1
Yorum
1
Beğeni
0,0
Puan
565
Okunma
Enbiya sûresinin 29. ayetinde mealen/kısaca buyruluyor ki: "İçlerinden her kim, ’Allah’tan başka ben de şüphesiz bir ilahım!’ derse cehennemle cezalandırırız. İşte biz zalimleri böyle cezalandırırız." Ben bunun küçüğünün küçüğü bir nümunesini hayatlarımızda görüyorum. Nasıl? Belki biraz şöyle: Biz de ’teşekkür etmeyi’ unuttuğumuz zamanlarda bir ’elden gitmeyle’ (dolayısıyla yoklukla) cezalandırılıyoruz. Madem ki cehennem yokluksallığın/ademîliğin yurdudur. Ve madem ki cennet varlıksallığın/vücudîliğin vatanıdır. O zaman her yokluksallık bir şekilde cehennemi tatmaktır. Ona dokunmaktır. Ona değmektir. Onu solumaktır. Zeval-i lezzetin elem vermesi de bundandır.
İnsan, kendisinde (sanki kendisi sonsuzmuş gibi) hep kalmasını istediği neyin yokluğunu tatsa, kendi cehennemine dokunmuş olur. (Buradaki oradakinden haber verir.) Elbette, bu dünyada karışık bulunan ademîliğin ve vücudîliğin ayrılıp dolacağı iki havuz olarak, ahiret âlemlerinde bir cehennem ve cennet olacaktır. Şu nehir o okyanuslarda karar bulacaktır. Fakat karışık akarlarken de onlara küçük küçük nümuneler nevinden dokunabilmek mümkündür. Ve ayrılıkla tanışan herkes kendi cehennemiyle de tanışmıştır.
Yüzleşelim. Hepimiz cehennemimizle karşılaştığımız köşeleri hatırlıyoruz. Bazı örneklerini gördük. Bazılarıyla yandık. Bazı acılar tattık. Yokluğun ateşten beter bir yakıcılığa sahip olduğunu gayet iyi biliyoruz. O yüzden kalbimizi/hayatlarımızı yukarıdaki ayet-i kerimeden uzakta tutamayız.
Bizim de sonsuzluk düşlediğimiz yerlerde yediğimiz darbeler oldu. Neyi elimizden gitmeyecek gibi sonsuzca kendimizin saydıysak ona bağlandık. Bu bağ şiddetlendikçe ona sevdalandık. Elbette niyetimiz açıkça bir ilahlık iddia etmek değildi. Hâşâ. Fakat o şeyle ilişkimizi ’bir ilahın şeylerle kurduğu ilişki gibi’ düşledik. Sonsuza dek varmışız ve o dahi varmış gibi onu sevdik. Ne zaman istesek gelir gibi. Ne kadar istesek sever gibi. Ne yüzden istesek bakar gibi... Sınırlılığımızı unuttuğumuz zamanlarda şeyler bizi hakikati hatırlatarak cezalandırdı. Hiçbirşey sonsuz değildi. Hiçbirşey ancak bir ilahın sahip olacağı gibi tastamam bizim değildi. Hiçbirşeyin varlığı yalnızca istememize bağlı değildi.
Bunu bize en çok ayrılığı ile gösterdi. Ve biz de, bu sayede, kendimizi bir ilah gibi sanrıladığımız o şeyde cehennemini tattık. Şükrederek kendi varlık sınırımızı kendimiz kabullenemediğimiz için ayrıca firakla uyarıldık.
Ben şimdi sanki cevabını seziyorum arkadaşım: Allah’a şirk koşan neden cehennemden çıkamaz? Çünkü kendisini Allah’a şirk koşmayan başka hiçbirşeyi Allah’a şirk koşamaz. İnsanın şirk koştuğu şeylerin ilki kendisidir. İçimizde bir yerde gizli şirk olmadan dışımızda bir yerde putlar inşa edilemez. Dışarıda inşa edilen putlar içimizdeki suçlunun günahını paylaşma isteğidir. Ve içindeki putu yıkmadan önce hiçkimse dışındaki putu deviremez. Bu dünyada kendisini/sevdiğini ilah sanan da, ilahla kastettiği bir sonsuzluk olduğu için, sonsuzluğun ayrılığını yaşar. Sonsuzluğun ayrılığı da sonsuzdur. Sonsuzun yokluğuna da, acısına da, pişmanlığına da sınır çizilemez.
Hz. İbrahim aleyhisselamın kıssasının bize öğrettiği dersi düşün: "Batıp gidenleri sevmem!" demeden önce baltasını kavminin putlarına iliştirdi mi? O günahsız peygamber yaşadıklarıyla elbette bize bir hakikat fısıldıyor. Nedir o fısıldadığı sence? Bencesi şudur: Meseleyi önce içimizde bitirmemiz lazım. Kendisini tastamam ’insan’ olarak tarif eden Allah’ta adresi şaşırmaz. Kendi cehenneminden kurtulmak mı istiyorsun? O zaman şeylere bir ilahmış gibi bağlanmayı bırak. Ne kendinde bir ilahlık tasavvur et ne de onlara bunu yükle. Ne benliğine böyle bir beklentiyle zulmet ne de onlara kaldıramayacakları yüklerin altında eziyet et. Hangisinde böyle bir düş görsen yanacaksın çünkü. Hem de düşlediğin şeyin sonsuzluğu nisbetinde yanacaksın. Hatta, arkadaşım, bana sorsan derim ki: Cehennem özünde varlığın şirki yalanlama şeklidir.