- 537 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
Teenni içimizde büyütmeye çalıştığımız bir editördür
Yazarak varolmayı seçtim. Çünkü varoluşların en güvenlisiydi. Burada sahaya çıkan herşey, hem de birkaç kez, kontrolümden geçiyordu. Yaşarken böyle değildim. (Yaşarken keşke böyle olabilseydim.) Sonra, bütün bunları düşünürken, aklıma şu da geldi arkadaşım: Kur’an, sünnet, salih büyüklerden gelen nasihat, öğretilmiş edep, hepsi aslında bizi şuna yönlendiyordu: Hayatının editörü olmak. Yahut da daha doğrusu: Hayatının editörü ’de’ olmak.
Evet, biz hayatlarımızın bir ölçüde yazarlarıydık, ama editörleri olmak istemiyorduk. Belki şöyle ifade etmeli: Hayatlarımızın bir ’editöre ihtiyaç duyduğu’ fikrine alışık değildik. Yazarlar da başlarda böyle düşünürler. Hakikaten içinde bir yere gelememiş, olgunlaşamamış, kıvamını bulamamış bir yazarın gözünde editörün müdahaleleri/nasihatleri aslında birer ’had bilmezlik’tir. Ne zaman ki yazar olgunlaşır, editörün metinle olan ’üçüncü kişi’ ilişkisinin metnine/kendisine kattıklarını anlar, işte o zaman dahil oluşlarla barışır. Hatta bazen editörünün kim olduğunu yayınevinden daha fazla önemser. İyi bir editörün varlığından güven alır. Rahatlar.
İyi bir editör ne demektir? İyi bir editör kitabın daha az hatayla çıkması demektir. İnsan kaleminden çıkmış kusursuz bir kitap yoktur. Fakat insanlar birbirlerinin gözlerinden, akıllarından, tecrübelerinden faydalanmayı öğrendikçe zenginleşirler. Eksikliklerini cemaat olarak azaltırlar. Bu zenginlik hatalarını fakirleştirir. Herkesin üzerinde Cenab-ı Hakkın isimleri farklı oranlarda yansır. Bu yansımanın çeşitliliğinden farklı renkler, kanaatler, mizaçlar, yetenekler, okuyuşlar, bakışlar, zekalar oluşur. (Bunları yokeden topluluklar cemaat de değildirler.) Bir insanın başka bir insanda kendini mizana vurması, yani hadis-i şerifin tarifiyle, mü’minin mü’mine ayna olması, onun üzerinde tecelli eden Esmaü’l-Hüsna ekseninde kendi yansıtışını sınamasıdır.
Eğer elindeki hakikatse hiçbir ayna bunu yalanlamaz. Eğer elindeki bir yanılgıysa, aynasında yaşadığı yanılmayı, başkasının aynasının adem-i tasdikiyle, yanlışlamasıyla, uyarısıyla düzeltir(iz). Biz, başkasına ’kendimizin aynası’ deriz, çünkü en nihayetinde hepimiz o Vahid-i Ehad olan Allah’ın aynalarıyızdır.
O da ’bizim gibi’ ama ’aynı biz’ olmayan bir aynadır. Bizde görünen onda da görünmektedir. Detaylarda, tonlamalarda, ifadelerde, dilegetirişlerde, ilhamlarda, vurgularda tenevvü-i esmadan gelen bir çeşitlilik olabilir. Ancak öz aynıdır. Ve bir öz diğer özde kendi özünü seyrederek özünden olmayanı teşhis edebilir.
İnsanlar bir hocanın, bir şeyhin, bir mürşidin önünde diz kırmayı ne sanıyorlar? Bu ancak bizden daha güzel yansıtanın önünde tozlarımızı silme telaşıdır. Ayna daha tecrübeli bir aynadan yansıtmayı öğrenir. Bende görünen ’ben’ değildir. Onda görünen ’o’ değildir. Onun götürdüğü kendisi değildir. Onun öğrettiği ’ben’i değildir. Esas olan onu ’yol’ kılmaktır. Editör tutmaktır. Hayatının yazarı olan insan, yazmanın ’gerçekten yaşama’nın tek geçer akçesi olmadığını anlarsa, işte tıpkı muhtaçlığını farketmiş yazar gibi, kendisine bir editör arar. Ahirette tekrar gelip kendisini bulacak kitabının sağından verilmesi için iyi bir editörle çalışmaya niyetlenir. Dosyasının cennette tekrar baskıya girmesini isteyen bu dünyada iyi editörlerle çalışır. Onları inkâr eden kendi yazarlığına mahkûmdur.
Yaşarken pekçoğumuz yazarlığımıza mahkûmuz. Bundan haklı olarak korkuyoruz. Kur’an’la, sünnetle, salihlerin nasihatleriyle bir teenniyi inşa etmeye çabalıyoruz. Nedir o teenni? O teenni içimizde büyütmeye çalıştığımız bir editördür. Eylemeden önce/sonra, kendi fiilimizden uzaklaşıp, âdeta bir başkası olup, onu mizana vurabilmektir. Hatta diyebilirim ki: ’Akl-ı mead’ ile ’akl-ı meaş’ arasındaki nüans da budur. Akl-ı mead hayatta bir editör edasıyla çalışır. Nasıl bir editör? Ahireti bilen bir editör. Elindeki metne, velev yazarı kendisi olsun, temkinli. Aldığı güzel nasihatlerin tesiriyle kendi aklından üst bir noktaya çıkmış. Kendi aklının hükümlerinin doğru olmayabileceğini bilebilecek bir noktaya. Akl-ı meaşta ise bu yok. Onun kendine dair temkini yok. Yazılanın doğru olmayabileceğine uyanıklığı yok. Ham bir yazar gibi çıkarıyor kitaplarını.
Yazarak varolmayı seçtim. Çünkü varoluşların en güvenlisiydi. Burada kelimeler, başkasına ulaşmadan evvel, bir miktar kafamda oyalanabiliyorlardı. Yazı bütünlenip ortaya çıkana kadar belki ben de hissiyatımın ’tazeyken ağır’ baskılarından kurtulup daha fazla ’üçüncü birisi’ olabiliyordum. (En azından bunu ümit edebiliyordum.)
Kanaatimce; insanın ’kendisinin üçüncüsü’ olması ancak ’doğruyu bükebilir’ duygularından uzaklaşmasıyla mümkündü. Evet. İnsanda da iki tür duygu vardı. 1) Doğruyu görebilirler. 2) Doğruyu bükebilirler. Vicdandan gelenler doğruyu gösterirlerdi. Nefisten gelenler doğruyu bükebilirlerdi. İşte, vicdandan gelenlere, nefisten gelenlere karşı denge oluşturma şansı vermek için geçen süreye teenni denirdi. Süreciydi sabır. Umuduydu tevekkül. İtimadıydı şükür. Farkedişiydi hamd. Çünkü yazılanlar kusursuz olmadığı gibi yaşananlar da kusursuz değildi. Kusursuz olan yalnız Allah’tı.
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.