dinamiti neresine yerleştirelim?” Kraliçe cevap verdi, “Ağzına tabii ki.” Bunun üzerine az önce konuşan, “Geçen seferkini biliyorsunuz kraliçem, geçen seferki sahtekâr bir arkadaşımızın parmaklarını ısırıp koparmıştı.” “ O zaman” diye araya girdi kral, “bildiğiniz gibi yapın gitsin.” Adam kendinden geçmek üzereydi. Bir anda yine kralın sesi duyuldu, “Bir dakika” dedi, “burada patlatmayın, ortalığı kirletmeyelim. Götürün dışarıda halledin bu işi.” Emir üzerine adam iki kişi tarafından sürüklenmeye başlandı. Bir kişi ise yolun aydınlatılmasında yardımcı oluyordu. Kapıdan çıkarıldı. Grubun onu karşılayıp omuzlarına aldığı yere kadar götürüldü. Ardından yerde yatan Adam’a “Kusura bakma birader” dedi içlerinden biri sırıtarak, onu sımsıkı saran ipleri elindeki bıçakla kesmeye başladı. Adam şoktan hâlâ çıkamamıştı, elleri ayakları, ağzı uyuşmuştu. Güçlükle ayağa kalkmış, karşısında dikilip, “Sana şaka yaptık, hadi git” diyen üç gorile üçlü sırtını dönüp uzaklaşmaya başladığında şaşkın ve yaşlı gözlerle bakıyordu. Eli ağır ağır ceketinin cebine gitti, tabancasını kavradı. Titrek ellerle gidenlere doğrulttu ve tetiğe bastı, tekrar bastı, tekrar ve tekrar. Her seferinde çıkan sadece bir “çat” sesiydi. Tabanca oyuncaktı. Ona bu kazığı kim atmıştı? Kadın mı? Yoksa… Yoksa kendi hıyarlığı mıydı? Bunu sonra düşünecekti. Goril üçlüsü başlarını çevirir çevirmez tabancayı fırlatıp kaçmaya başladı.
Bir kovalamacanın ardından gecenin hâkim olduğu şehirde izini rahatça kaybettirebilmişti. Kuzey Bölgesi’ne gitmeliydi. Evine. Evi hâlâ sağlam mıydı acaba? Ya o astronot kılıklılar? Çocuk? Gök gürlüyordu. Harabe şehir şimşeklerle aydınlanıyordu. Onlar da Tanrının başka bir silahı mıydı yoksa. O ıslık çalan yardımcıları gibi. Tanrı ne istemişti ki onlardan. Kendisi neyi nerde yanlış yapmıştı mesela? Yağmur çiseliyordu. Adımlarını hızlandırdı. Karanlığa aldırmadan koşmaya başladı. Zaman zaman düştü ama kalktı. Adımları onu bir sokağa getirmişti. Ayak basar basmaz tüm lambaları yanmıştı. Yavaşladı. Az ilerde yol kenarında birinin oturduğunu gördü. Gitti, yanına oturdu. Bu çocuktu. Elindeki kâğıttan gemiyle oynuyordu. “Merhaba” dedi çocuğa. “Her şeyi yaktılar” dedi çocuk, her tarafı ateşe verdiler.” Sessiz kaldı. Yağmur şiddetini arttırıyordu. Çocuk elindeki gemiyi önünden akan dereciğe bıraktı. Gemi biraz gitti, devrildi.
YORUMLAR
Hicran'ın da dediği gibi biraz despotça biraz da filmlik güzel bir senaryo bu yazı...hani okuyunca, ki ben ağır ağır okudum hatta bazı yerleri üç dört sefer okumam gerekti ve ister istemez o sahneleri de gözümün önüne getirebileceğim fırsat geçti elime...yani okumaktan ziyade kısa metrajlı ama derinliği uzun, hani sanki seni geleceğe göndermişler de sen de baştan her şeyi ağır ağır anlatıyormuşsun gibi bir izlenime kapıldım...
diğer taraftan da çok gerçekçi geldi bana....hani dünyanın tam da bu şekilde döndüğünün kalıntılarını da taşıyor...
ama farklı güzel bir yazı oli...uzun zamandır yazmıyordun iyi geldi...
abd global isinma ve buyuk bir ekonomik cokuntuden sonra korkunc, kanunun sadece adinin var oldugu, sokaklarin her cesit acikli ve korkunc durumda insanla dolu oldugu, kabus gibi bir kaosa suruklenmistir. lauren adli genc kiz ve ailesi bu kaosta varolma savasi verir fakat durum gitgide daha kotu ve daha umutsuz hale gelmektedir.
Parable of the sower
Octavia Butler
(ekşi sözlükten alıntı)
Toprağı yere yandıktan sonra Lauren, şansını almaya ve yaşanacak yeni bir yer aramak için kuzeye doğru yürümeye karar verir. Tehlikeye rağmen,
kitaptan
olricx
para-libido psikolojisiyle başlayıp üçe beşe bulanmış triloji tiplemeleriyle adam nerede hata yapmış olabilir; okkalı bir yumruk sonrası parayı kaptırmanın deliminedir parametresi.
:)