- 1185 Okunma
- 1 Yorum
- 0 Beğeni
OKUMAK ,ARAŞTIRMAK , GÜVENMEK Bu yazı tarafımdan ikinci defadır yayanlanmaktadır.
OKUMAK, ARAŞTIRMAK , GÜVENMEK
OKUMAK, ARAŞTIRMAK , GÜVENMEK
OKUMAK, ARAŞTIRMAK, GÜVENMEK
1978 Yılında , henüz o gün Yüzbaşı rütbesi taktığım 26 Ağustos gününü hiç unutamam. Korkmak nedir ? derseniz, belki şu anlatacağım saniyeler, korkunun bedenimi kucaklayıp, kalbimi durdururcasına sıktığı , o geçmez bitmez anlardır , diye cevap verebilirdim.
O gün yüzbaşı olduğumu kutladığım dostlarımın , erlerimin ailelerin tebrik ettiği güzel ve sıcak bir Ağustos sabahıydı. Ben, bekar , etraftaki kıskançlara göre evde kalmış, yalnız bir subaydım. Her önüne gelenin acıyarak beni evlendirmeye çalıştığını düşünürseniz , biraz da kasıldığım bir gün olsa gerek. Çünkü bu gün , 6300 nüfuslu Patnos’a dışarıdan 10.000 kişi daha gelecek. Öğretmenler, öğrenciler, askerler, bürokratlar, partiler, kuruluşlar, 26 Ağustos 1071 Türkün en kutsal günlerinden birini kutlamak isteyen herkes ve bütün basın mensupları, önümüzde durgun bir deniz gibi uzanan Malazgirt Ovasına doluşacaklardı.
Türk-i Cumhuriyetlerden folklor ekipleri , davullar zurnalar, mehter takımları gelmiş ve o yıl çok önem verilen bu günü kutlamak için, Malazgirt Ovası’nın , Kot Tepe eteklerine konuşlanmış olan , 34ncü Piyade Alayı’nın önünde şenliği başlatmışlardı bile.
Askere epey geç alınan bir tarih Profesörü Asteğmen , Genel Kurmay Başkanlığı tarafından konuşmacı olarak , sabah uçağı ile Erzurum’a, oradan da Patnos’a gönderilmişti. Ben , ayrıca Askeri Gazino Müdürü de olduğum için , bu değerli tarih profesörüne yatması için yer de ayırmış , onun gelip bu büyük konuşmayı yapmasını bekliyordum.
Saat 1200 da erlerime yemekhanede “Afiyet olsun “demiş , bölüğün saat13.45 de alandaki yerini almasını emrederek, kaldığım bekar odasında ter kokan elbiselerimi değiştirmeye gidiyorum. O sabah kule çalışması yaptığımız için çok yorgun ve toz toprak içindeyim. Tam yemeğe oturup , biraz sonra duş alırım, yarım saat uzanıp dinlendikten sonra, tören yerine bir koşu giderim hayali içindeyken, komutanın beni çağırdığını söylüyorlar. Böyle öğlen vakti ve acele olduğuna göre çok önemli olsa gerek.
Yemeği yarıda bırakıp , araba da bulamadığım için mecburen bir kilometre yolu koşarak gidiyorum . Ne de olsa bölgedeki tek komando bölüğünün komutanıyım. Araba da neymiş, haydi oğlum.
Komutanın odasına geldiğimde onu elinde telefon manyetosunu durmadan çevirerek , aldığı olumsuz cevaplara kızgın söylenir halde buluyorum. “Yüzbaşım, konuşma yapmak için gelen tarih profesörü , Ağrı çıkışında kaza yapmış ve onu bir sivil araçla Erzurum’a yola çıkartmışlar. Konuşma metinleri de sanırım onunla birlikte gitmiş. Kendisi ile hiçbir şekilde irtibata geçemiyoruz. (Şu cep telefonunu yapan cennetlik olsa gerek) Hemen bu konuşmayı yapmak üzere hazırlan. Harici elbiseni giy ve yüzümüzü kara çıkartma. Sana güveniyorum.”
Saat 12.45 . Anam , ben yandım Anam. Beni niye doğurdun be anacığım. Hani ertesi gün hapı falan da yoktu o zamanlar , değil mi?
Konuşma saat 14.00 da başlayacak. Savunma Bakanı, bazı bakanlar daha, Ordu Komutanı, resmi erkan, valiler, kaymakamlar, öğretmenler ve önlerinde cici elbiselerini giymiş bir yeni yüzbaşı.
“Benim Jeep’imi al ve çok hızlı hareket et “ diyor komutan. Allah’ım, on dakika yol , on dakika giyinmek , zaman uçuyor sanki. Tayin olup gelmeden önce merakla okuduğum ansiklopedi, ilgi ile okuduğum birkaç kitap daha, bir yüzbaşıya ödünç verdiğim “Türklerin Büyük Göçü” kitabı, Patnos Lisesinin tarih öğretmeni ve tek başına kalmış olmak. Öğretmen yemeğe çıkmış, nerede belli değil, yüzbaşı ortalıkta yok, kimse görmemiş. Ben arıyorum ya , konuşma benim rezilliğimle bitince çıkar ortaya , “Beni mi arıyordun?” diyerek.
Önce çok sakin olmalıyım. Odama girip elbiselerimi değiştirirken bana boş kağıt getirmelerini istiyorum. Kafamda ana hatlarıyla oluşmaya başlayan bir şeyler var. Şu ansiklopediyi koyduğum sandık hangisiydi? Hani Denizli’den gelmeden önce epey okuduğum, sonra krokilerini, yazılarını Kot Tepe’ye yarım saatte zor çıkıp ,arazi üzerinden karşılaştırmalar yaptığım.
Bu Kot Tepe ,üzerinde Urartu Kraliçesinin sarayı olan, askeri bölge içinde kaldığı için yağmalanamamış dim dik yüksek , insan gücü ile yapılmış bir tepe. Bütün ovayı kuş bakışı seyredebileceğiniz huzur dolu , eksantrik ,kartal ve doğanlarla arkadaş olunabilecek tek yer. Buradan bütün harekat en güzel haliyle görülebilir.
Acınası bir haldeyim. Bir mucize olsa da , konuşmacı profesör çıkıp geliverse ve ben kurtulsam. Süratle bazı isimleri, kitaplardan kağıtlara geçiriyorum. On beş sayfa kadar yazdım. Komutan beni aldırmak için arabasını yollamış. Saat 13.45 olmuş. 15 Dakika var ve bana ayrılan, yani yerine geçtiğim profesörün konuşma süresi 45 dakika.
Kazaya uğrayacak kimse kalmadı mı Tanrım? Yahut ta bu konuşmayı yaptıktan sonra geçirseydi bu kazayı, senin için ne değişirdi ki Allah’ım? Telaşa bak, kulun her şeyi bırakıp, Malazgirt Ovası ‘nın ortalarına doğru son hızıyla koşar ve oradan da Süphan Dağı’na çıkıp saklanırsa ,haksız mı yani?
Kağıtların başından kalkamıyorum. Asker benden daha telaşlı ,saati söylüyor. ”Komutanım on dakika kaldı. Komutanım , beş dakika kaldı”
Birden kalkıp tuvalete gidiyor, aynaya bakarak yüzümü yıkıyorum. “ Bu ne korkak bir surat be oğlum? Bu karşındaki on bin kişinin içinde , senin şu andaki bilginden daha fazlasını bilen var mı? Sen ,daha Patnos’a gelmeden dört kitap okuyup, Denizli Kütüphanesi’ nde araştırma yapmamış mıydın? Bu konuyu rütbe ve makamı ne olursa olsun ,kimse senin kadar iyi ve doğru bilemez. Birliklerin taarruz ve çekilme hatlarını bile yerine giderek inceleyen sensin. Zaten komutan da bunu bildiği için, görevi sana verdi. Bu bölgeyi konuşmacı profesör dahi senin kadar iyi bilemez. Korkma oğlum , Allah seninledir. “
“Komutanım üç dakika kaldı” şoför benden daha telaşlı. Koşarak Jeep’e atlayıp konuşma kürsüsünün biraz arkasında iniyorum. Komutanın yüzünde bir tebessüm var. Bakışlarıyla “ Korkma , başaracaksın “ der gibi. Ordu komutanı saatine bakıyor . Tam 14.00
Tiz bir boru sesiyle, aziz şehitlerimiz için saygı duruşu ve yeri ,göğü inleten , o dümdüz ovadan ,arşa kadar ,dağı ,kuşu titreten, , on bin kişinin bir ağızdan, bir yürekten , tek beyinden söylediği, kutsal istiklal marşımız. Hayatımda ilk defa koca bir bandonun sesinin içinde kaybolduğu bu kadar gür ve net bir istiklal marşı dinliyorum.
Haydi aslanım, bu marşın arkasından , senin ismin anons ediliyor. Şu marşı söylerken ağlayan genç kızların öğretmenlerin , subayların erlerin göz yaşlarını kurutursam bana yazıklar olsun.
Gür bie sesle , Mehmet Akif Ersoy’un, Çanakkale Şehitlerine şiirini , 21 kıtasını birden ezbere okuyarak dinleyenleri hayran bırakıyorum. Çanakkale şiiri ne alaka değil mi? Eh İstiklal Marşımızdan sonra , en güzel giden şiirdir de ondan. Üstelik ezbere , şaşırmadan ve tonlamasını iyi yapan bir konuşmacının ağzından ne kadar güzel olduğunu , ne kadar etkileyici olduğunu düşünün.
“Bizans İmparatoru Romen Diyojen, 200.000 kişilik Ermeni, Rum, Slav Gol, Kıpçak, Frenk, Gürcü, Uz, Peçenek askerleriyle, işte şu tepelerin arasından, şu istikamete doğru… Büyük Selçuk İmparatorluğunu yıkmak üzere…
Alp Arslan 30.000 süvari ile şu istikametten… 26ağustos 1071 günü mübarek Cuma namazını, imam olarak kıldırdıktan sonra… Ordusunun en önünde, atının kuyruğunu ördükten ve şehit olması halinde türbe olmaksızın olduğu yere gömülmek vasiyetiyle…”
“Romen Diyojen süt beyazı atı, heybetli zırhı , ganimet vaatleriyle… Sağ kanattan general Kapadokya’lı Alyattes , sol kanatta general Briyennios, yedek kuvvetlerde Prens Andronikos Dunkas…
Türklerin yoğun oklu saldırısıyla başlayan … Geri çekilirken hilal düzeniyle Bizanslıları şu tepeler arasında peşlerine takıp, , sonra birden geri dönerek etraflarını şu bölgede çeviren… Uz’ların , Peçeneklerin, Kıpçakların Selçuklu tarafına geçmesiyle …Önce Ermeni’ lerin şu bölgeden kaçmasıyla…
İmparator Diyojen’ in yaralı olarak esir düşmesiyle… Alp Arslan , Diyojen’in yerine konsey kararıyla geçen yeni imparator, Mikail Dukas’ın kızıyla evlenerek…”
Albay kolundaki saati gösteriyor. On dakika geçmişim süreyi. İzleyenlerin gözlerinde en ufak bir yorgunluk yok.Hayatım boyunca 10.000 insanın nefes alışını bile duymadan yaklaşık bir saat susmalarına ,ilk defa şahit oluyorum .
Konuşmamın sonunu “Arz ederim” diye bağlıyorum. Büyük ve susmak bilmez bir alkış kopuyor. Bakan kürsüye doğru yürüyor, gözleri dolu dolu.
“Bana ,teşekkür etmenin yanında ,bir de rica etmeyi bıraktınız yüzbaşım” diyor. “Şu çok etkilendiğim Mehmet Akif Ersoy’un ,Çanakkale Şehitlerine şiirinin tamamını ilk defa ezbere okuyan birini bulmuşken , bir kez daha dinlemek isterim. Lütfeder misini?” Alkış fırtınası.
Ne oluyor lan sana? Deminden beri bu süre nasıl biter falan diye yalvarıp duruyordun . On dakika da , fazla konuşmuşsun. Haydi oğlum , bir bardak su iç ve şiiri yeniden oku.
Bu sefer daha coşkuyla, bazı mısraları , öğrencilerin hep birlikte katılımıyla okuyorum. Alkışın ötesinde , ruhların , şehitlerimizi yanına yükselmesi gibi bir yürekten tezahürat.
Ordu Komutanı da güzel bir konuşmayla , savaş alanını yaşadığını , teşekkür ederek ifade ediyor. Sonra da benden konuşma metnini istediğinde , metnin olmadığını sadece bildiklerimi anlattığımı ve asıl konuşmacının ben olmadığımı söylüyorum . Çok şaşırıyor. (Beni Ankara’dan gelen konuşmacı zannetmiş)
O gece , güzel bir bekarlar sofrası kuruyoruz. En yaşlı bekar benim. Ne varsa, herkes erkenden evlenmiş.
Kadehimi kaldırırken, okumak ve araştırmak üzerine nutuk atıyorum.
“Bu Yeni Rakı’nın yapıldığı üzümün… Önce beyaz peynir, Ezine… Salatanın zeytinyağı…Bardağın yarısına kadar rakı… Üstüne…
E.Yaşar Ovalı 27 Mart 2013
Etiketler:
YORUMLAR
Bu yazını daha önce de okumuştum değerli abim. Daha önceden okuduğum bir yazın olduğu halde bu sefer bir kez daha aynı heyecanla okudum.
Toplum huzurunda çok konuşmalarım olmuştur ama böylesi bir konuşma hiç yapmadım. En fazla taş çatladı iki bin kişiye hitap etmişimdir.
Uzun lafın kısası ellerinden öperim. Allah sana sağlık ve sıhhat versin de yaz hep böyle güzel anılarını.
Selam ve sevgilerimle.
kukurikuu
İnsanlar böyle çok zor zamanlar geçire bilirler
ama bilmek bir başkadır doğrusu.
Selam ve saygılarımla