- 643 Okunma
- 2 Yorum
- 2 Beğeni
MAVİ ELBİSELİ HARFLER
Bir söz vardı içimde. Büyük, kocaman. Avuçlarımda sakladığım bir nesne gibi sımsıkı tuttuğum. Günün birinde onu açmak isteyen kişinin evvela elimin üstüne dokunması, avuç içi sıcaklığını bana teslim etmesi gerekiyordu. “Hokus pokus” ya da “Abra kadabra” diyeceğim, göz kamaştırıcı bir sonu hak etmek için değildi bu özeniş. Sadece yalnızlığımın herkese açılamayacak bir kapısı olduğu içindi. Bir söz yaşıyordu benimle birlikte. Kah boğazımda düğümlenip, tam soluk alacakken nefesime dur diyebilecek kadar otoriter bir baba. Kah elimden kurtulup dışarı çıkarsa, bir başına kaybolur diye endişelendiğim kadar küçücük bir çocuk. Bir söz vardı içimde. Ben onunla yaşamıştım bunca sene.
Denizin mavisine karışmış beyaz köpükler, rüzgarın yüzüme kabahatlerimi vurması kadar aydınlatıyordu içimi. Gökyüzünün çok az eğilip, sıçrayarak sırtına tırmanmamıza müsaade ettiği bir gündü. Sonradan doldurulmuş, beton sahil yolunda tek başına yürümenin güzel bir tarafı varsa şayet; o da, tanımadığın yüzleri kimselere çaktırmadan biriktirip, ceketinin cebine koymaktır diyebilirim. Küçükken de böyle yapardım. O zamanlarda yalnız sayılırdım, fazlaca arkadaşım yoktu. Yaşımdan küçük gösterdiğim ve çok çelimsiz bir çocuk olduğum için, sınıf arkadaşlarım sadece maç yapmaya karar verdikleri zamanlarda çağırırlardı beni yanlarına. Yanlış anlaşılmasın, adam eksik olduğundan değildi aralarına karışmam. En meziyetli olduğum konulardan biriydi futbol oynamak, o yüzden bana ihtiyaç duyarlardı illa ki. Maç bittikten sonra bir iki şakalaşırdık, samimi olurduk ama sonrasında tıpkı bir balon gibi sönerdi dostluğumuz. Aslında kabahati kendimde aramalıydım, şayet ortada bir kabahat varsa. İçine kapanık bir çocuktum çünkü. Öyle paldır küldür insanların arasına karışmaz, herhangi bir sohbet esnasında ön plana çıkmaz ve kolay kolay sesimi yükselterek konuşamazdım kalabalık içerisindeyken. Dikkat çekmemek üzerine kuruluydu tüm davranışlarım. İnsanlara bu kadar temkinli yaklaşmam, bana direk olarak öğretilen bir şey olmasa da, benim yetiştiğim çevrenin ayrılmaz bir parçasıydı. Bu yüzden kendi kendimin idarecisi, en samimi dostu ve oyun arkadaşı olmayı öğrenmiştim çok küçük yaşlarda. Sahilin beton kıyısında dolaşıp, dalga seslerini müzik notalarına dönüştürmek ve karşılaştığım kişilerin yüzlerini biriktirmek, tek başıma oynadığım oyunlardan bir tanesi ve belki en güzeliydi.
Sırrına bir türlü erişemediğim bir hafiflik vardı üzerimde o gün. Bir şeyden kurtulmuş değildim ya da uzun süredir beklediğim bir şey olmamıştı, iyi bir haber de almamıştım. Ama yürürken boşluğa basıyordum sanki. Rüzgar biraz daha gayret etse, azıcık daha kuvvetli ittirse, havalanıp uçabilirdim pekala. Ruhum iyileşmeye o kadar yakın ve bir o kadar da özgürdü anlayacağınız. Gazete küpürlerinin iri ve dikkat çekici kısımlarının özellikle açıkta bırakıldığı bayiinin bitişiğinde sıralı vaziyette olan yeşil bankların yanından geçmiştim. Belki vakit erken diye, belki sabah esintisinin karşısına kolay kolay herkes çıkamadığı için, bilemiyorum ama ortalık epey sakindi. Simitçi çocuk köşesine çekilmiş, bir eliyle simitleri düzeltiyor, diğeriyle de burnunu siliyordu. Yanından geçip giderken, bu detayı görmemiş gibi yapmıştım. Yaşadığım yerin bağlı bulunduğu şehir merkezi en az kırk kilometre uzağımdaydı. İnsan az olunca, daha bakir daha yaşanılası bir yer oluyordu burası. Kolayca üzüntünüzle baş başa kalabiliyordunuz ve tutmak istediğiniz yas için ekstra bir sese gereksinim kalmıyordu. Bembeyaz bulutların taçlandırdığı sakinliği dinliyordum. Radyodan yükselen aheste bir müzik gibi, kulağımdan ziyade ruhuma işliyordu melodileri. Biraz daha ilerleyince, tezgahını yeni açan balıkçıları gördüm. Aralarına iki metre boşluk bırakarak dizilmişlerdi. Balık kasalarını dev yuvarlak sinilerin üzerine oturtup, buzla yapılan altlığa yerleştiriyorlardı. Bir köşede kova kova su hazırda bekliyordu balıkların üzerlerine serpip durmaları için. Tek tip gibiydi kıyafetleri. Hava sıcaklığını önemsiz kılan kazakları, kafalarında eskimiş, kirli bereleri ve ayaklarında uzun, sarı çizmeleri. Yalnızca kasaların sağında duran adamlar ayrılıyordu diğerlerinden. Onlar kazak giymemişti, inceydi üstlerindeki ama kolsuz ceketleri vardı ekstradan. Muhtemelen balık temizleyicisiydiler çünkü bıçak ve doğrama tahtası yanlarında duruyordu. Söylemem bile gereksiz, bütün parmakları kıpkırmızıydı elbette ki. Önlerinden gelip geçerken, henüz hazır olmadıklarından olsa gerek, bir tanesi bile yüzüme bakmamış, çağırmamıştı beni tezgaha. Yürümek daha kolay olmuştu bu sayede. Deniz hafif hafif dalgalanmaya, yanına beni çağırmaya başlamıştı bile. Yalnız kalmalıydım. Tam da şu an, her zamanki kadar yalnız olabilmeyi, özgürlük sayıyordum oyunumun bu parçasında. Burası, en az ölüm kadar bireysellik kokan, capcanlı bir vücudun en yorgun parçasıydı.
Az ileride sallanarak yürüyen genç bir kadın ve onu dik vaziyette tutmaya çalışan bir adam gördüm. Biraz mücadele ettikten sonra adam, kadını kenara çekti, kaldırım taşının üzerine oturttu öylece. Eliyle başını tutup durmadan söyleniyordu kadın. Ya bir şeye çok üzülmüştü ya da aniden hastalanmıştı. Ama her ne olduysa, adam kadının derdine derman olamıyordu belli ki. Kayıtsız kalamamıştım. Görünmeyen bir güç çekmişti beni sanki oraya, yaklaşmıştım yanlarına. Adamın elini sımsıkı tutan kadın titriyordu. Gözlerine baktım ağlıyor mu diye. Sıkıyordu kendisini ama gözyaşı yoktu yüzünde. Kadının saçlarını eliyle açan adam, yaklaştığımı görünce döndü arkasını, çevirdi bakışlarını üzerime. Bir şey söylemedi ama benim bir şey söylememi bekler gibi baktı. Yardıma muhtaç olduklarını belli etmeye çok hazırdı ikisi de. Bu durum rahatsız etmişti beni ama yine de kelimelere güvenmeyi tercih ettim ve sordum: “Af edersiniz, iyi misiniz? Bir sorun yok değil mi?” Adam ellerini kadının yüzünden çekti, tam karşıma gelecek şekilde ayarladı vücudunu. Kadın konuşmamış, karşılık vermemişti bana. Sadece sızlanıyor, acayip sesler çıkartıyordu. Adam ise, her köşeyi istila eden, para istemeyi doğal meslek haline getirmiş insanlardan olduklarını ispatlarcasına peş peşe sıralamıştı cümleleri. Açıkçası hiçbirini dinlememiştim. Onları ciddiye almıyordum ama kendimi fazlasıyla ciddiye alıyordum. O yüzden yalnızca ekmek alabilecekleri kadar küçük bir miktar vermiştim onlara. Bunun adı merhamet değildi. Sadece, olur da hırsızlık yapmaya teşebbüs edecek olurlarsa, ekmek parasını bahane etmemelerini sağlamıştım kendi vicdanım içerisinde. “Çok saçma!”
Bir an bu sesin kafamın içerisinden geldiğini düşünsem de, aldanmıştım. Hemen sağ tarafta bankta oturan kadın konuşuyordu benimle. Kafamı çevirip göz göze gelmiştim onunla. “Anlamadım? Bir şey mi dediniz?” Nedense böyle zamanlarda hep nazik bir adam olmak geliyordu içimden. Yüzüm soğuktu. Karşımda bir ayna olmasa bile görebiliyordum kendimi. “Sizinle konuşmuyorum” dedi kadın. Rüzgarı karşısına aldığından olsa gerek, ısrarla geriye doğru gidiyordu saçları. O ise bakışlarını denizin sessiz maviliğine doğru uzatarak yanıt veriyordu sanki. Kiminle konuştuğunu anlayabilmeyi çok istemiştim ama bir yanım eksikti. Ben bilmiyordum maviliğin harflerini. Ve su sesiyle karıştırarak kuruyordum cümlelerimi: “Çok saçma! Birisiyle konuşabilmek için susmak yeterlidir oysa. Sanırım konuşmamaya, bu şekilde devam ediyoruz.”
Kadın genç sayılırdı, orta yaş kıvamına gelmemişti henüz. Ancak görünüşü oldukça moderndi işin doğrusu. Kolsuz bluz giydiği için, açıkta kalan sol kolundaki kocaman dövme insanın gözünü alıyordu. Sonra sağ kaşında piercing vardı ve sol kulağında da bir sürü diken biçiminde küpe. Ben günü yakalamakta hep zorlanan birisi olduğum için belki de, az da olsa tuhaf gelmişti kadının görüntüsü bana. Kumral, ince, düz saçları uzun değildi. Kulaklarını ancak örtüyordu. Dikkatle bakınca gözlerinin açık yeşil olduğunu ve tıpkı konuşması kadar cansız, duru olduğunu fark etmiştim. Beyaz yüzüne biraz canlılık katmaktansa, pastel renkleri tercih ederek solgunluğu ve duygusallığı seçmişti kadın. Bilinçsizce rüzgardan yana olmuştu adımlarım. Görünmeyen bir güç, kadına doğru ittiriyordu beni. “Bir arkadaşım vardı, bundan yıllar önce. Çok sağlamdı kalemi, güzel şeyler yazardı. Okumaktan sonsuz keyif alırdım. Bir hikayesi o kadar çok hoşuma gitmişti ki, dayanamamış, sormuştum. Neden yazdıklarını bir yerde yayınlatmıyorsun diye. Başvurdun mu? Uğraştın mı hiç? Kendi kendine yazmanın sonu da yok, önemi de. Mutlaka insanlarla buluşmalı kelimelerin demiştim ona.” Konuşurken iyice yaklaşmıştım kadının oturduğu banka. Sağa sola doğru salınarak dönüyordum. Benimle hiç ilgilenmiyor değildi ama bakışlarını denizle benim aramda ikiye bölüştürmüştü diyebilirim. Hızımı kesmeden devam etmiştim: “Yanıtı sandığımdan çok daha kolay ve basit olmuştu. Ama bir o kadar da etkileyiciydi, ne yalan söyleyeyim. Yüzüme dikkatle baktı ve ‘Onları tek bir kişinin okuması, bin kişinin okumasından daha değerli benim için. Ve zaten o kişi de okuyabiliyor’ dedi. O konuşma esnasında yüzünün kavuştuğu şekil hala gözlerimin önünde duruyor, yemin ederim.” Beni işittikçe dalgınlıktan sıyrıldı olabildiğince. Kadın denize susmasını söylemişti sanki. İşaret parmağını dudağının ortasına götürmesine gerek kalmadan, susturuvermişti dalgaları, rüzgarı, her şeyi. Bir tek yosun kokusu kalmıştı geriye, onunla da baş edebiliyordum zaten. Gözlerini ilgi bekleyen gözlerime devirdi ve hiç gülümsemeden, “Arkadaşınız bayan mıydı? Güzel, çok güzel bir bayan mıydı? Yoksa bu sözleri söyleyen yazar sizdiniz, benim diye anlattığınız kişi arkadaşınız mıydı? Ve arkadaşınız…” diyerek sonunu getirmeden, yarım bırakmıştı cümlesini. İçimde kıyametler kopuyordu o anda. Sobelemişti beni resmen. Kıskıvrak yakalamıştı beni saklandığım yerde ama zahmet edip oradan çıkartmamıştı. Bırakmıştı o vaziyette. Kötü bir yalancı olduğumu haykırabilirdi oysa. Ona bu fırsatı çoktan vermiştim. Ama yapmamıştı. Susup, gözlerini üzerimde gezdirmeyi yeğlemişti. Ve ben, belki de bilmediğim bir lisanda konuştuğu için, susarak anlatıyordum kendimi. Çaresizlik böyle bir şey olmalıydı. Çaresizdim.
Cesaretsizliği seviyordum bazen. Haddinden fazla konuştuğum zamanlardan borç almıştım sanki. “Oturabilirsiniz” dedi kadın ve kenara çekilerek bana kadarlık yer açtı bankta. “Artık benimle konuşuyorsunuz” demek gelmişti içimden ve sonrasında hınzır bir gülüşle süsleyebilirdim tanışmamızı. Ama tutuk görüntümü muhafaza etmiştim. Çekinerek de olsa oturmuştum kadının yanına. Şimdi bir şey anlatacaktı bana ya da ben anlatacaktım ona. Öyle bir hava esiyordu aramızda fakat ikimizden çok çıkıyordu söz dinlemeyen rüzgarın sesi. “Çok saçma!” Gülümsemenin onlarcasını, yüzlercesini görmüştüm herkes gibi. Yanağında gamze oluşturanlar, dolu dolu gülenler, dudaklarını yayıp tebessüm edenler, kahkahalara boğulanlar, sesiyle ortalığı yıkanlar… Hepsinden daha güzel bulduğum gülümsemenin, bu kadına ait olması gerçekten çok saçmaydı. Çünkü gülümsemeyi beceremiyordu bile bu kadın. İncecik dudakları belli belirsiz çok az aralanmıştı, nefes alır gibi. Ama güzel yüzüne öylesine yakışıyordu ki bu tedbirli duruş. Evet, sanırım onu en iyi tarif edebileceğim kavramdı bu. Bir yandan bana bakınca gözlerimiz eşitleniyor, ruhumuzun son durağına kadar el ele koşacak gibi oluyorduk. Ama diğer yandan, çabucak toparlanıp, ya o kaçırıyordu gözlerini benden, ya da ben farklı bir noktaya bakmaya başlıyordum. Oysa hiç bıkmayacağım bir şey varsa, o da kesinlikle gözlerine bakıp bakıp nefesimi içimde tutmaktı. Yatak döşek yatar vaziyette hasta olsaydım mesela, başucumda bitmelerini dilerdim ilk gördüğüm şey olmaları için. Oysa gözleri, yeşilin insanı huzura sürükleyen tonundan çok uzaktaydı. Ama kristal bir kadeh gibi parıldıyordu. Ve bu parıltıyı bütün çevresine halka halka bulaştırmıştı. Belki bana da bulaştırmıştı, kim bilir? Hissettiğim şey, sahip olduğum o muhteşem yalnızlığımdan çok daha büyüktü. Korkmuştum. Ne olduğunu bilmediğim için çok korkmuştum. Ve konuşmak için bir adım daha atmam gerekliydi. Yüzüne baktım ve yalnızca susmayı seçtim. Korkak mıydım gerçekten? Kendime yakıştırmayı beceremediğim bir elbiseydi oysa korkaklık. Ama şimdi, nasılsa çaresizliğim oluyordu bu kadın. İkimizin bir hikayesi olsaydı, başlamadan biterdi belki. Veya ben yazardım ama kesinlikle ismini o koyardı bu hikayenin. Çünkü noktalar benimdi mavinin karşısında, sessizlikse onundu.
Bacak bacak üstüne attı, kollarını açmış vaziyette bekleyen denize doğru koştu bakışları. Artık maviydi. Masmaviydi hem de. Güzel bir şiiri üzerinde toplamıştı sanki. Okumaktan ziyade, ezbere bilmeliydim onu. Şiir canlandı, kımıldadı ve bir son yazdı belki de kaderime: “Buraya tesadüfen mi geldiğinizi sanıyorsunuz?” Yalnızca nefesinin etrafımda dağıldığını hissediyordum. Sesi, gözleri, elleri ve kalbi kilometrelerce uzağımdaydı aynı bankı paylaşıyor gibi gözüksek de. Gülümsememin ya da boyumdan büyük cümleler kurmamın tam vaktiydi. Kadına doğru çevirmiştim yüzümü. İçimden “Çok saçma!” demek geliyordu sadece. Fakat daha tesirlisi, bir kadınla aramda geçmesi zor olan diyaloglardan birini seçmekti bana göre. “Hayır. Beni beklediğinizi biliyorum. Çok beklettim mi?” Belli etmeye çalışmasa da bıyık altından gülümsemişti. Bozuntuya vermedi yine de. Orada durup, dakikalarca üstü kapalı, imalı cümleler kursak, mutluluktan havaya uçardım belki de. Ve sırf bunu bildiğinden olsa gerek, derhal kalkmıştı ayağa. Telaşlıymış gibi bir havaya büründü, yüzüne çarpan hafif rüzgarın kaba temasını hiçe saydı sonra. “Ben gidiyorum. Buluşmamız gereken yerde buluştuğumuza göre, onu daha fazla bekletmeyeyim.” Söylediklerinin tek bir kelimesini bile anlamamıştım ama hoşuma gitmiş bu esrarengiz halleri. Arkasından gitmemi, onu takip etmemi mi istiyordu yoksa buluşma yerinde kalmamı mı? Öğrenmek için küçücük bir ipucu kovalamıştım: “Kimi?” Yine bıyık altından gülümsemişti. Dudaklarını güçlükle kapalı tutuyordu. “Bekleyin. Birazdan gelir.”
Söylediklerine akıl erdirmem yalnızca birkaç saniye sürmüştü. Benim işim onunla değildi. O sadece bu bankta oturmam, beklemem için bir işaretti. Yorgun bir adammış gibi kalakalmıştım olduğum yerde. Kim bilir belki yorgundum? Aklımın ucundaki peri masalı çoktan kayıp gitmişti ellerimden. Denize doğru baktım, rüzgarı dinledim. Çok az martı sesleri yapıştı yakama, biraz da dalgaların kayalarla şakalaşmaları. Utanmasam çocukluğumda dem vururdum güpegündüz. Hem de tek bir kadeh bile devirmeden. Sonra büyür, memur olurdum. İlk tayin yerimi çizerdim zihnimde baştan başa ama renkleri kafama göre uydurarak. Resmini çerçeveletip asmak yerine ruhumda saklardım. Kimse görmesin diye değil, gördüklerinde benim çizmek istediğim şehri yanlış anlayacakları için. Çünkü hiçbir çizgi, hiçbir desen ve hiçbir cümle, anlatmaya yetmez insanları. Sonra biraz daha yaşlanıp, yalnız ve cesaretsiz bir adam olurdum belki. Ve bu, gerçeğe en çok benzeyen halim olurdu fakat en başta ben inanmazdım buna. “İşte avuçlarımın içine akıyor dünya” dedim ve sımsıkı tuttum onu. Yaklaşan ses, kulağıma ilişen gürültü, aynı notaya işaret etmişti. Sürekli tekrarlanan, aynı nota. İyi de, neden bu kadar güzel ve baş döndürücüymüş gibi geliyordu kulaklarıma?
“Pardon. Oturabilir miyim?” Rüzgara eşlik eden sesi, zafer kazanmak üzere olan bir sporcunun heyecanını barındırıyordu içerisinde. Kafamı kaldırıp yüzüne baktım. Orta boylu, kumral, temiz yüzlüydü. Dağılmaya yüz tutmuş saçlarını elleriyle düzeltirken, ölçülü biçimde gülümsemişti de. Asla aşık olmayacağım kadınlardan bir tanesi gibi gözüküyordu ama tuhaf biçimde sezgilerim işbaşına geçmişti. Anlamsızca gülümsedim ben de ve mümkün olan en geniş yeri ayırdım ona. “Tabi. Buyurun, oturabilirsiniz.” Nazik, ince yapılı ellerinin banka dokunuşuyla birlikte, asıl hikayemin bundan sonra başlayacağını hissetmiştim. Çünkü kalemi eline alabilecek yapıda gözüküyordu bu kadın. Yalnızca başlık koymak ona göre değildi. Göz ucuyla beni kontrol edip, bakışlarını sonsuz maviliğe teslim etti. Denizin dilinden konuşmaya başlamıştı hemen. Ama ben işitmiyordum. Yine nedensiz bir dürtüyle, ağzımda çıkanlara hakim olamamıştım: “Burada birini beklemem gerekiyormuş. Az evvel öğrendim ben de.” Tuhaf ama tatlı, sıcak fakat aldırışsız, başına buyruk bir gülümseme kopartmıştı cömertçe. Tekrar gözlerinin ucuyla temas etti yüzüme ve “Ne zaman gelecek peki? Çok bekletmese bari sizi. Değil mi?” dedi. O an içime tatlı bir huzur yerleşmişti. Az evvelki esrarengiz kadının sahip olduğu çekicilikten eser yoktu bu kadında. Heyecanlandırmamıştı beni üstelik. Sadece huzur ve sakinlik vaat ediyordu ve kelimelere başvurmadan beni bir yerlere çağırıyordu, yürümeye başladığımın farkında bile değildim. “Sanırım geldi. Şu an yanımda oturduğu hissine kapıldım. Biliyorum çok saçma, özür dilerim. Ama anlamsız biçimde bana öyle geldi.” Dudaklarımdan kurtulan kelimelerin beni nereye götüreceğine dair en ufak bir fikrim yoktu. Hislerim yalnızlığımın suskunluğunu bozduğunu söylüyordu sadece. Ve ben korkunç biçimde kararsızdım. Evet, tam olarak kendime yakıştıracağım sıfat buydu artık. Korkaklık çoktan gitmişti, Yeni ev sahibimdi kararsızlık.
“Hislerinizle el sıkışmaya razıyım. Sanırım geldi. Evet, geldim. Buradayım ben artık.”
Aşk da tam olarak böyle bir şeydi. Her aşkın kendine göre bir hikayesi vardır elbet. Ama aşkı hazırlayan şey de aşkın ta kendisidir. Evvela biri çıkar karşınıza. Beklenmedik bir misafir gibi çat kapı. Onu tanımaya hazırlayamazsınız bile kendinizi. Yalnızca içinizdeki ses konuşur sizinle, sessiz kalırsınız. O sessizliğin dilini öğrendiğiniz zaman da aşık oldum dersiniz. Ama aşık olacağınız kişi değildir ki o. Size okuma yazmayı öğreten, mavi elbiseli harflerin öğretmenidir sadece. Sizi mezun etmek için arkasına bakmadan çekip gider. Öylece kalırsınız. Acı ve çaresizlik sarar dört bir yanınızı. Farkına varmadığınız şey, aslında o anda gelecekteki aşkınızı beklemeye başladığınızdır. Beklemenin kıymetini hiç bilmeyiz biz. Daima sabırsız ve kederliyiz. Oysa o gelir. Bir başkası. Daha az heyecan, daha çok kontrol, çok fazla soru işareti ama sonsuz bir zaman. Güven ve huzur için yeterli, ölçülemeyecek kadar zaman hem de. Sevmenin adı aşk, saygının adı bağlılık olur mecburen. Alfabeyi bildiğiniz için okuyup yazmakta da zorlanmazsınız, konuşmakta da. “Seni seviyorum” demek ilk defa güzeldir. Biraz buruk, biraz sahipsiz, havada ama ait olduğu yerde.
“Seni seviyorum mavi…”
YORUMLAR
Ne güzel yazmışsınız her şeyi ayrıntılarıyla.
Artık adınızı bu sitede görmüyorum. Neden yazmıyorsunuz.
Şiirlerime yazdığınız güzel yorumları okuduktan sonra sayfanıza girdim.
Hiç şiir yoktu. ben de yazı bölümüne girdim.
En son yazınız buydu ve tarihi 2018.. Üzüldüm.
Acaba dedim başka bir rumuzla mı yazıyor.
Bu yazıyı okursanız cevap vermenizi beklerim..
Selamlar..
İnsanın bazen bilinmeyene ihtiyacı vardır. Bilmediğin bir şeyin üzerine ancak yazılabilir. Görme ve algılama sanatının parçaları gibi bir yüz, bir konuşma, bir hayal veya yön verenler ve alanların birleşmesinden doğar semboller.
Seni görmek güzel Umut. Selam.