Sanrıların Sözcükleri
Yaşadıklarımızdan hissettiklerimizi, anlatabilecek sözcükleri bulabildiğimiz zamanlar, sözcüklerin yetersiz kaldığı zamanlara göre çok daha şanslıdır.
Neler hissettiğinizi anlatamadığınız anlar gelir ya… İşte o an, ceplerinden çıkardığın yarım kalan sözcükler de yetmez anlatacaklarına. Yitip gitmesinden korkarsın yaşanmışlığın. Anlatamadığın her duygu seli alır götürür çok daha fazlasını. Anlatamayacağını bile bile girişirsin ya… İşte böyle bir anda yazılanlardan biridir anlatamadıklarım…
"Kaç çocuk, geliyor büyük bir orduyla. Saldıracaklar yaşadıklarına. Hapsedecekler kargaları ve kuşların kanatlarından giysiler yapacaklar bedenlerine. Kaç kurtar ellerini. Eğer yakalarlarsa seni, hiç dokunamayacaksın sevdiğine. Hiç öpemeyeceksin ilk seferki gibi. Ya kalbin? En çok onu kurtar. O koca yüreğinden çıkardıklarıyla kaç yıldız söndürürler bilir misin? Sen söyle, kaç sevdayı kandırırlar? Kaç çocuk, geliyorlar koca bir orduyla. Gecenin alacakaranlığında ilk önce rüyalarına sahip olacaklar. Kurtar kendini. Benliğinden, maskeler yapacaklar kendilerine. Ne kendini tanıyabilirsin ne de onları. Korkutmayacaklar seni. Senin olanlarla gelecekler sana. Sen olmadığında olacaklar, sen gittiğinde var olmaya devam edecekler. Eğer sevdalarını çalarlarsa çocuk işte o zaman kaç ağaç, kaç deniz, kaç gökyüzü yok olacak. Geliyorlar ellerinde kafataslarıyla. Çaldıklarıyla, hapsettikleriyle aynı kafese atacaklar seni. Seni, beni, onu, hepimizi almak için geliyorlar. Savaşamayız! Elimizde acı içinde kıvranan vicdanlardan başka bir şeyimiz yok. Onlarınsa elinde hamuru cesetlerle yoğrulmuş heykeller var ama cesetler ve heykeller iyiliği hatırlamazlar be çocuk! Ağlama sakın. Göz yaşlarından yaptıkları büyülerle kimlere umut satarlar kim bilir. Kimliği, rengi, şekli yok gelenlerin. Sevdiğin ne varsa hepsini asacaklar sancaklarına. Kaç bu şehirden, ilk ışıkla kaç! Umudun yeşillendiği, rüyaların gerçeklerle dans ettiği o ütopik yere git. "
Ne anlattığımın aslında pek bir önemi yok. Hissettiklerimin yanında yazdıklarım pek de anlaşılır değil zaten. Birkaç sözcük oyunu da olabilir, kızıma ya da oğluma öğüt de olabilir, savaşın ortasında kalan bir çocuğun parmaklarından dökülen, bir kağıt parçasında yazılı satırlar da olabilir. Kime ve niçin yazıldığından ziyade nasıl yazıldığı önemlidir. Gelip geçici hislerin uyandırdığı bir serüven değil. Daha çok bir hissiyat gibi. Hiç yaşamadınız mı anlatamadıklarınızı?
Aklıma Nietzsche’nin sözü geliyor. “İnsanlar beni yüz yıl sonra anlayacaklardır.” dediğinde neyi kastetmişti? Bu zaman zarfında onu anlayabilecek kelimelere mi sahip olacaktık? Yoksa geliştirmemiz gereken duyularımız mı vardı? Yaşamın bir parçası olmaya çalışırken tasvir ettiklerimiz ya içimizden biriyse?
Telaşın içinde yüzünü yalayan keskin rüzgarın bıraktığı iz gibi yaşadıkların, hissettiklerinde hep bir yerde bir iz bırakır. Anlamlandıramadıkların korkularındır. Korkular en derin izlerdir. Her acının ardında büyük korkular vardır. Büyük acılar yaşıyor insanoğlu şu sıralar. Hissederek yaşamaktan gelir yazdıklarım. Görüyor, duyuyor olmak yeterlidir bazen. Daha önce midesi ağrımamış birine mide ağrısını anlatamam ama şu an hissettiklerimi okutabilirim belki. Yazdıklarım karanlık günlerin biriktirdiği ağrılı sancılarla doğdu. Yok oluşların anlamsızlığında var oldu. Ama böylesi yok oluşlar bir şey var etmemeli! Ah be çocuk!
Sessiz sedasız ayrıldığında çocuklar bu dünyadan, dünya çığlık atıyor demektir!
Onlarca cümle kurdum ama “çocuklar ölüyor” diyemedim ya! Ölüm yakışır mı çocuklara? Ama yitiriyoruz onları. Bir çocuğun sevgisi olmadan nasıl yaşayabilir ki bu dünya! Aklımın almadığı şeylerden biri “ölüm”ken bir de bahşedilen en büyük armağanın yok oluşu huzursuz uykularımın sebeplerinden biridir. Çok da zor olmamalı umutların ölmediği bir dünya.
Onlarca sayfada yazsam anlatamayacağım hissettiklerimi. Soğuk bir kış gününde, buharlanan penceremi açıp haykırmak geliyor içimden!
Hepiniz birer çocuktunuz!... Unuttunuz mu?!...
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.